HEDEFİNİ UNUTAN, HEDER OLUR!

Hürriyetini besmele ile ilan eden insan, Allah’a dayanarak andını ve kulluğunu muhtevada zenginleştirir. Bu zenginlikteki şuuru nispetinde şahsiyet kavileşir, insanı güvenilir kılar. İnsanın hayatını anlamlandıran ve aydınlatan ilahi söz, ezberden sıyrılıp tefekkür dünyasına ışık tutar, aksiyonuna da kılavuz olur.

Elimizdeki iş, dilimizdeki söz, hayatımızı kuşatan her şey bu tanımlamadan yani değer kılavuzundan mahrumsa, gıda sandıklarımız, uyuşturucularımız olur. Oyalar bizi, kendi gerçeğimizden uzaklaştırır, karanlık yarınların kara binasına, kara taş taşıyan hamal haline getirir. Yaşadığımız hayat umuda, amaca ve onun çabasına yönelik değilse, tükettiğimiz zamanın ve nefesin gelişmekten yana bir değeri yoktur. İnsanın değerini artıran ve onu kıymetli bir varlık haline getiren, sadece insani amacı-idealleridir ve bunları gerçekleştirmek üzere ortaya konan meşru mücadelesidir. Hayatın aslı, amaçlı mücadeledir. Yaşamak, ayakların gittiği yere gitmek değil, aklın ayaklara çizdiği güzergahta ilerlemektir. Yani insan, kendinde umudu, onun mücadelesini uyandırmamışsa, umutsuz kalan hayatımız, insanca yaşamamızın ispatı değildir. Umutsuzluk gıdasızlıktır, karanlıkta kalmaktır, yolunu şaşırmaktır.

İnsan, amacı olması gereken bir varlıktır. Zira dünyaya gelişi, başlı başına bir amaç içindir. Amaç: kulluk görevinin yerine getirilmesidir! Amacın ruhu, donatılmış akıl ve iman ettiği sahih inanç sistemiyle elde edilir. Amaç, insanda; aklı doğru kullanma, irade oluşturma, çözüm üretme mesuliyeti doğurur. İnsan onunla kendi varlığını korur ve dışındaki dünyaya edeple müdahale eder. Şekil verme; kendimiz olmayı, huzur bulmayı, gelişmeyi ve kalkınmayı sağlar. Kendi varlığımızı inşa, diğer varlıkları koruma iradesine ulaştırır, hayra adanan güç yapar. Kendimizi bulmak demek; inkılapla şahsiyet kazanmak, hayata dahil şeyleri şekillendirme şuuruna ermek demektir. Aksi olarak insanın amacı, ideali yoksa; istikameti ve gerçek kuzeyi yok demektir. Bu konuda Nurettin Topçu’nun, “İdealsiz nesillerin bütün hayatı, zalimi övmek ve mazlumu dövmekle heba olmuştur.” tespiti doğrudur. Bu ıstırap, karşılığını bulmamıştır.

 

“ALMADAN VERDİK, HELÂL OLSUN BİZE” …

Gelişmiş olmak, bağımsız olmaktır. İrade bütünlüğü oluşmuş bir toplumu tesis çabasının meyvesine ermektir. Gelişmemişler bağlıdır, kölelikle bağımlıdır. Az gelişmişler yarı köledir, gelişmemişler ise cehaletinin ve felaket sahiplerinin kölesidirler. Reklamı yapılan kapitalist literatürün gelişmişleri ise tek kelimeyle yamyamlardır.

Burada, hâkim kültürün ve kapitalizmin gelişme ölçütlerinden bahsetmediğimizi anlatmaya çalışıyoruz. İstediğimiz gelişmenin örneği bunlar değildir. Toplum hayatında bunları çizerek, insan hürriyetini, adaleti, millet egemenliğini sağlayarak her türlü mazlumun yarasına el uzatmayı, zulmü durdurma gelişmişliğinden bahsediyoruz. İnsan insana, komşu komşuya, devlet diğer devlete ipotekli olmaksızın muhtaçtır. Bu demektir ki hiç kimse kendine bu dünyada tam olarak yetmez. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” sözü bunun için anlamlıdır. Çok olanlarca, mübadele yoluyla ihtiyacı olanlara bedeliyle cevap verilir. Fakat sözde gelişmiş-kudurmuşların Gümrük Birliği anlaşmasıyla bize reva gördükleri; ‘satışını dondur, alımını hızlandır’ anlaşmasını günün yetkililerine imzalatmışlardır. Bu bir kölelik sözleşmesidir! Fetvayı imzalayanlar ülkeye döndüklerinde, “almadan verdik, helal olsun bize” diyeni, başkentte, çağırılı çığırtkanlarıyla, davul zurna eşliğinde kahramanlar gibi karşılanmıştır. Anonslarda “Avrupa Fatihi Geliyooooorrr denmiştir! Diğer ambargolar, gizli anlaşmalar da cabası… İdarecilerimizin çaktırmadan bende oldukları, sözde gelişmişin en temel özelliği, sormadan alıyor olmasıdır! İnsanı, tabiatı, ülkeleri, zenginlikleri kendi malı biliyor olmasıdır. Perva bilmez bir zulümle dünyayı kasıp kavuruyor olmasıdır. Buna karşılık gelişmemişler ise ‘DUR’ demekten korktuğu gibi, ayağa kalkmaktan, olup biteni anlamanın akıl kuvvetinden de mahrumdurlar.

Müslüman diyarında bu gerçekler hep örtüldü. Gerçeği görenler de susturuldu. Sonra da kendimizi, görmez ve bilmez ilan ettik. Zulüm fırtınaları korkuttu, akıl tutulmasını yaşattı. Fırtınanın çıkardığı tozu teberrüken içine çekenler, iktidar edasıyla itibar pozu verdi. “Vatan, Millet, Sakarya… Bunlar hepten angarya” notalı sözsüz bir müzik ortalığı kasıp kavurdu. “Yanılıyorsunuz!” diyenler bastırıldı, dışlandı.

 

“KAMBURUMUZDUR, SATILMALIDIIIRR…”

Dünden bugüne çok şey oldu ve idrakten mahrum bırakılan milletin hayatı günlük hayat rotası bile, ahlaksız propagandalarla değişti. Her yalancı umut, toplumu, umutsuzluk-çaresizlik girdabına mahkûm etti. Geçmişten habersiz, halin ve dünyanın gerçeğinden habersiz, karanlık geleceklere kaptanlık yapanlar, değerleri kirletmeye kapı aralayarak insanları çaresiz ve umutsuz, perişan kıldı. Yüzlerimizi katılaştırdı, tebessümü unutturdu. Halbuki bu toplum Müslümandır ve Müslümanın siyaseti/idaresi, imanındaki bağımsızlığa, birliğe, aile bütünlüğüne göre bina edilir. Yani Müslüman Türk’ün siyaseti, bağımsızlığı esas alırdı. Çalışmayı emir bildiğinden dolayı, gelişmeyle devam eder. Günümüze baktığımızda; ekonomide, bilimsel yönde, teknolojide, hukukta, uluslararası ticarette, fikir ve kültürde inkâr edilemez istismar var. Yapılanlara bakınca bu hâl ne geçici ne de arızidir. Süreklidir. Hatta dünkü kuşatma, bugün sarmala dönüşmüştür. Külhanbeyliğin çözüm olduğunu zannedip alkışlayanlar, yakın gelecekte acı sonu anlayacaklar ve hüsrana uğrayacaklardır. Tıpkı “KİT’ler zarar ediyor, kamburumuzdur, satılmalıdııırr!” diye ötenlerin ayak oyununu fark etmeden sevindirik olanlar gibi, anlayacaklardır bir gün. Çocuklarıyla işsiz-güçsüz kalarak tabi… Bu acı kayıpları hep perdeleyen, görünmez kılan; bazen takunya, bazen de siyasetin tacirlerince kullanılan sözde inanç ve siyaseti olmuştur. İnancın siyaset ve ticarete alet edilmesi, bezirganların ciddi sermayesi olup bütün hızıyla devam etmektedir. Millet iradesini reddettiren, yalan ve haramla beslenen ayrıca besleme olan azman bütün siyasetlerin vazgeçilmezi dini kullanmak olmuştur.

Her gelenin gideni arattığı bu la-yüsel yapı, değerleri yok etme istek ve iradesini, albenili imajıyla, bizden görünen paravan unsurlarıyla sapkınlıklarını gizler. Geçen her günün kaotik belirtileri gündem değiştirilerek, hissettirilmiyor. Her yalanın binası, günü gelince çöker ve gafilleri şaşırtır. Çünkü gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir kanunu-huyu vardır.

 

KAYBOLMAMAK İÇİN…

Giden gitti demeli, inşallah daha iyi anlamış olarak kalabalıklarla döneceğini umarak dua edilmeli. Kalanlarsa sürçmemeli, öykünmemeli, ataletini yenmeli. Hesabın önündeki murdar ikbal ve imkanlardan sakınmalı. Bizim asıl meselemiz budur. Yapmamız gereken mi? İstikametimizi kaybetmemek, eğer millet kalma davanızı unutmadıysanız tabi… Siyasi mücadelede önemli olan oydur diyerek gerçek ölçüyü ıskalarsanız, nitelik yerine niceliği önemsersiniz. Alavere-dalaverede şaşkınlığa kapıldıysanız, kendi değerinizi ve varlık sebebinizi unutursunuz. Düzmece oyunların akseden gürültüsüne kapılıp uzaklaşırsınız, kaybolursunuz veya kahrınıza boğulursunuz. Böylece, birinci hamlede siz de istikameti şaşırmış, önceden mesuliyette ortağı olduğunuz neticeleri, başarısızlık olarak sorgularsınız. Uzaklaşmaya mazeret icadı, nefsin uydurduğudur yalanlarla olur! Akıl şaşırıp, fikir kayınca, istikamet ibresinden sapmalar başlar. Hele yarım fikirliyseniz, dünya görüşünüz tam teşekkül etmediyse, öpücüklü operasyonla, kendinizi, kınadıklarınızın safında kıyama durmuş kahraman gibi görürsünüz. Misyonsuzlar, sizinle vizyon tazeler. Hırı duyulmayan bu hırsızlık, bir sürek avıdır, hep olmuştur.

Kalabalıklara iştirak, gurur vericidir, güven duygunuz zirve yapar! Kendinizi çok daha mutlu hissedersiniz, aldanabileceğinizi hiç hesaba katmadan! Ardından törpülenerek, işlevsiz kalarak, kolay yaşamaya başlarsınız. Derdiniz olmaz ki artık, derman arayışınız olsun. Sapkın ve nota bilmez bir yapıya, akordu bozulmuş alet gibi dahil olmak, geçmişteki yükünüzün ağırlığından veya aldığınız asitli rutubetlerden dolayı çürümelerinizden de olabilir. Taşıyamadıklarınızı, içinize gömülerek, tıkanıklığınızı bir kardeşinizle paylaşmazsanız, hâl (denge) krizleri geçirir, saparsınız. Veya vicdanınız iflas ettiyse, acınası halinizi unutur, geride kalanlarla uğraşırsınız! Aleyhte faaliyetlere geçer, hiç aklınıza gelmeyen memleketin taşrasını baştan başa gezer, zalimlerin baltasıyla çınarları keser yüzüstü bırakırsınız. Kimisi kökünden koparılarak poşetlenir. Kiralık kapıları kalabalık göstermek için oraya yığılır! Bunlar, dün sorumlusu oldukları insanları, zannın ve şüphenin kuyularına atanlardır. Aletlerin aleti olanlar, yarın İlahî azabın büyüklüğünden nasıl müstağni olacaklar acaba? Sorumluluk kadrosunun bir kısmı, bu hoyrat tasarrufu istismara dönüştürerek, emekleri çar-çurla heba etti. Bu işler, ciddi bir dış baskıyı, şantajı, korkuyu veya vaatlere bulanan kirli ikbal hesabını gerektirir olsa gerek.

Veya kimileri de edepli bir sükunetle, yaraya vesile olmadan, beraberliğinizde kaybettiği ümidini farklı alanlarda çabaya döker. Buna eyvallah denir! Bu anlaşılırdır. Üzüntüye ve kırgınlığa vesile olmaz. Edeple kalan gibi, edeple gidenlere, köşesine mazereti gereği çekilenlere sözümüz yok! Sevgimiz gibi saygımız da var! Gidip de kötüleyene, iftira edene, hasım olanadır sözümüz. Yine de deriz ki; bu elim zamanda, herkes elini vicdanına koysun. Şu anda olduğumuz yer, olunması gereken yer mi? Cevabı kendinde kalsın. Başka diyeceğimiz yoktur.

Davanın karargâhı; susanına, küsenine ve sağ-sol demeksizin bütün milletine açıktır. Sevgiyle bezenmiş bir kapıdır. Sadece fesada, budamaya, umutsuzluğa ve millet düşmanlarına kapalıdır.

 

KİTLELERİ, KİT’ler GİBİ ‘Hammm!’ EDENLERİN DÜMEN SUYU…

“Sana helal olsun, ayrılıp geldin ya!” sözleri, sizi kısa bir sürede, kısa bir zaman için, en öne sürükleyebilir. Ama kısa süreli vitrin malzemesi olduktan sonra, küflü raflara atılırsınız. Ardından kim bilir geri dönüşüme bile yollanabilirsiniz. Aşinası olmadığınız ama sevdalanıp kapıldığınız, muzaffer görünümlü, heder eden zavallı kalabalık safların özeti budur. Anlayan kim? Veya yıllar gerekli anlamak için! Endişeniz yok artık, sıkıntı ve stresiniz de yoktur bu çamur beldede! Öğrenme, düşünme, tebliğden muaf olmuş, mücadele zahmetinden de kurtulmuşsunuz. Zahmetlerden kurtularak, söylenenleri yapma kolaycılığına dahilsiniz. Kitleleri ‘ham’ edenlerin dümen suyu budur ve masum avlarını boğar. Avla getirdiğini değerlendirmez, amaçtan koparır, laftan projelerle uyutur. Millet hayatını sevk ve idarenin sorumluluğunu büyük laflarla haykıran bu azman yapılar ne size ne de diğer ehliyetlere ve çözümlerine yol vermez.

Toplumsal-ahlaki kıyımın, geriliğin tespiti, bizi sürüleşmeye zorlayan sosyal-fikri kaymaların tetikçi unsurlarını bilmeyi gerektirir. Yoksa gözünüzde her daim öncü ve başarılı görünürler. Vaz geçip yol değiştirenler, geçmişini gizler, çizer, anın sarhoşluğuyla mesttir. Hele de kotardıklarınız, nemalanmalarınız olduysa, değmeyin keyfine ağamın! Köşesinde sebepli-sebepsiz, özel durum ve mazeretleri nedeniyle aleyhte olmayıp sessiz kalan mahzunlar, asla bu çürük sepete konulamaz. Saygımız eksik olmaz onlara.

Demek ki… Vitrinler böyle… Sağlam yapıyı üç kişiyle de olsa, korumayı emreden bir değer ve öğreti dünyasından kalabalıklara pazarlanmışlığın kısa hikayesi bu! Halbuki insanlar, fikirlerle ve temel davaya sadakatiyle meskunsa, kurtuluşun çekirdeği, hayat bulur, hayatını bulur. Kalabalık ama kazığını düşmanın (dolaylı ve dolaysız) çaktığı derme-çatma yapılar ise ecnebi bir rüzgârın hortumuyla sizi yeni dünya düzeninin içine/kuyularına savurabilir. Sizi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’çu yapar, ocu-bucu yapar, anlamaz ama her şeyi anlayanlardan olursunuz. Ruhu kapanda ama posası yığılıp kalmış bu kalabalıkların vakitleri, hep mugalata yapanları alkışlamakla geçer. Sözle, sözde kalkınır, dünyaya kafa bile tutarsınız. Kafanızdaki miğfer bile sizin değilken… Bazen de kilisede papazlık yapmış tarihçi, Hıristiyan teoloji öğrenmiş fetvacı ve şu-

bucularımız, sucularımız, bir de uzun menzil koşucularımızın danışmanlığı çözüme çözüm ekler. Ele geçirilmiş medyadan vaaz dinler gibi keyifli yalanlar dinleyip, mistik bir iklimin coşkusuna kapılırsınız. “Değme keyfime” dersiniz.

 

“HUZUR MEDENİYETİNE EDEBİ YETEN TEK MİLLET, TÜRK MİLLETİDİR”

Hey garip ben… Çareni, sahtekâr kurtarıcılarda değil, kurtuluş mücadelesini bizzat vererek arayan benler, bizler, kardeşler! Ne kadar zor bir yolculuk değil mi, insanın var oluş yolculuğu? ‘Gidenle biten dava, dava olmaz’ denmişti. Geleni büyüten, değerli kılandır dava. İfrat ve tefritten uzak, ölçüler dahilinde insanı bütünleştirme derdinin adıdır dava. Dava mensubu, milleti için harçtır. Birleştirendir, gideni de milletinin her ferdi gibi bağrına basandır. Davanın unutulan amacı insanı sahih bir hayatla buluşmaya ve olgunluğa vesile olmaktır. Sorumluluğunu bütün insanlara karşı icra derdindedir. Merkezini kaybetmeden tabi… Varlığının anlamını, hayatının plânını, medeniyetinin tarifinde arayanlar ve bulanlar, mevzisini, milleti meşgulle zaman kaybettirenlerin mevzisi olamaz! Başka mevzilere sığınmaz er kişi. En yakışmayan mevzi de “Yol kesiciler” ile mistizmle insanı güdükleştiren iğdiş mekanizmalarınındır. Bu tuzaklardan kurtulan herkes bölük bölük Millet Davasına gelecektir. Bu asil davanın projesi her yönüyle milli, insani ve “Muhteşem Türkiye” sloganı ile yürüyen Millet Partisidir! Gücünü, sağlamlığını, doğruluğunu; insanlığın ve milletinin doğrularından alan, ülkemizdeki tek medeniyet hareketidir.

Acının, mutluluğun veya arayışın biricik varlığı olan insan, eskimez doğrunun yörüngesinden tanımsızlıklara iltihak için kopunca, kendini kötü niyetin sahiplerine veya düşmanın ağzında bir lokma olma sonucuyla buluşur. Demek ki; şaşkınlığa, tereddüde sebepler var. Doğruluk ve galibiyet bugün aynı safta değildir. Yalanın iktidarı, insanlık buhranının sorumlusu zulümle aynı saftadır. Yerel ve küresel hâl budur. Galibiyetin bugünkü mihveri, insanlarımıza ve insanlığa huzur sunan bir kültürle ne yazık ki ilgisi yoktur. Bugünkü galibiyet ve zenginliğin harcı; yalandır, talandır, entrikadır, iftiradır, kandır, zulümdür, sömürüdür! Asaletin manevi ikliminden bunlar haberdar değildir. Mutsuzluğunun acısını, ayarttıklarının marifetiyle insanlığa çektirmektedir. “Sadece elinde medeniyet burcunu inşaya malzemesi yeten tek millet, Türk Milletidir. Akıl taşlarını, adalet harcıyla bütünleyecek devletli millettir. Huzurlu bir dünyanın hayat binasını dikecek terbiye onlarda var” demektedir bir bilgin (yorumladım). Bu sözleri, Nobel ödülünü aldığı yıllarda, Pakistanlı Abdüsselam, övünçle söylemiştir. Bu bir hakikattir, doğru tespittir. Ancak biz, bunun sorumluluğuna eremedik! Türkiye, ancak kendini donatarak kanlı prangalardan sıyrılabilir. Maalesef bu yollar şimdilik kapalıdır, kapatılmıştır. Mutlaka açılacaktır. Türkiye, akledenlerini beyin göçüne mecbur etmezse, üretim şart ve hukukunu oluşturursa, doğru siyasetin rehberliğinde, ilmin refakat ettiği kurum-kuruluşlarını ehliyet ve liyakatle donatarak çöküşümüzü durdurabilir.

 

UÇTU UÇTU! KİM UÇTU?

Türkiye yaşadığı travmaları akıl, vicdan, tarih, milli kültür ve ilim süzgecinden geçirerek siyasetin alacağı tedbirlerle sonlandırmalıdır. Beyaz eşya değil, aklıselim kılan bilgi, gelişmişliğin tek ölçütüdür. Altından kıymetli değerlerimizin çarklarına monte edilen ithal kollar, takoz görevi görmektedir. Milleti varlık ve var olma şartlarından uzaklaştırıp, idealsiz bir sürü haline getirme mevcut siyasetin gözden kaçırılmayacak yanlışıdır. Derdimiz günlük polemiklere siyasi bir kılıf biçmek değildir. Dememiz odur ki; gelenin de gidenler, gidecekler gibi pusulasız olduğunu duyurmak için haykırmaktır.

Ya iktidarlarının üstünde iktidarlar var veya iktidarları seçme mekanizmamız arızalıdır, arızalıları seçiyor. Bu arızanın ortağı olmak da arızalı olmayı kabuldür. Bunlardan medet umanın durumu da budur! Akıl ve vicdan, doğruyu ve çaresini icrada gecikebilir ama hayattan kaçmaz! Çok laf, çok kavga, doğrunun sesini boğuyor. Millet perişan! Kavgalı mesuller, bizi ayrıştırdı, ötekileştirdi. Yetişmiş fidanlarımızı kökten sökerek kuruttu. Gündelik hayatımızda, ilişkilerimizde, barış ve birlik dini olan İslam ne bireysel ne de toplumsal hayatımızda bizi artık ahlaksızlıktan ve hukuksuzluktan alıkoymuyor. Milletten akıl, dua, güç alması gereken  devletin, kanı toplayıp milli güce ulaştıracak damarları, erdemsiz politikalardan dolayı tıkalıdır. Varoluşun, toplumsal hayatın olmazsa olmazı hukuk devleti, adalet ve hürriyetin yolu açılmalıdır.

Bugün dünyaya hükmeden adamlar bizim devlet ve milletimizin bütün sırlarını biliyor. Gelirini, giderini, hammaddesini, yeraltı-yerüstü kaynaklarını, insan potansiyel ve profilini, meziyet ve zaaflarını biliyor. Biliyor ve bize yön veriyor. Milletin akdi ve nakdi bütün varlığı da ipotek altındadır, bu saklanıyor. “Türkiye uçuyor” diyorsunuz! Uçuyorsa bu kadar fakirlik, iflas ve borç neyin nesidir?

 

VİTRİNE Mİ, KÜFLÜ RAFLARA MI?

Çaldıklarını yetişmiş insanları vitrinlik biblo olarak kullananlar; sahte umutların tacirleridir. Meslekleri; kirlerini ve çöplerini boyamaktır. Halkın gücü, filmin aslını görmeye yetmiyor. Doğrular gizleniyor. Hakkı bilmeyenin halkı da aciz kalıyor. Bu kafalarla, ayartılmış veya tayin edilmişlerle, ancak, halkla halk dövülür. Çünkü halk, tezgâhları, tuzakları bilmez. Halk; bilimsel ve toplumsal örgütlenmelerle eğitilir, yanıltılmaz, şartlandırılmaz ise problemini çözecek yöneticilerine güç verir, arka olur. Bugün bilgisiz bırakılmış ve kışkırtılmış halk, enerjisini ve hayatını, bedavacılar için tüketiyor. Kimisi yem olup bitiyor, kimisi de yemlenerek kullanılıyor. Emperyalizmin isteği; kullandığı ve yönlendirdiği, algı operasyonlarıyla milliliği iğdiş edilen, asabi, bir anda öfkelenebilir kitlenin oluşturulmasıdır. Kitlede fert rahat bırakılmaz, sürekli budanır, bodurlaştırılır. Küresel seyriyle artık halk, bildikleriyle değil, duyduklarıyla yaşayandır. Hiçbir zaman solo söyleyemez, koroya uyumludur tepkisi, sesi. Hayatının kararını bile kendisi değil birileri verir.

Kalabalık veya halk; belirlenen hedefe ve doğru olan karara inanarak canını feda eder. Heder olmamak için, tarihin her döneminde adanmışlığın sonuçlarını zaferle devşiren milletimiz, bütün imkansızlıklara rağmen en son Kurtuluş Savaşında Türkiye hedefine kilitlenerek gereğini yapmış ve bağımsızlığını kazanmıştır. Hedef kesin, karar doğru, sonuç gelecek nesillerin iftiharla anacakları bir yazgı…

Diğer taraftan halk, şartlandırılıp yanıltılarak yanlış buyruğa da başını verebilir. (Hitler Faşizmi). Yani, halk ve kalabalık o kadar da inandığına karşı sadakat sahibidir. Bütün bu işler; inandırılarak veya kandırılarak yaptırılır. Zaferler inananlarınken, yenilgiler, aldatılmışların mutlaka karşılaşacakları sondur. Bunun için iktidar olmak da iktidarları değiştirmek de emperyal şebekeler için zor bir iş değildir. Siyasal geçmişimizde örnekleri vardır.

Meselemiz, meselemiz… Meselemiz; Türk Milletidir! Sorunlarımızdır ve sorunla kavgadır, sorunluyla kavga değil, anlamıyorsa haddini izah ederek bildirmektir. Zaten sorunu teşhis, tedavinin yarısıdır. Siz sorumlulukta neredesiniz? Unutmayalım, sorun kat sayımız IQ katsayımız değildir!

 

Yorum Yapın

Navigate