DİN EĞİTİMİNDE GELENEKSEL DİN DİLİNİN İHYASI MI?

YENİ BİR DİN DİLİNİN İNŞASI MI?

Aynı dine mensup insanların/milletlerin ortak kelimeler, kavramlar kullanmaları doğaldır. Ortak kelime ve kavramlar, dinin ana metinlerinden kelime ve kavramlar olabildiği gibi ortak değere sahip milletlerden herhangi birine ait bir dilin de olabilir. Her medeniyette bu böyledir. İslam Medeniyetinde de böyledir. Mescid, kalem, kitap, dünya, ahiret, iman, küfür, insan, hayvan, alim, cahil, melek, kader, kaza, zekat, hesap, kıyamet, cennet, cehennem, amel, cihad, şehid, keffaret, ceza, sevap, ecir, mükafat, mücadele, şefaat…hem Kur’an hem hadis menşeli kelime ve kavramlardır. Bunların sayısını çoğaltmak mümkündür ve bu doğaldır.

Bu kelime ve kavramların, o medeniyete mensup bir milletin dilinden havzadaki öteki milletin diline geçtiği de olmuştur. Mesela Farsça kökenli peygamber, oruç, namaz, abdest gibi kelimeler Türklerce de kullanılmaktadır. Bu, sadece Türkiye Türkleri için değil, Orta Asya’daki Doğu Türkleri için de geçerlidir. Bu tip kelime ve kavram aktarımlarını zenginlik olarak görmek gerekmektedir. Türkçe’de namaz kılınan yer için kullanılan dört farklı kelime olduğunu biliyor musunuz? Bunlar mescid, cami, musalla ve namazgâhtır. Bunların hepsi namaz kılınan yerdir ama aralarında küçük farklar vardır. Mescid; Kur’an’da ve hadiste geçen kelimedir. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa hep mesciddir. Cami, Arapça kökenli bir kelime olmasına rağmen Türklerin mescidlerin toplayıcılık/toparlayıcılık özelliğinden hareketle kullandığı bir kelimedir. Musalla, namaz kılınan yer anlamına gelmekle birlikte Arapça kökenli bu kelimeyi Türkler genellikle mezarlık yakınlarında cenaze namazlarının kılındığı yerler için kullanmışlardır. Namazgâh ise genel olarak ordunun namaz kıldığı yer anlamında kullanılmıştır Türkler tarafından. Bu, aslında Türkçe’nin zenginliğini ve bir de namazın Türklerdeki yerini göstermesi bakımından önemlidir.

Bu tip durumlar, başka medeniyetlerde de görülmektedir. Ama konuyu uzatmamak adına oralara girmeyi düşünmüyoruz.

İslam dininin ve medeniyetinin ana kaynakları Arapça olduğu için Arapça, İslam milletleri için vazgeçilmez bir kaynaktır. İslam’ın temel kaynaklarının Arapça olması, Arapça’nın gelişmesine ve yayılmasına neden olmuştur. Ama bu ortak değerin, ana dili Arapça olmayan Müslüman milletlerin de bu kaynağı işleyip zenginleştirmelerinde katkıları olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ile ilgili pek çok değerli eser Türk âlimler tarafından Arapça olarak yazılmıştır. Bu, o kitaplarda emeği olan âlimler için hem Arapça’ya hem o bilgi disiplinine vukufiyetleri açısından gerçekten önemlidir. Zemahşeri’nin Keşşaf adlı ünlü tefsiri, Ebussuud Efendi’nin İrşad’ül Akl’is Selim İla Mezaya’l Kur’an’il Kerim adlı tefsiri ve Bedreddin Ayni’nin Umdet’ül Kari adlı Buhari şerhini örnek olmaları bakımından zikredebiliriz.

Arapça, sadece İslam milletleri için değil, Avrupa medeniyetine katkısı yönünden de ilginç açılımlara sahiptir. İslam Medeniyetinin bir ürünü olarak pek çok Arapça kelime ve kavram Avrupa insanının kullanımına geçmiştir. Dr. Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi adlı kitabında ilginç bilgiler veriyor.

İslam milletlerinin önce kendi aralarında lisan olarak da anlaşmaları gerekirdi. Bunun içindir ki karşı tarafın dilini anlama gayretleri karşılıklı olarak ilk yapılan işlerdendir. Bunun en güzel örneği Yusuf Has Hacib’in Divanu Lügat’it Türk adlı kitabıdır. Kaşgarlı, kitabını, Araplara Türkçe’yi öğretmek için yazdığını ifade etmektedir.

İmparatorluk Dili

Osmanlıca, bir imparatorluk dilidir. En ağır ilmi/bilimsel kitaplar da, en ağdalı edebi metinler de, diplomatik hitabeler de, günlük konuşma ağzı da Osmanlıca yazılmıştır. Osmanlıca’da herkesin anlayacağı sadelikte ifadeler de, ancak ehlinin anlayacağı metinler de vardır. Yunus Emre’nin öz Türkçe şiirleri Osmanlıca’dır mesela. Osmanlıca hakkında ulu orta konuşanlar, konuyu kulaktan dolma bilgilerle değerlendirenlerden başkası değildir.

Her dilin kritiği ve tenkidi elbette yapılır. Buna saygımız vardır. Bizim eleştirimiz, hissi ve hatta düşmanca bir tavırla ileri geri konuşanlaradır. Dilimizi yedirmeyiz.

İçinde bulunduğumuz süreçte dilimiz, sadeleşti, çok sadeleşti. İngilizler Şekspir’i bugün o günkü dille anlayabilirken, bizim çocuklarımız Nutuk’u orijinal haliyle anlayamamaktadırlar. Bu, işin bir tarafı. Öbür tarafı ise, Türkçe, süratle işgal altına alınmakta, kelimeleri Avrupa /İngilizce kökenli kelimelerle değiştirilmektedir. Bu, çok sinsi ve tehlikeli bir süreçtir. Sonraki kuşak, önceki kuşağı anlamakta zorlanıyorsa ve dünkü Türkçe kelime yerine bugün İngilizce’si kullanılıyorsa, buraya bir mim koymak şarttır. Sadeleşmeyi bir tarafa bırakalım. Bize ait kelimenin yerine dilimize giren yabancı kelimelerden birkaçını hatırlayalım: Şovrum, kuaför, market, süpermarket, dans, by, enteresan, rantbal, fastfuut, standap, motive, stop, start, star, dizayn, peyzaj, şarküteri, erozyon… (Bizim kelimelerimiz mülteci öz yurdunda, yabancı konuklar/ev sahipleri Filistin’e yerleşen İsrailoğulları) Türkçe’de karşılığı olan kelimelerin atılmasıdır ilginç ve acı olan. Yoksa teknik ve bilimsel kavramların alınması ayrı bir bahs-i mühimdir.

Aşınma çok yönlü ve çok boyutlu. Bugün kavramların dahi kelimeleştirildiği bir süreci yaşıyoruz. A’mal-i salihat’ı haydi salih ameller yaptık; eyvallah. Peki iyi davranışlar ne kadar salih ameldir, ya da iyi davranış nedir, salih amel nedir? İkame söylem; çok sırıtkan bir ifade, kavram bile değil. Niyetimiz kesinlikle karalama değil; dikkat çekmektir.

Hangi Dil?

Şimdi soru şudur: Dini anlatmada hangi dili kullanmalıyız? Birbirine biraz mesafeli iki yaklaşımdan biri, sade bir dil kullanmalıyız, yaklaşımıdır. Öbürü ise, geleneksel din dilini muhafaza etmeliyiz, yaklaşımıdır. Nasreddin Hoca; Bahardan şikâyetçi olan yok, demiş.

Baharda ferahlık vardır. Anlatım, en kolay, en iyi nasıl yapılıyorsa, onunla anlatmalıyız; o kelimeleri kullanmalıyız. Ama kavramlardan asla taviz vermemeliyiz. Çünkü kavramlar, sahip oldukları anlamın kaleleridir. Kaleyi yıkmak karşı tarafın görülmesini sağlayabilir belki ama savunma stratejisini de tümüyle bertaraf eder.

Kavramlar, kilometre taşlarıdır. Onların yerlerinden edilmesi, yol güvenliğini ciddi anlamda tehlikeye atacaktır.

Kavramlar o kadar önemlidir ki; insanlar dünyayı kavramlarla anlar ve algılarlar. Kavramların değişmesiyle dünya da dünya görüşü de kavramlara paralel olarak değişecektir.

Kavramların anlaşılmasının zor olduğunu söylemek, bizi girdaptan çıkarmaz. Salih amel, haram, helal, hatır, hayır, şer, iftar, imsak, vakit, nasip, kader, tevekkül, gayretullah, salih, sevap, günah, kul hakkı, mahşer, hesap günü, melek, şehit, şahit, sabır, bereket, büyük, küçük, nimet, lütuf, ihsan, komşu, kitap, sünnet, şüphe, vesvese, istişare, ehliyet, rıza, istikamet… Kaybettiğimiz bize ait her kavram bir boşluk oluşturacak, doğa boşluk kabul etmediğinden o boşluk başkalarınca doldurulacak; bünye değişime uğrayacaktır. Bu, aheste aheste olduğu için, insanlar değişimin farkında olmayacaklar, farkına vardıklarında çoktan alışmış olacaklardır. Bunun adı, kültür istilasıdır. Artık düşman ordularının mühimmat kullanmalarına bile gerek kalmamıştır. Kuma gömülmüş kafaların bunu görmesi de anlaması da bir hayli zordur.

Kitap deyince, mümin insanın kafasında muhkem ve en ince ayrıntısına kadar aydınlatılmış bir kavram canlanmaktadır. Bu, muhteşem bir yapıdır. Bu muhteşem anlama katkı sağlayan her anlatım muhteremdir. Kafaları karıştıran her yaklaşım ise, o muhkem binayı sarsmaya ve yıkmaya dönük sinsi bir sabote eylemi. Teyakkuzu elden bırakmamalıyız.

İnsanlarımıza çok şey öğretmek yerine az da olsa doğru şeyler öğretmeliyiz. O doğruyu beyinlerine işlemeli, gönüllerine nakşetmeliyiz. Temel kavramlarımızı mutlaka öğretmeliyiz. O kavramları bilen, öğrenen onu karşısındakine onun anlayacağı şekilde anlatmasını bilecektir.

Bu işi küçümseyenler olacaktır. Ama şurası gerçektir: Kamus namustur. Kamusunu kaybeden namusunu kaybeder.

Yorum Yapın

Navigate