Gönül Dağımıza Karlar Yağalı…

Kırşehir’in Kırtıllar köyünde 1938’de başlayan yolculuğu, “dolaştım âlemi gurbet gezeli” dedikten sonra 25 Eylül 2012 yılında İzmir’de son buldu. Doğduğu topraklara, Kırşehir’e götürüldü…

“Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş. Bu ismi ona Yaşar Kemâl vermişti. Biri halkın yazanı, biri ozanı… “Gön gözüyle değil, can gözüyle görürüm” diyen, kendisine “Büyük usta” diyenlere “bana usta demeyin, usta Yaratan’dır, ben kulum” cevabını veren, “Ben öldüğüm zaman Neşet yorulmuş desinler. Aşkına çalışan yorulmaz” vasiyetiyle aramızdan ayrılan Neşet abi şimdi dinleniyor. “Gönül dağımız dumanlı, puslu, yüreğimiz yaslı. Senin gönül türkülerin okundukça mezarında aşkın ışıkları parlayacak. Dünya yerinde ama işte Neşet Ertaş yok… Dediğin gibi “Alamadım eyvah muradım kaldı/ Ben gidip ellere kalan dünyada…”

Saz çalmaya başladı mı oturduğu sandalyeden düşecek sanırdık. Öylesine heyecanlı, coşkulu dokunurdu tellere. Gönlünde aşk olmayan sazı eline almamalıydı ona göre. “Tel kırılsın da gönül incinmesin” diye seslenirdi sahneden. “Ayaklarınızın türabı, gönüllerinizin hizmetçisiyim” derdi kendi şivesiyle. Dinleyenlerine saygısı o kadar büyüktü ki, izin almadan ceketini bile çıkarmazdı. Yıllar su gibi akıp gitti ama o hiç değişmedi. Gözümüzün önünde yanan çağdaş bir Karacoğlan’dı…

Neşet Ertaş nasıl anlatılır? O “garip gönüllü” insan için ne yazılabilir? Onu en iyi anlatan kendinden geçercesine okuduğu türküleridir.

“Gönülden gönüle gider yol gizli gizli” türküsünü dinlerken hepimiz “Gönül Dağı”na çıkmadık mı? “Yine haber gelmiş dostun elinden” deyince hangimizin yüreği kanatlanmadı, içi sızlamadı? “Bir ayrılık, bir yoksuzluk, bir de ölüm” dediği zaman kim tutabildi gözyaşlarını?

Acem kızına onunla sevdalandık, Zahide’nin hasreti onunla çöreklendi içimize. Sevdiğine kavuşamayanın yaşayan bir ölü olduğunu ondan öğrendik. Halime kızın peşinde koşturduk onunla, “Al yanak allanıyor”, “Kibar kızın saçları sallanıyor” dedik. “Sarı Kız” hayallerimizi süsledi… Yüreğimizde aşkı yanınca bir güzelin “Aşkın beni del’eyledi Yaktı yaktı kül eyledi” türküsü döküldü dilimize. Güzellere hizmet etmenin güzel olduğunu, “Tatlı dile güler yüze” doyulamayacağını ne güzel anlattın bir cümleyle.

Gün oldu “Al hançeri sinem işte / Acımazsan vur sevdiğim” deyip bağrımızı açtık yâre, gün oldu “Hata benim, günah benim, suç benim” diye hayıflandık. Gün geldi “Daha bir gönüle ikrar vermedim/ Evvelim sen oldun ahirim sensin” deyip kapattık gönül defterini.

“Mühür gözlüm” türküsünü duyunca herkesin gözünde bir ceylan gezintiye çıktı. Hayallere dalındı… “Beni eller gibi görme / Sen benimsin ben seninim” türkünle umutlar yeşerdi sevdalıların yüreğinde. Aşkı senden öğrendik, vefayı sende tanıdık. “Vücudun kurusa kanın çekilse / Yine şu gönlümün yârisin benim” türküsünü söylerken aşkın mezarda da devam edeceğini haykırıyordun… “Ölürsem ben mezarıma gelme gayrı gelme leyli leyli” desen de “Her kusur suç bende Leyla’da değil” diyecek kadar yüce gönüllüydün. Bir düğünde görüp daha çocuk yaşta gönül düşürdüğün kızın adını gizleyecek kadar asil, yıllar sonra öldüğünü duyunca “Vay vay dünya vay” diyecek kadar kederliydin.

Yüreğinin bir yanı yâr için atarken öbür yanı hep “ana” dedi. “iki büyük” nimetti onlar. Birisi var eden, birisi yâr edendi. Bizler bir anadan dünyaya gelen yolculardık senin gözünde. “Ben de bir garibim kuluyum Hakkın/ Seyreder âlemi O bize yakın/ O ölmez yitmezi unutma sakın/ Umudunu kesip kesip ağlama” diyordun “Garip Anam” türkünde. Kul olduğunu hiç unutmadın, “Beni yaratan önce Allah, sonra anamdır” dedin. Ne sade, ne içten sözlerdi bunlar çağımız insanının ihtiyacı olan…

Şahdamarımızdan yakın olan Allah’ı hatırlatıyor türkünde ve “Allah var, gam yok” dercesine, “Allah’tan asla umudunuzu kesmeyin” ilahi ikazını ihtar ediyordu bize. Daha ne desin Neşet Ertaş?

“Gönül ne gezersin seyran yerinde/ Âlemde her şeyin var olmayınca” dediğin zaman gariplerin acısını, yoksulluğunu, çaresizliği haykırdın. “Olura olmaza sırrını çözme” uyarın başı dik, onurlu yaşamayı öğretti insanlara… Öyle bir içten “Hapishanelere güneş doğmuyor” dedin ki gündüzün ortasında karanlığı yaşadık, sanki o mahkûmlarla birlikte biz de zindana atıldık… Eşi dostu yanına gelmeyen insanlara hapishanenin dışının da cezaevinden farksız olduğunu anladık.

Baban Muharrem Ertaş’ı kaybettiğin zaman köydeki evinizin boş odalarında yalnız dolaştığını zannediyordun. Oysa biz de o odadaydık. “Uzak yoldan geldim hasretim için- Hani nerde babam Muharrem nerde?” dediğin zaman biz ölmüş babalarımızı aradık kendi evlerimizde.

Bizim de “Ayaş yollarında” kervanımız yok. Şad olup gülmedik eller içinde. “Gitti yârim gelmedi/ Yıl oldu aylar bana…” Şimdi bize de aylar yıl. Neşeli türkülerinde bile insana dokunan ince bir hüzün var. Dağlar bizi dağlıyor, yine garipler bir köşede sessizce ağlıyor. Zülfünden bergüzar gönderen yavuklular oldukça, aşk denen içimizdeki o soylu damar kurumadıkça türkülerin söylenecek dillerde

Yorum Yapın

Navigate