AHMET AKINCI
O gün, şehirde gözle görülmeyen fakat yüreklerde hissedilen bir fevkaladelik vardı. Zira, Çanakkale Zaferinin yıl dönümü idi. Evde, sokakta, işyerlerinde Çanakkale Zaferi ve Mehmetçiğin kahramanlıkları konuşuluyordu. Sanki imbat, bize Conkbayırı’ndan, Anafartalar’dan esintiler getiriyordu ılık ılık…
Önümüzden geçen arabadan şu anonsla adeta insanlara dikkat (!) çekiliyor akşam yapılacak olan Çanakkale şehitleri konulu konferansa davet ediliyordu.
Akşamı zor ettim. Saat 19.00’da şehrin en büyük konferans salonuna vardığımda kalabalıktan geçilmiyordu. Salonda yerimi aldım. Saate baktım 19.30 idi.
Düzgün giyimli bir genç mikrofona geçti ve salonu, önce saygı duruşuna ardından İstiklal Marşı’mızı okumaya davet etti.
Birlikte okunan İstiklal Marşı’ndan sonra sunucu kısa bir selamlama konuşması yaptı. Ve Kur’an okumak üzere ilgiliyi davet etti. Okunan Kur’an’ı Kerim ile salondakiler büyülenmiş gibiydi. Arkasından okunan ayetlerin anlamı verildi:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyiniz. Onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz…” ayetleri okununca salonundaki duygusallık daha da arttı. Şehitlerin aramızda dolaştığını ve onların nail olduğu nimetleri düşündüm. “Yarabbi! Bana da şehadet nimetini nasip et… amin.” diye dua ettim. Sonra sunucu konuşmacıyı davet etti: Emekli Öğretmen Ahmet Hoca. Buyurun beraber dinleyelim:
“Sayın Misafirler!
Hepinizi en içten dileklerimle selamlıyorum. Yüce Allah’tan bütün şehitlerimize rahmet, sizlere de sımsıcak yuvanızda saadetler diliyorum.
Kardeşlerim;
Ünlü harp teorisyeni Jlausewite, “Dünya üzerinde savaş hiçbir zaman durmaz. Barış denilen şey aslında savaşın bir çeşididir.” diyor.
Dünya, kurulduğu günden beri, gizli ve açık muharebelerin sahası olagelmiştir. Bu muharebeler , genelde farklı dünya görüşüne sahip olan toplumlar arasında cereyan etmiştir. Çanakkale Savaşları da bu açıdan değerlendirilmelidir.
Harp tarihi yönünden Çanakkale’nin Tarihi, MÖ 4. yüzyıla kadar uzanır. Bu sıralarda Çanakkale, İranlıların elinde idi. MÖ Büyük İskender Anadolu ile beraber Çanakkale’yi de İranlılardan alır. Daha sonra da Çanakkale ve havalisi, Doğu Roma’nın eline geçer.
MS 7. yüzyıl (668-672 ve 717) yıllarında Müslüman Araplar, Çanakkale Boğaz’ından geçtiler İstanbul’u kuşatmalarına rağmen alamadılar.
Haçlı savaşları sırasında da Çanakkale boğazı üzerinde bütün Haçlı-Bizans dünyası ortak bir hakimiyet kurdu.
1071’den sonra Anadolu’da devam eden Türk akınları Çanakkale’ye de uzandı. Fakat Çanakkale’yi ancak 14. yüzyılda, Balıkesir ve civarında yaşamakta olan Karesi Beyliği Türkleştirdi. Daha sonra da Osmanlı hizmetine geçen Karesi komutanları Gelibolu’yu kuşattı. Sırasıyla Aydınoğlu Umur bey , Saruhan ve Karesi Beyleri, Gelibolu’ya birçok seferler düzenlediler. Nihayet Osmanlılarla bu Türk seferlerini fethe dönüştü. Veliaht Şehzade Süleyman Paşa 1349’da Gelibolu’ya ayak bastı. 1354’te yurt kurmak gayesiyle yarımadaya çıktı ve bölgeyi fethederek Osmanlı Devletine kattı. Böylece Türkler, Anadolu’dan 300 yıl kadar sonra Rumeli’de kesin hakimiyet kurmuş oldular. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra, Ege ve Karadeniz, Türk içdenizleri haline geldi.
Boğazlar, stratejik önemi büyük olan bir konuma sahiptir… Bir milletin büyük askeri, ekonomik ve siyasi güce ulaşabilmesinde sıcak denizlerin önemi büyüktür. Bu bakımdan Boğazlar, milletimize düşman olan unsurların daima iştihasını çekmiştir. Bunun için de sürekli harp sahası olagelmiştir.
Harp imkan ve vasıtalarının çok değiştiği günümüzde Boğazlar, İstanbul ve Çanakkale Boğazları stratejik önemini korumağa devam etmektedir. Kurtuluş Savaşımızın ayrılmaz bir parçası olan Çanakkale Savaşlarını bu bilgilerin ışığında incelemek bir zarurettir.
Sayın Misafirler,
Sosyal olayların sonuçlarına bakarak ,bunların sebepleri hakkında fikir edinmek mümkündür. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda:
- Dünya Savaşının sebeplerine,
O dönemin dünya dengesine , özellikle Osmanlı Devletine göz atmak zorunda kalırız. Mademki sonuçlar, sebeplerin ifadesidir, öyleyse:
A- İslam Birliğinin parçalanması,
B- Cermen-Alman Devletinin parçalanması ,
C- O günkü Rus otokrasisinin yıkılması… bu sebepler arasında zikredilebilir. İngiltere’nin bu savaştaki gayesi: Hakimiyet kurduğu Mısır, Libya Sudan, Irak ve Suudi Arabistan’daki maddi ve manevi bütün ilgimizi kesmek , büyüyen Alman sanayiine karşı bu pazarları kontrol altında tutmaktı.
Sömürge yarışında İngiltere’den geri kalmamaya çalışan Almanya, Roma-Cermen imparatorluğu hayalleri ile Doğu’ya yayılma projeleri uyguluyordu.
Diğer taraftan 6 Eylül 1914’te Marn’da Fransız Seddi önünde çakılıp kalan Almanlar, Rus ve Fransız baskısını azaltabilmek için Osmanlı Devleti’ni savaşa sokmanın planlarını hazırladılar ve akla hayale gelmeyen hileler kullandılar:
A- Rus askerlerinin bir kısmını Kafkasya ya çekmek,
B- İngiltere’yi de Mısır’da savunmaya zorlamak için Osmanlı İmparatorluğunun savaşa girmesini çabuklaştırdılar. Nitekim daha o zamanlar , Atatürk, savaşa hazırlıksız girildiği kanaatinde idi. Nitekim Loyd Corc, “Osmanlılar, 1. Cihan savaşına girmeseydi, savaş iki yıl önce biterdi” diyor. (1)
Aziz Konuklar,
Osmanlı İmparatorluğu açısından durum şöyledir:
28 Haziran 1914’te Bosna sarayında, Avusturya Veliaht’ının bir Sırp öğrencisi tarafından öldürülmesiyle başlayan 1. Cihan Harbine, Osmanlı İmparatorluğu, önce tarafsızlığını ilan ederek girmedi. Fakat 2 Ağustos 1914’te Almanya ile gizli bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma sadrazam Sait Halim Paşa’nın Boğaz içindeki yalısında Enver Paşa, Talat Paşa, Meclis başkanı Halil Bey ve Sait Halim Paşa tarafından imzalandı.
Bu olaydan 9 gün sonra 11 Ağustos 1914’te İngiliz kuvvetlerinden kaçan iki Alman gemisi, (Göben ve Breslav) Çanakkale’ye sığınmak istedi. Enver Paşa bu gemilere gereken izni verdi.
Osmanlı Türk Cihan Devleti, dışa karşı tarafsızlığını koruyabilmek için bu gemileri satın aldığını ilan etti. Gemilere izni Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in bizzat ricası üzerine Enver Paşa verdi. Aslında bu iki gemi olayı, bizi harbe sokmak için tertiplenmiş güzel bir oyundu. Nitekim Göben Yavuz, Breslav Midilli adlarını aldı, Amiral Şason, Şason Paşa oldu. Görünüşte Türk, gerçekte Alman gemileri olan bu gemiler Alman Amirali Şason’un komutasında Karadeniz’e açıldı. Rus sahil şehri Odesa’yı top ateşine tuttu, bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti…
Böylece büyük bir ihanetle İmparatorluğumuz, 1.Dünya savaşının kızgın alevleri arasına atıldı. Alman İmparatoru Kayzer Vilhelm zamanının İstanbul Büyükelçisi Vangerheim’e gönderdiği mektupta “Osmanlı imparatorluğu çökmek üzeredir, İmparatorluk dağılacak ve paylaşılacaktır. Bu paylaşmada daha az hisse sahibi olacak devlet dünyayı kontrol imkanından mahrum kalacaktır” diyordu.
Büyükelçi de “Mısır’da Cemal Paşa’nın İngilizleri yenmesi bizim için felaket olur, Cemal Paşa bu savaşı kaybetmelidir.” diyordu. Demek ki Almanya, kendi saflarında savaşa giren Osmanlı Ordularının galip gelmesini değil, eritilmesini istiyordu.
Çanakkale Savaşlarının bütünlüğünü korumak kaydıyla: a) Deniz savaşları. b) Kara savaşları olmak üzere iki bölümde incelenmesi gerekir.
Düşmanın asıl büyük deniz hücumu, 18 Mart 1915’te başlar. Üç filo halinde saldırıya geçen düşmanın 316 topuna karşılık, sadece 93 topumuz vardı. Cephanemiz de kıt idi. Daha ziyade mayın hatlarımıza güveniyorduk. Bu arada Nusret mayın gemimizin çok önemli görevler başardığını belirtmeliyim. 6 saat 45 dakika süren savaş sonunda düşmanlar, kuvvetlerinin yarısını kaybetmiş, büyük bir mağlubiyete uğramışlardı. 18 Mart 1915, Kahraman Ordumuzun, “Çanakkale Geçilmez”i tarihe altın harflerle işlediği bir zafer günümüz oldu.
Kardeşlerim,
Denizdeki başarısızlığı, düşmanı “Karadan zorlama yaparak İstanbul’u alma kararına vardırmıştı. Böylece Ruslarla birleşecekti. Bu sebeple 25 Nisan 1915 günü düşman, Seddül-Bahir ve Arıburnu cephelerinden çıkartmaya başladı. Amaç, Trakya üzerinden İstanbul’u ele geçirmekti.
Bu çıkartma ile çeşitli cephelerde 8 ay 14 gün süren Çanakkale Savaşları kara harekatı başlar, sayısız taarruzlar bu cephelerde mehmetçiğin iman dolu göğsünde erir, gider.
Mustafa Kemal’i işte bu sıralarda 57. Alay komutanı olarak Arıburnu’ndaki ölüm kalım savaşlarında, daha sonra 19. Tümen komutanı olarak, Ağıldere ve Arıburnu’nda, cephe gurubu kumandanı olarak 10 Ağustos Conkbayırı savaşlarında görürüz. Arıburnu’nda tümen komutanı olarak verdiği emirde:
“Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum, biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimizi başka kuvvetlerimiz alabilir” diyerek o günkü başarıyı irade kudreti ile sağlamıştır.
Düşmanların büyük kuvvetlerine rağmen ne Arıburnu’nda ne Seddül-Bahir’de bir sonuç alamamaları üzerine başkumandan general Hamilton, cephemizi arkadan çevirmek üzere yeni bir taarruz başlattı. Ancak Anafartalar gurup kumandanı Mustafa Kemal, 9 Ağustos’ta düşmanı Anafartalar’da mevzilerinden söküp attı, daha sonra da Conkbayırı’na hareket etti.
Conkbayırı’nda Tümen komutanına, zaman geçirilmeksizin kıtaların taarruza hazırlanmasını emretti. O gece hiç uyumadı. Sabahı iple çekiyordu… Ya Çanakkale’yi kurtaracak, ya da şehit olup gidecekti. Bazen çadırından dışarı çıkıyor, pırıl pırıl yanan gözleriyle karanlıkları delecekmiş gibi uzaklara bakıyordu. Nihayet gecenin zulmet perdesi tamamen kalkmıştı, hücum anı yaklaşıyordu. Saatine baktı, 4.5’a geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağaracak ve düşman askerlerimizi görecekti. Düşmanın piyade ve mitralyöz ateşi başlarsa, kara ve deniz toplarının mermileri, sıkı nizamda duran askerlerimiz üzerinde bir defa patlarsa hücumun zor olacağına, hatta mümkün olmayacağına inanıyordu.
Zaman Gelmişti. Tanrım Bizi Koru… Diyerek Çadırından Fırladı.
Hücum saflarını kısa bir teftişten sonra:
“Askerler, karşınızdaki düşmanı mağlup edeceğinize hiç şüphem yoktur, kırbacımla işaret ettiğim zaman hep birden atılırsınız” dedi… Birkaç dakika sonra, bütün askerler, subaylar artık her şeyi unutmuşlar, bakışlarını düşmana yöneltmişler, cansiperane ileri atılmışlardı… Allah, Allah seslerinden başka bir şey duyulmuyordu…Türk süngüsü yine cihana meydan okuyor, Mehmetçik, süngüsünün tarihi şöhretini bir kere daha ispat ediyordu. Mustafa Kemal’in gözleri dolu dolu olduğu halde dudaklarından şu cümleler döküldü: “Ya Rabbi ne büyük bir millete mensubum?”…
Bütün şehitlerimizle, gazilerimizle birlikte kendilerini rahmetle anıyoruz.
Çanakkale Savaşlarında milletimiz, 350 bin evladını kaybetmiştir, düşmanın çok daha ağırdır, tarihin en kanlı savaşlarında Doğu-Batı kültürü ile donanmış on binlerce aydınımız hayatını kaybetmiştir. En büyük kaybımız budur.
Sırtlara, vadilere sağnak sağnak bombaların, mermilerin yağdığı bir andı. Düşman tarafından atılan bir bomba, Antalyalı Mehmet Ali Çavuş’u ağır yaralamıştı. Mehmet Ali Çavuş, çok kan kaybediyordu, gözlerinde köyünün ve çocuklarının hasreti yanıp yanıp sönüyordu. Bu sırada yanı başında çarpışmakta olan hemşehrisi Mehmet, koşarak geldi. Arkadaşına bir yudum su verebilmek için, başını kucağına aldı. Bu sırada Mehmet Ali Çavuş, gömleğinin iç cebinden bir mermi çıkararak arkadaşına uzattı:
Bak Hemşehrim,
Bu kurşun babamı şehit eden kurşundur. Babam 93 Harbinde Ruslarla savaşırken şehit olmuştur. Şehit olmadan evvel bu kurşunu vücudundan çıkartmış ,bana göndermiş:
Oğlum Mehmet Ali’ye selamımı söyleyin o, bu kurşunu iki etsin, demiş, der ve kurşunu arkadaşına uzatır. Arkasından kendisini şehit etmek üzere olan düşman bombasının parçasını yolar alır ve arkadaşına uzatarak:
Bak, ben babamın vasiyetini tuttum. O kurşunu iki ettim, eğer sana cepheden köyümüze dönmek nasip olursa beşikte yatan yavruma selamımı söyle o da bunları üç etsin, der.
Çok kan kaybetmiştir, konuşmaya mecali yoktur Mehmet Ali Çavuş’un. Bütün gücünü toplayarak , şehadet parmağını, oluk oluk akmakta olan kanına batırır ve vücuduna, La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah yazarak ruhunu teslim eder.
Çanakkale Savaşlarında yüz binlerce ana evladını kaybetti, yüz binlerce bacı dul kaldı. Yetimler kaldı gözleri yaşlı…
Yetimler Şöyle Diyordu Şefkatli Anasına:
“Anne benim babam yok mu nerde kaldı gelmedi?
Gözlerimden akan kanlı yaşı el uzatıp silmedi,
Ben büyüdüm beni görüp muradına ermedi,
Hep gidenler geldi amma benim babam gelmedi,
Hep yetimler güldü amma benim yüzüm gülmedi…”
Diyen yavrulara anneler şöyle diyordu:
“Uyu yavrum uyanacak günler var,
Yarınları gözetleyen dünler var,
Baban şehit izlerinde ünler var,
O izlerde sen de dolaş ninni,
Öç gününe tezce ulaş ninni,
Uyu yavrum tepesinde haç yatan,
Camiler var bu mu seni ağlatan,
Dayanamaz çiğnenmeğe bu vatan,
Camilere götür hilal ninni,
Hem yurdunu hem öcünü al ninni,
Uyu yavrum yine şimşek çakıyor,
Şehit baban gelmiş bize bakıyor,
Yarasından al al kanlar akıyor,
O yarayı ben bağlayım ninni,
Sen ağlama ben ağlayım ninni.”
Kurmay Binbaşı Kadri Perk’in “Çanakkale Savaşları Tarihi” Adlı Eserindeki Şu Olayı Birlikte İzleyelim:
9 Mayıs 1915 sabahı kızgın bir savaş günü başlamıştı. İlk safta hücuma kalkan düşmanın Senegal taburları, Seddül-Bahir cephesinde bu harap toprağın üzerinde yarı ölü Türk yaralılarından başka süngülenecek kimse bulamadılar. Bir anda ikinci hatta kadar ilerlediler. Fakat burada 21. Alayın Allah Allah sadalarıyle karşılaştılar. Yeni bir savaş bütün dehşetiyle başlamıştı. Fransız topçusu gerileyen askerlerini takip eden Türk hatlarına ölüm yaylımları gönderiyordu. Bir an geldi, toz, duman ve ateş içinde dost ve düşman karışmıştı. Bölüğünün başında ilerleyen 1. Bölük komutanı Teğmen Saip’in önüne kan içinde bir er çıktı. Bu, gözlerinde azim ve metanet okunan, kumral, bıyıklı aslan yapılı Edincikli bir Türk eri idi. Sağ eliyle, bir top mermisinin koparmış ve ancak bir et parçasının tutmakta olduğu sol kolunu bileğinden tutmuştu. Yalvarır bir sesle:
“Beyim şu kolumu kesin.” diyordu. Manzara ve vaziyet çok acıklı ve feci idi. Bir an tereddüt eden Teğmen Saip, cebinden çakısını çıkardı ve kolu henüz tutmakta olan et parçasını kesti ve
“Hemşehrim anlıyorum çok acı çekiyorsun” dedi.
Hiçbir kalemin ifade edemiyeceği bir büyüklükle bu kahraman, bir sevgili vatanının sınırları uğrunda kopan koluna baktı. Bir de ileride boğuşmanın bitmemiş olduğu sahada dövüşen arkadaşlarına baktı… Ve hararetle derin bir iç çekti. Bu anda bütün ızdırabını daha coşkun hislerle çarpan kalbine akıtmıştı. Doğruldu, sert bir hareketle kopan kolunu fırlatıp attı ve “Zararı yok, millet sağolsun!” dedi ve uzaklaştı.
Hudutsuz bir kan fedakarlığı, yıkılmaz bir iman ve azmin zaferi olan Çanakkale savunması Balkan Harbi ile başlayıp Sevr’de sona eren bozgun çığırında yükselen bir kahramanlık destanımızdır. Bu destan yüz binlerce Mehmetçiğin kanı ile yazılmıştır.
Çanakkale savaşlarında etten ve kemikten kaleler yapılmış ve düşman öyle durdurulmuştur.
Çanakkale, destanlaşan bir zafer abidesidir. Çanakkale, Cehennem ateşi gibi ateş püsküren ölüm kusan toplara karşı yıldırım yağdıran mitralyözlere karşı imanın, fedakarlığın ve kahramanlığın savaşıdır.
Ey, Asırlarca Bütün Dünyaya İnsanca Yaşamanın Yollarını Göstermiş Olan Büyük Milletimin Nesli!
Sana damarlarındaki kanı hediye edenler, kanlarının son damlasını Yemen’de, Aziziye’de Çanakkale’de, Kıbrıs’ta ve son olarak da Afrin’de vermişlerdir. Sen, bugün, yarın ne olursan ol, ama unutma ki o şehitlerin ebedi bir yetimisin.
Ey her biri bir düşman cephesinden hatıra kalan muhterem gaziler!
Artık gönülleriniz gözyaşlarınızla ıslanmasın , bize güç veren mübarek yürekleriniz sızlamasın.
Ey Çileli Milletim,
Çanakkale’yi ve düşmanın yaptığı ihanetleri unutma. Unutma ki tarih tekerrür etmesin!
Ey akvam-ı beşer, dur dinle ve unutma!
Tarihin şerefi olan milletim ölmeyecek, akla, kalbe ve insanın vicdanına muhteşem bir huzur veren Kur’an sesleri dinmeyecek, minarelerimizden yükselen ezan sesleri susmayacak, ay yıldızlı bayrağım göklerimizden ebediyen inmeyecektir! Tarihin uğuldayan akışı bu istikameti göstermektedir.
Ve sizler! Ey mübarek kanları topraklarımızı karış karış sulayan ve şu an temiz ruhları başucumuzda dolaşan, ölümsüzlüğe kavuşmuş olan aziz şehitlerimiz,
Bütün dünya düşmanla da dolsa emanetleriniz inançla, aşkla, gerektiğinde ateşle korunacak; rengini mübarek kanlarınızdan almış olan ay yıldızlı bayrağımız, ebediyen dalgalanacaktır. Kabriniz nur ile dolsun.”
Ahmet Hoca konuşmasını bitirmişti…
Gözlerimde yaş, dudaklarım titrek titrek, dilimde dualarla ayrıldım, salondan…
Allah’ım milletimize bir daha böyle acı günler gösterme. Amin, diyerek evimin yolunu tuttum.
……………..
- Jacgues Pirenne: Mukayeseli Dünya Tarihi. s. 1414