Jeopolitik, Küreselleşme ve Dünya Düzeni

Federico Pieraccini

İmparatorlukların ve ulusların yayılma politikasının amacı ve altında yatan mantığı anlamak, insanoğlunu gelecekte ne beklediği konusunda ders çıkarmak için her zaman büyük önem arz eder.     

Dört makaleden oluşan bu yazı dizisinde, küresel büyük güçleri ortaya çıkaran mekanizmaları tanımlamak üzere detaylı, anacak, anlaşılabilir bir temel oluşturma amaçlanmakta. Her şeyden önce, bir asırdan fazla zamandan beri, Washington ile diğer küresel güçlerin başkentleri arasında gelişen ilişkilerin örülmesine katkı sağlayan jeopolitik teorilerin analiz edilmesi gerekiyor. İkincisi, ABD’nin başlıca jeopolitik rakip ülkelerin başkentlerinde (Çin, Rusya ve İran) yıllardan beri Washington’un müdahaleci ve zorbalığa varan faaliyetlerine son vermenin bir yolunu bulmak üzere nasıl da hazırlık yapıldığını anlatmakta fayda var. Son olarak da, daha yeni seçilen Başkan Donald Trump yönetiminin, ABD’nin izleyeceği politikada öncelikleri ve hedefleri yeniden tanımlayarak rotayı değiştirmek istediği hususunu da dikkate alarak, son yirmi yıldan beri ortaya çıkan ABD dış politika doktrinindeki muhtemel önemli değişiklikleri de not etmek gerekiyor.

Bu nedenle ilk analizde, uluslararası düzen, küreselleşme, jeopolitik teoriler gibi konular üzerine odaklanma olacak ve bu konuların modern kavramlarla yorumlanması yapılacak. Bir ülkenin egemenliğini kontrol altına alınmanın ne anlama geldiğine açıklama getirilecek. Jeopolitik teorilerinin incelenmesine geçmeden önce, küreselleşmenin ve değişen uluslararası düzenin dünya siyaseti üzerine etkilerini, diğer ülkelerin aldıkları ekonomik, politik ve kültürel kararları her açıdan kontrol etmeyi amaçlayan ABD stratejisinin doğrudan sonuçlarını ve genellikle askeri yöntemlere başvurma yoluna neden gidildiği konularını anlamak önemlidir.

Küreselleşme ve Uluslararası Düzen

Özellikle küreselleşmiş bir dünyada izlenmekte olan mevcut politikaların sonuçları üzerine odaklama yapılarak, Berlin duvarının yıkılmasından önce ve sonrasında uluslararası düzenin nasıl geliştiğine dair bir tanımlama getirmek gerekiyor.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında gezegenimiz iki Dünya Savaşı geçirdi. 1945 – 1989 yılları arasında süren Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB arasında yürütülen güç dengesi seyrinde, insanlık, defalarca Üçüncü Dünya Savaşı çıkma ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte küresel süper bir güç olarak kalan Birleşik Devletler, Amerikan Yeni Yüzyılı olarak adlandırılan projede ifade edildiği gibi bundan sonra artık Dünya üzerinde mutlak egemenliğini koruyabileceğini düşünmeye başladı. ABD’yi yöneten beyinler dünyamız üzerinde sürekli bir savaş halini sürdürme önerisini ileri sürerlerken, bu hedeflerini gerçekleştirmek için kilit noktada önemli stratejilerin başında yer alan, özellikle ticaret, ekonomi ve finansman alanlarında uygulamaya konulup, küreselleşme deneyimi tanımlamasıyla ifade edilen bütün bu faaliyetler yelpazesi de Amerika çıkarlarının gerektiği gibi yürütülüyordu.

ABD yönetimi, Soğuk Savaş döneminde,  sosyalist rakip blok karşısında zafer kazandığında,  dünya düzeni, kapitalist bir sistemden turbo yüklemeli kapitalist bir sisteme geçmiş oldu. ABD menşeli Apple ve IT gibi bilişim ve teknoloji firmaları, küreselleşmiş dünya ekonomisi sayesinde, küçük çaplı bazı ülkelerin bütçesine denk nakit para akış cirosunu elde ederlerken, bu zamana kadar görülmedik zenginlik deneyimi yaşadılar. ABD finans şirketleri ve New York Borsasının bulunduğu Wall Street’de faaliyet gösteren Bankacılık ve finans kuruluşları, bilgisayar ve otomasyon alanlarında kaydedilen gelişmelerle, türev işlemler olarak bilinen, muhasebe kayıtlarında yapılan hilelerle, gittikçe katlayan bir eğilimle, diğer ülkeler üzerinde, zaten var olan, nüfuzlarını daha da artırmış olmaları bir örek olarak verilebilir.

ABD Merkez Bankası FED, küreselleşmiş ekonomide Dolar’ın rolünden kaynaklı avantajdan faydalanarak bazı politikaları uygulamaya koydu (Dolar, önde gelen rezerv para birimi). FED’in bu uygulamaları, yıllar geçtikten sonra, bütün bir ekonomik sistemi dolandıran, istedikleri kadar para basabilen, büyük savaşları finanse ederken, bazı büyük bankaları ve işletmeleri iflas etmekten kurtaran faiz oranlarının düşük düzeyde tutulması gibi şemalardan oluşan her türlü ekonomik bunalımın yaşanmasına yol açarak, bütün dünyada görülen her türlü krizin yaşanmasına neden oldu. Bu durumda, kapitalizmin en temel kuralları da tümüyle reddedilmiş oldu. ABD 1989’dan sonra tek dünya gücü haline geldiği ve Washington’un Amerikan çıkarları doğrultusunda oyunun kurallarını düzenlediği için bütün bunların gerçekleşmesi mümkün olabildi.

Berlin duvarının yıkılmasından bu yana, Wall Street, petrol ve askeri kuruluşlar, sağlık hizmeti veren kurumlar, sigorta ve tarım sanayi kuruluşları gündem maddeleri ve öncelikleri dikte ederek, milli hükümetlerin yerini almaya başladılar. Avro para biriminin geçerli kılınması ve AB ülkelerinin 2007’de Lizbon Antlaşmasını imzalamalarıyla birlikte küreselleşme şeklinde bir politika tarzıyla Avrupa’daki ulusal egemenlikler bir üst yapı olan AB’nin bünyesine geçmiş oldu.

Küreselleşmenin,  ülke vatandaşını temsilen yönetim icra faaliyetleri yürüten egemen devletler tasavvuru yerine, ülke yönetimlerinin, Birleşik Devletlerin başını çektiği uluslararası bir üst yapının eliyle yürütülmesine sevk etmesi, vatandaşı ülke yönetimine ilişkin karar alma sürecinde yer almadan uzaklaştırmış oldu. Avrupa Birliği ve özellikle Avrupa Komisyonu (seçimle değil, atamayla) tek kutuplu bir dünya tasarımında, almış olduğu kararları uygulamak üzere yalnızca dayatmakla kalmıyor, aynı zamanda, vatandaşın yetki vermediği bir kurum olma sıfatıyla önemli kararları alan düzenbaz bir icra makamıdır.

Esasında, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ekonomik yükün halkın sırtına yüklemiş olarak küreselci dünya tasarımcıları lehine meyil eden güç dengesinin ağır bastığı, vatandaşın yetki verdiği milli devlet yönetimlerinden oluşan uluslararası dünya düzeninde uluslararası ilişkilerin geçerli olduğu bir düzenden uluslar üstü devlet yapılanmaları (NATO, BM, IMF, DTÖ, Dünya Bankası ve AB) ile ülke vatandaşları arasında ilişkilere geçiş oldu.

Uluslararası düzen ve küreselleşme sürecinde, Washington’un mantıksal işleyişine göre yorum yapılıyor, dünyaya hükmetmek için her zaman yeni yollar aranıyor ve ABD’nin küresel süper güç rolü korunmaya çalışılıyordu. Ve bundan dolayıdır ki, ABD’nin dünya hâkimiyeti peşine koştuğu stratejik kararların alınmasının altında yatan bazı jeopolitik teorileri anlamak önemlidir. Bu teoriler, Washington’un, son 70 yılda, küresel düzeyde total bir hâkimiyeti sürdürme çalışmasını yorumlayan teorilerdir:

MacKinder + Spykman + Mahan = Dünya Hâkimiyeti

Heartland/Kalpgah  

İlk jeopolitik teori, İngiliz coğrafyacı Sir Halford Mackinder tarafından 1904 yılında temeli atılan Kalpgah teorisidir. “Kalpgah kavramı, İngiliz coğrafyacı, Demokratik Düşünceler ve Gerçekler kitabının yazarı Sir Mackinder (1861-1947) tarafından, takriben Doğu Avrupa, Rusya, Hazar Denizinin batısı ve doğusunu kapsayan bölgenin merkezi (literatürdeki anlamıyla, Yerkürenin merkezi/kalbi);  genel anlamı itibariyle, Rusya’dan ve Rusya’ya komşu devletlerden bazı bölgeleri içeren, Avrasya Kıtasının merkezi bölgesini kapsayan alan için yapılan tanımlamadır.  Sir Mackinder 1904 yılında “Kraliyet Coğrafya Kurumunda (Royal  Geographical Society) bu eksenin geçmişten günümüze Avrupa ve Dünya siyasetinde nasıl etkili olduğunu konu alan bir sunum yaparken Heartland/ Kalpgah teorisini (ya da Dünyanın Kalbi) ileri sürer”.

Halfor Mackinder Kalpgah Bölgesini; batıda, Volga sınırlarına, doğuda, Yangtze Nehrinden doğu bölgesine, Kuzeyde, Kuzey Kutbuna, güneyde, Batı Himalayalara kadar olan alanları kapsayan coğrafya olarak tanımlamıştı. O dönem bu bölgelerin neredeyse tamamı Rusya İmparatorluğunca kontrol ediliyordu.

Teorisini kara ile deniz arasındaki jeopolitik karşıtlık üzerine inşa eden Sir Mackinder’e göre Kalpgah konsepti kara gücüne dayalı bütün medeniyetlerin “kalp” atış düğmesini teşkil ediyor. Çünkü lojistik açısından, gücü denizlerdeki hâkimiyetine dayanan imparatorluk Talassokrasinin (thallasocracy) bu bölgeye nüfuz etmesi imkânsız görünüyor. Dolayısıyla Mackinder’in bütün bu jeopolitik konseptini özetleyen cümle;

Doğu Avrupa’yı kontrol eden güç Kalpgah’a hakim olur;  Kalpgah’ı yöneten irade Dünya Adasına hükmeder; Dünya Adasını yöneten güç yeryüzüne/Dünya’ya hakim olur.”

Söz konusu alana dâhil ülkeler dikkate alındığında Kalpgah kavramı, esas itibariyle, Rusya, Kazakistan, Afganistan, Moğolistan, Orta Asya, Çin, İran, Beyaz Rusya ve Ukrayna topraklarının bir bölümünü kapsar.

Rimland /Kenar Kuşak/Kıyısal Alan teorisi  

Rimland teorisi; ABD’nin izlediği dünyaya egemen olma politikasının başka bir kutup yıldızı olup, coğrafya araştırmaları yapan,  Sir Halfor Mackinder’in öğrencisi ve aynı zamanda ardılı bir teorisyen olan Nicholas J. Spykman tarafından 1930’larda geliştirilen ikinci bir teoridir.

Spykman, gelişmiş savaş gemileri teknolojisinde kaydedilen gelişmelerden faydalanarak, hocası Mackinder’in geliştirdiği Kalpgah teorisine, bir de Rimland teorisini geliştirip ekledi. Rimland Alanı dört ana bölgeden meydana gelir: Avrupa, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya.  (Özü itibariyle, Avrasya ve Afrika kıtalarının (Dünya Adası), yani, Sovyetler Birliği sınırlarını teşkil eden bölgenin kontrol altına alınmasını hedefleyen bir teori. )

 

“Dünya Adası” kavramına gelince; Batı Avrupa’dan Uzak Doğu coğrafyasına uzanan Avrasya bölgesini kapsayan bir kavram. Sir Halfor Mackinder teorisine göre şayet Çarlık Rusya İmparatorluğu yukarıda anılan coğrafyayı içeren bölge dikkate alınıyorsa, Nicholas Spykman’in geliştirdiği teoride ise sadece Kalpgah bölgesi çevresindeki alanlara odaklanma yerine, dünyaya egemenlik politikasında bu bölgeyi, büyük önem arz eden, stratejik nokta olarak dikkate almak gerektiğinin altı çiziliyor. Rimland Alan teorisi, teknolojik açıdan gelişmiş zengin ülkelerin varlığı, kaynakların büyük boyutlarda olması ve denizlere kolay erişim özellikleriyle karakterize ediliyor. Bu bölge, geniş bir coğrafya üzerine kurulu olma özelliğinden dolayı hem karadan ve hem de denizden saldırı düzenlemeye açık hale geliyor. Diğer yandan, bölgenin bu düalist yapısından dolayı iki büyük dünya gücü olan ABD ve Rusya’nın karşılaştığı alan olma görevini görüyor. Jeopolitik bakış açısına göre en büyük tehdit, Kalpgah ve Rimland alanlarının birleştiği bölgenin tek bir dünya gücünün elinde geçtiği zaman söz konusu olur.

Rimland/KıyısalAlan/Kenar Kuşak bölgesi esas itibariyle Avrupa (Doğu Avrupa’da dâhil), Türkiye, Ortadoğu, Körfez ülkeleri, Hindistan, Pakistan, Güneydoğu Asya (Bruney, Kolombiya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Tayland, Vietnam) ve Japonya coğrafyalarını kapsar.

Haritanın incelenmesinde görüleceği üzere, Birleşik Devletler, fiziki konumu itibariyle, ne Rimland bölgesine, ne de Kalpgah bölgesine yakın. Söz konusu bu her iki bölge de okyanusun diğer tarafında, 6000 mil uzakta. Coğrafi konumu gereği ABD, herhangi bir saldırıya maruz kalmaksızın, Avrupa kıtasından bol miktarda kaynak sağlamak ve güçlü müttefikler edinmek marifetiyle güvenliğini sürdürmeye devam ediyor. Bütün bu durumlar, yirminci yüzyıl boyunca, ABD’nin süper güç olarak yükselişe geçmesini destekleyen özelliklerdir.

Ancak, dünya hâkimiyeti farklı bir konudur; ABD coğrafyası ile Kalpgah ve Rimland bölgeleri arasında karşılaştırma yapıldığında, projenin uygulanabilme gücü için öncelikle büyük bir kapasite gerekiyor. Kalpgah ve Rimland alanları ile ABD coğrafyası arasında iki denizin var olması, özellikle geçen yüzyılın ilk başlarında, ABD gücünün yükselişe geçmesi denizlerdeki donanması sayesinde gerçekleşmişti.

Mahan ve Donanma Gücü   

Üçüncü jeopolitik teori; denizcilik/donanma (veya deniz kuvvetleri) gücüne verilen önemi temel alır. Bu teorinin yazarı 1800’lü yılların sonlarına doğru sahneye çıkan ABD’li bir Amiral olan Alfred Thayer Mahan’dır.

“Alfred Mahan uluslararası bazı organizasyonların habercisiydi. İki donanma gücü olarak ABD ve İngiltere arasında bir birliğin kurulması sayesinde denizleri fethedip,  dünya hâkimiyetini paylaşabilecekleri değerlendirmesini yapmıştı. Bu durumda kilit noktada önem arz eden konu, donanma gücüne sahip ülkelerin kara gücüne sahip ülkelere karşı birlik olmaları.  Amiral Mahan denizcilik/ donanma doktrini konseptini bir devletin denizcilik gücü ve askeri alanda sürdürdüğü politika olarak tanımlıyor. Bir devletin denizcilik doktrinini düzenleyebilmesi için, önemli bir donanma gücüne sahip olmasının yanı sıra,  denizlere erişim yeteneğinin olması, yeterli projeksiyon yapabilme kapasitesinin olması, bu anlamda uygun araçlara sahip olması ve korunması gereken stratejik hedeflere (riske maruz güvenlik bölgeleri gibi) sahip olması gerekir.”

Kolaylıkla anlaşıla bilineceği gibi, anılan bu üç doktrin bütün dünyanın kontrol edilmesi hedefinde merkezi bir konudur. Rimland’ın (Kenar Kuşak/Kıyısal Alan) kontrol altına alınması sayesinde Kalpgah’a  (Heartland) hâkim olmak mümkün olabilir ve Mahan’ın donanma gücü üstünlüğü teorisine göre Rimland alanına hâkim olmak için de deniz nakliyat yollarını kontrol etmek ve denizlere hâkim olmak gerekiyor. 

 

 

Coğrafik önemi büyük denizler ve okyanuslar Rimland Alanını çevrelemekte olan denizlerdir: Doğu ve Güney Çin Denizleri, Filipinler Denizi, Tayland Körfezi, Celebes Denizi, Java Denizi, Andaman Denizi, Hint Okyanusu, Arap Denizi Aden Körfezi, Kızıl Deniz ve Akdeniz. Özellikle, Endonezya ve Malezya arasında bulunan Malakka Boğazı ve de Süveyş Kanalı transit geçişe elverişli rolüyle ve Rimland olarak tanımlanan alana bitişik denizler arasında bağlantı sağlamaya yarayan özelliği nedeniyle stratejik öneme sahiptir.

Biraz tarih, Küresel egemenliğe giden yol

İkinci Dünya Savaşı döneminde Hitler Almanya’sı Heartland/Kalpgah alanında hâkimiyet kurmak üzere Sir Mackinder’in düzenlediği jeopolitik teorisini uygulamaya koymaya çalışmıştı. Ancak, bu sürecin daha sonra, Nazi güçlerini geri püskürten Kızıl Ordu’nun nihai zaferiyle sonuçlanmasıyla birlikte bu teorinin varsaydığı hâkimiyet gerçekleşmedi.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardında Birleşik Devletler, Kalpgah bölgesine hâkim olmak ve böylece yer küreye egemen olmak amacıyla Sovyetler Birliğini hedef tahtasına alarak odaklama yaptı. ABD yönetimi rakip diğer ülke güçlerin Kalpgah bölgesinde hâkimiyet kurmak amacıyla güç birliği kurmalarını engellemek amacıyla alternatif bir B Planı uygulamaya koydu. Bu B Planı, Kalpgah bölgesini oluşturan coğrafya’da üç önemli ülke olan İran, Rusya ve Çin ile ABD arasındaki tarihsel anlaşmazlığı konu alan bir açıklama getirmekte.

Çarlık Rusya’sı döneminden bu yana, Sovyetler Birliği ve bu günkü Rusya, Kalpgah’ı meydana getiren merkezi coğrafi konumundan dolayı her zaman ABD’nin nişan aldığı hedef tahtasında yer almıştır. 

Bugünkü İran ve Anglo-Amerikan’ın izlediği dünya siyasetinin inceden inceye işlenmiş eseri Pehlevi Monarşisi coğrafi konumu itibariyle “Dünya Merkezinde” yer alan önemli bir ülke olup, ABD güçlerine “Dünya Merkezini” fethetme imkânını sunuyor. İran’ın ABD’ye (dolaylı) olarak sunduğu bu imkân, Pehlevi Monarşisinin devrildiği ve Tahran’ı Washington baş düşmanı haline getiren İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu 1979 devriminden sonra mümkün olmuştu.

Afganistan’ın işgal edilmesi, Ukrayna’nın istikrarsızlaştırılması ve Beyaz Rusya liderliğinden en az Rusya kadar nefret edilmesinin nedeni hep aynı olmuştur. Şöyle ki; bu ülkelerin Kalpgah alanı oluşturan coğrafi konumları itibariyle, ABD yönetiminin Kalpgah bölgesini kontrol altına alma üzerinden geçen yerküreye hâkim olma stratejisinin gereği Washington, Afganistan’ı, Ukrayna’yı ve Beyaz Rusya’yı kontrol atına alma yoluna gidiyor.

Kalpgah teorisinin uygulamaya konulma alanının bir parçası olan Çin Halk Cumhuriyeti, Henry Kissinger’in SSCB’yi durdurmayı ve Tahran, Moskova ve Pekin arasında olası bir ittifakın doğuşunu önlemeyi amaçlayan politikasının gereği, Soğuk Savaş döneminde, özellikle 1980’lerin sonlarına doğru,  Büyük Asya ekseninde yer almıştı.  Birleşik Devletler, doğrudan Çin’e saldırmak yerine, Sovyetler Birliğine karşı kullanma politikasını izledi. Washington’un öncelikli hedefi, elbette nüfuz alanını dört bir yana geliştirme amacıyla, özellikle, Moskova ve Pekin arasında bir ittifakın kurulmasının veya anlayış birliğine gidilmesinin önüne geçmek idi. Bu yazı dizisinin üçüncü bölümünde Avrasya ülkelerinin, ABD Küresel İmparatorluğunun önüne geçmek üzere nasıl bir araya geldikleri konusunda detaylı bir analiz yapılacak.

 

Bir ülkenin kontrol altına alınması  

Bir ülkenin kontrol altına alınması, tarihsel olarak, çeşitli zorlamalara olanak sağlayan askeri güç kullanılmasıyla gerçekleşir. Ayrıca, kültür olgusu da bir milletin fethedilme sürecinin bir parçasını teşkil eder. Günümüzde, artık, bir milletin milli egemenliğini tayin edilmede, askeri güç kullanılmasından daha ziyade, esas itibariyle, ekonomik güç kullanılması daha belirleyici oluyor.  Özellikle son otuz yılda olmak üzere, Modern Dünya’da, bir ülkenin ekonomisi kontrol edildiğinde, o milletin yöneticileri de zaten kontrol altına alınmış olur. Küreselleşmede, doların hâkimiyeti ve neo-liberal deneyimler Amerikan yönetiminin jeopolitik rakiplerine karşı kullanabileceği en büyük iki temel güç ve saldırı araçlarıdır. Bir ülkenin işgal edilmesi veya fethedilmesi için tek bir araç olarak askeri güç kullanımı değildir.

Ticari faaliyetlerde tek bir yabancı para biriminin kullanılması veya tek bir kaynak üzerinden askeri güçlere sınırlama getirilmesi, enerji sektöründeki stratejik kararların alınması sürecinin engelleme zorunluluğu, başka bir ülkeyi egemenlik altına almak ve izleyebilecekleri politikaları kontrol etmek, küresel iktidar seçkinlerinin başvurdukları yollardır. Avrupa Birliği ve NATO üyesi ülkeler, söz konusu alanlarda stratejik tercihleri yapabilme kapasitesinden tamamen yoksun kaldıkları için, yapay olarak bağımsız ülkelerin aslında neye benzediklerine iyi bir örnek oluyorlar. İşin aslı, kararlar Washington’da alınır, vassal devletlerin yönetimleri de itaat eder.  Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi askeri güç kullanmak veya Ukrayna’da olduğu gibi renkli bir devrimi sahneye koymak her zaman mümkün olmayabilir. Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi büyük ve dünya siyasetinde ağırlığı olan ülkelerde askeri güç kullanma yöntemiyle kontrol etmek fiilen mümkün değil. Kullanılabilir bir yöntem olarak geriye yalnızca finansal opsiyon kalıyor.

Bu anlamda, bu ülkelerin tam egemenliklerini sürdürebilmelerinin yolu olarak, merkez bankalarının rolü ve de-dolarizasyon süreci (para birimi olarak doların kullanılmaması) temel stratejik çıkarlarını koruma yöntemi olarak görünüyor. Bu yönde ilerlemeler kaydedilmesi halinde, küresel bir imparatorluk sıfatıyla ABD’nin yayılma isteğine dramatik bir darbe indirmiş olurlar.

Bir sonraki yazıda, Birleşik Devletlerin bu stratejilerini nasıl uygulamaya koyduğunu ve ABD’nin bu stratejilerinde, özellikle son yirmi yıl olmak üzere, son yetmiş yılda ne gibi değişikler olduğu konusunda odaklama yapılacak.

 

Kaynak: http://www.strategic-culture.org/news/2016/12/19/geopolitics-globalization-and-world-order. html

 

Çeviren : Nizamettin Karabenk

Yorum Yapın

Navigate