KÜRESEL JEOPOLİTİKLERİN KESİŞME NOKTASINDA TÜRKİYE JEOPOLİTİĞİ

Türkiye Batı uygarlığının geliştirip takip ettiği Jeopolitik stratejiler ile yeni Rusya’nın jeopolitik stratejisi ve Çin’in bölgesel ve küresel jeopolitiği tarafından kuşatılmış bulunmaktadır. Bu kuşatma karşısında Türkiye kendisini Batılı ittifak içinde konumlandırmış ve Batı medeniyetinin çağımızdaki icadı olan Avrupa Birliği’nin parçası olmaya adamıştır. Bu haliyle Türkiye kendisine tam bağımsızlık yerine “Stratejik Özerklik” olarak adlandırabileceğimiz bir jeostrateji seçmiş görünümdedir. Ancak giderek daha buyurgan hale gelen Avrupa ailesinin talepleri ve İttifak ilişkileri ile Türkiye’nin ulusal ve bölgesel çıkarları ile Türk dünyasına karşı sorumlulukları Türkiye’nin “stratejik özerklik” seçeneğini sorgulamasına neden olmaktadır.

Batı’nın Kara Hakimiyet jeopolitiği Türkiye’yi Kalpgâhı kontrol eden bir konumda görmektedir. Bu nedenle Kalpgâha yönelik her strateji Türkiye’yi hesaba katmak ve kontrolünde tutmak istemiş ve istemeye devam edecektir. Özellikle Kalpgâhı kontrol altına almayı hedefleyen Kenar Kuşak Jeopolitiğinin Türkiyesiz gerçekleşmesi nerdeyse imkânsız olacağından, Türkiye’nin jeopolitik konumu hayati değer kazanmaktadır. Türkiye’nin jeopolitik değeri Batının Deniz Hakimiyet Teorisi bağlamında bir kat daha artmaktadır. Üç tarafı denizlerle çevrili ve daha önemlisi Karadeniz ve Akdeniz gibi geçmişte ve günümüzde ticari ve askeri önemi daima en yüksek stratejik seviyede olan bu denizleri birleştiren Boğazlar Türkiye’nin kontrolündedir.

Türkiye’nin kendi bölgesinde denizlerdeki çıkarlarını koruma gayretine, bu bölgedeki jeostrateji mimarları tarafından adeta “düşmanca hareket” muamelesi yapılmaktadır. Batı uygarlığı Türkiye’nin karşısına; Türkiye’nin de içinde bulunduğu ittifakla, yine Türkiye’nin ait olmak istediği Avrupa ailesi ve Müslüman Ortadoğu ülkelerinden oluşan ittifakını, yani ABD-AB-Körfez ittifakını çıkarmıştır. Bu durum ittifak ve birlik içindeki “Stratejik Özerklik” beklentisini boşa çıkarmaktadır.

Hava ve Uzay alanında geliştirilen jeopolitik teoriler dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye için de geçerlidir. Yani Türkiye’nin bölgesinde etkin bir hava ve uzay gücüne sahip olması günümüzün ve gelecek çağların vazgeçilmez yetenekleridir. Deniz ve Kara gücünde olduğu gibi hava ve uzay gücünde de bağımsız ve kendine yeterli olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Ancak her iki alanda Türkiye gibi merkez konumda olan bir ülkenin bağımsız hava ve uzay gücü bulundurması bölgemiz üzerinde hesabı olan küresel jeopolitik tarafından uygun karşılanmamaktadır.

Rusya jeopolitiğinin ağırlık noktası Güney bölgesi yönündedir. Rusya’nın Karadeniz, Boğazlar, Kafkaslar, Akdeniz, Suriye ve Kuzey Afrika jeostratejisinin önünde Türkiye bulunmaktadır. Rusya’ya göre Türkiye ya yanında olmalı ya da yoldan çekilmelidir. Diğer yandan Rusya’ya göre, Türkiye’nin orta uzun vadede Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile sağlayacağı birliktelik Rusya’nın kontrolü dışına çıkmamalıdır. Özetle Türkiye Rus jeostratejisi tarafından çevrilmeye devam etmektedir. Aynı Rus jeopolitiği Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk dünyasını da çevrelemiş bulunmaktadır. Bu ülkelerin çoğu arasında coğrafi ve etnik temelli sıcak ihtilaf konuları yaratılmış ve bu ihtilaflar anılan ülkeleri Rusya’ya yaklaştırmaya neden olmaktadır. (Tacikistan 1929 yılında Özbekistan’dan bağımsız yapılırken Tacik çoğunluklu Semerkant ve Buhara Özbekistan içinde, Özbek çoğunluklu Havcent Tacikistan’a verilmesi İsfara vadisi ihtilafı ile birlikte sürekli çatışma konusu olmuştur. Bugünkü Kırgızistan toprakları içinde dört bölge, Özbekistan’a iki bölge Tacikistan’a verilerek sürekli çatışma ortamı hazırlanmıştır, Nahcivan’ın Azerbaycan’dan koparılması, Kazakistan kuzeyinde Rus nüfus artışı benzer çatışmalar için hazırlanmış bilinçli ihtilaflardır). Türkiye’nin bu stratejiyi bilerek kendi jeopolitiğini oluşturması uygun strateji ile karşı adımlar atması gerekmektedir.

Çin jeopolitiğinin Doğu Türkistan’daki Türk ve Müslüman kimliğine yönelik baskıcı politikası ve yine Çin’in Orta Asya’dan Türkiye’ye uzanan “kuşak” jeopolitiği orta uzun vadede Türkiye’nin ve hatta Rusya’nın Orta Asya stratejik politikalarına etkisi olacaktır. Bu bağlamda Çin ve Rusya’nın Orta Asya ve Batı Asya’daki jeopolitiği, eğer yeterli bilinçlenme olmazsa, Türk dünyasını jeopolitik bir kaosa sürükleme potansiyelindedir. Türkiye’nin Orta Asya’daki akraba Türk dünyası ile jeopolitik ilişkisi bu olası kaosu dikkate almak ve aşmak zorundadır.

Sonuç olarak Türkiye günümüzde halen geçerliliğini sürdüren Batı medeniyetinin, Rusya’nın ve Çin’in jeopolitik yaklaşımları tarafından kuşatılmış bulunmaktadır. Aynı kuşatma Orta Asya Türk dünyası için de söz konusudur. Türkiye bu çevrelenmişlikten sağlam bir jeopolitik yaklaşımla avantajlı çıkabilir veya teslimiyetçi (ya da mandacı) bir anlayışla tam bir kaosa sürüklenebilir. Jeopolitik yaklaşımların bir devamı olan ve Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında hayat bulan ideolojik akımlar da Türkiye için tam anlamıyla “yol ayırımına” işaret etmektedir.

Huntigton ve Türkiye. Huntington’un İslam medeniyeti ile ilgili tespitlerinin bir diğer önemli boyutunun, İslami uyanışın gerçek olduğu fakat kenetlenmeden yoksun bir bilinç olduğudur. Bu konuda özetle; ümmet anlayışına sahip iktidar merkezleri arasındaki rekabetin başarı şansına sahip olmadığını, ancak ekonomik kaynaklara, askeri güce, güçlü bir örgütlenmeye ve İslami kimliğe sahip bir veya daha fazla ulus devletin çekirdek devlet olarak eylemleriyle ümmete hem siyasal hem de dinsel düzeyde liderlik ederek kenetlenme sağlayabileceğini vurgulamaktadır. Bu kapsamda Endonezya, Mısır, İran, Pakistan ve Suudi Arabistan’ı değerlendirerek çekirdek devlet olma özelliğine sahip olmadığını belirten Huntington, Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında benzersiz bir yeri olduğunu, çekirdek devlet olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe askeri yetenek ve geleneğe sahip olduğunu, ancak Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir topluma dönüştürdüğünü, Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslami liderliğe soyunma olasılığı olmadığını özellikle vurgulamaktadır.

Özetle Huntigton Türkiye’ye Batı üyeliği için “yalvarıp duran bir dilenci rolünden” çıkarak ve laikliği terk ederek İslam dünyasının kenetleyici çekirdek devleti olmasını ve İslam dünyası ve medeniyetinin liderliğini üstlenmesini teklif etmektedir. Doğal olarak bu önermenin sorgulanacak çok boyutu vardır. Türkiye’ye yüklenmek istenen bu sorumluluğun değişik boyutları ayrı bir inceleme konusu olmakla birlikte, öncelikle diğer Müslüman ülkelerin laiklik ve demokrasi konusunda neden ayak diretmekte olduğunun sorgulanması gerekmez mi? Türkiye’nin 100 yıla yaklaşmakta olan birikimlerinin model olarak ele alınmasının önündeki engelleri kaldırmak söz konusu ülkelerin sorumluluğunda değil midir?

.

Bir dönem Ortadoğu, Orta Asya, Afrika, Akdeniz ve Avrupa’da küresel ölçekte egemenliği olan Türk-İslam medeniyetinin entelektüel güç kaybı, Batı medeniyetinin doyumsuz iştahına hizmet etmiş ve kabileler ve Krallıklar halinde parçalanmıştır. Bu yıkıma karşı “Misak-ı Milli” sınırları ve değerlerine bağlı olarak ayakta kalabilen ve ulus devletin tüm kurumlarıyla tutunabilen Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Onun meydan okuyuşu bir noktadan sonra Batı medeniyetinin acımasız saldırılarına son vermiştir. Türkiye’nin bu direnci ve başarısı Türk-İslam coğrafyası başta olmak üzere tüm mazlumlara umut ışığı olmuş, benzeri direnişlere ilham kaynağı olmuştur.

  • Yeşil Kuşak ve Türkiye. Müslüman ülkelerin coğrafi konumundan istifade amacıyla Sovyetlere karşı fiilen kullanılmış, Soğuk Savaş sonrasında ise Selefi ve Vahabi akımlardan türeyen El-Kaide ve DAEŞ gibi yapılanmalarla İslam dünyasının iç çatışmalarında kullanılan bir jeostratejiye dönüşmüştür. Sonunda Yeşil Kuşak projesi Batı’nın İslam dünyası içinden gönüllü savaşçı devşirmesine hizmet etmiş ve yine İslam dünyasına dönük stratejik bir silaha dönüşmüştür. Bu silah bir yandan İslam dünyası içinde çatışmalara neden olurken diğer yandan Batı uygarlığının İslam dinini terörizm ile özdeşleştirme gayretine hizmet etmiş ve etmektedir.

Sovyet coğrafyasının kenar kuşağındaki Türkiye’nin Yeşil Kuşak Projesi’nin hedefi olmadığı ve ondan etkilenmediği söylenemez. Türkiye’de siyasal İslam olarak adlandırılan bazı siyasi akımlar ve örgütlenmeler bu projenin yansımaları olarak ortaya çıktığı kuvvetle tahmin edilmektedir. Özellikle Selefi-Vahabi akımlarla, İŞİD gibi terör örgütlerinin tahribatının derinliği henüz ölçülebilmiş değildir. Daha da önemlisi Yeşil Kuşak Projesinin hayat bulduğu yıllarda ortaya çıkan ve sadece Türkiye’de değil başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere 4 Kıtada 114 ülkede, 2.000’i aşkın okul formatında örgütlenen Fetullahçı akımın ABD himayesinde olduğu aleniyet kazanmıştır. Türkiye’de Huntington’un da yol gösterdiği bir değişimi sağlamak iddiasıyla darbe teşebbüsünde bulunmuş ve mensuplarının çoğu Batı dünyasının himayesine sığınmış bulunmaktadır. Sonuç olarak Yeşil Kuşak Projesi Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yönelik bir hareketin başlamasına neden olmuş, komşu Müslüman coğrafyadaki tahribatı Türkiye’nin istikrarını sarsmış ve sarsmaya devam etmektedir.

  • Büyük Ortadoğu Projesi. Bu proje ile Fas’tan Çin’e kadar uzanan Müslüman ülkelerine demokrasi getirmek iddiası altında daha güçlü hegemonya sağlanması, 22 ülkenin sınırlarının değiştirilmesi ve Büyük İsrail’in inşası hedeflenmiş, bu bağlamda Arap Baharı ateşlenmiş, tüm bu amaçlarla ABD’nin askeri müdahalesi başlamış ve bu kapsamda ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’dan sorumlu Merkezi Kuvvetler Komutanlığının Ortadoğu’ya yerleşmiştir. Bu proje bağlamında Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de yaşananlar Türkiye’nin bekasını doğrudan ilgilendirir hale gelmiştir. Halen İran’a karşı yapılan girişimler bölgede yeni bir yangına neden olacak potansiyeldedir. Özetle Büyük Ortadoğu Projesinin ilk çıkışında Türkiye, Bernard Lewis’ in de vurguladığı gibi “model ülke” olarak gösterilirken, gelişmeler Türkiye’nin ateş çemberi içinde kaldığını ve hatta hedef ülke konumuna evirildiğini de göstermektedir.

Türkiye Jeopolitiği

Türkiye Batı’nın hayata geçirdiği jeopolitik uygulamalar ile medeniyetler çatışması bağlamındaki ideolojik, siyasal ve sosyal akımların etkisi altındadır. Türkiye coğrafi ve kültürel bağlamda Doğunun en Batısında, Batının en Doğusundadır veya Avrupa’nın Asya uzantısında, Asya’nın Avrupa uzantısındadır. Jeopolitik, kültürel ve ideolojik kuşatılmışlık Türkiye’yi “Merkez” ülke konumuna getirebileceği gibi, yüksek bir “kaos” ortamına da sürükleyebilir.

Coğrafyanın jeostratejiye yansıtılmasında coğrafi konumla birlikte, nüfus, ekonomi, doğal kaynaklar, enerji kaynakları, askeri güç, bilimsel ve teknolojik güç gibi faktörlerin etkisi olduğu gibi asıl yönlendirici motivasyon topluma sunulan gelecek vizyonudur. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin “jeopolitik stratejik” istikametinin ne olduğudur. Batı’nın, Rusya’nın ve Çin’in geliştirdiği ve yüzyıllara sari jeopolitik uygulamaların hepsi kendi medeniyetlerinin gereği olarak toplumlarına hazırladıkları geleceğin tasarısından kaynaklanmaktadır.

O halde Türkiye’nin gelecek tasarısı ne olmalıdır ve bu geleceğin jeopolitiği ne olmalıdır? Kuşatılmış olduğunu belirlediğimiz stratejik konumunu ve potansiyelini bir “merkez” durumuna dönüştürebilecek midir? Yoksa başka jeostratejilerin kesişme noktasında ve onların etkisi altında “kaos” mu yaşayacaktır? Elbette Türkiye için doğru olanı tarihinde ve Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesinde yatmaktadır. Türkiye’nin “Jeopolitik Merkez” konumu; kendine özgün inkişafı ile, bağımsız hareket yeteneği olan ve her bakımdan kendine yeterli bölgesel bir güç olma fırsatı sunmaktadır. Bölgesel güç olmak demek; ülkesinde, Akdeniz’de, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da güç olmak demektir. Türkiye’nin bölgesel güç olması onun, laik, demokratik hukuk devleti yapısını korumasına, NATO ittifakı içinde kalmasına ve AB ile bağımsız ilişkiler geliştirmesine engel değildir.

Nitekim Huntington da Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı eserinde Türkiye’nin stratejik istikametine şu şekilde işaret etmektedir: “Mekke’yi reddeden ve Brüksel tarafından reddedilen Türkiye, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte Taşkent’e yönelme fırsatı yakaladı…Azerbaycan ve dört Orta Asya Cumhuriyetine, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a önem verildi… Türklerin kendilerinin oluşturduğu bir Türk modelinin -pazar ekonomisine sahip laik, demokratik bir Müslüman devlet- İslami köktendinciliğe bir alternatif olduğunu düşünmektedir”. Oysa Atatürk Türkiye’nin bu jeopolitiğine 10’ncu Yıl Nutkunda işaret etmişti. “Sovyetler Birliği parçalanabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Milletler nasıl hazırlanır? Manevi kökleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Dış Türklerin bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerek”. Yine Atatürk “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafı ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” idealini daha 1933’te dile getirmişti. İşte Türkiye’nin medeniyete, kültüre ve coğrafyaya dayalı jeopolitik stratejik istikameti budur ve bu olmalıdır. Türkiye’nin bu jeostratejisinin kısa vadede gerçekleşeceği beklentisine girmek hata olur. Böylesi bir jeopolitik istikamet nesiller boyu sürdürülebilir olmalıdır.

Türkiye her şeyden önce iç cephesini kuvvetlendirmelidir. Bu amaca yönelik olarak bağımsız hareket yeteneğini öncelemelidir. Bağımsız hareket yeteneğinin geliştirilmesi için; kendi içinde bu bilinçle donatılmış bir entelektüel birikim oluşturarak; sosyo kültürel, ekonomi, bilim ve teknoloji alanlarında önceliklerini belirleyerek geleceğini şekillendirmelidir. İç cephesini her yönden tahkim etmiş olan Türkiye, bölgesinde ve Türk dünyasında kenetleyici bir rol üstlenebilecektir. Bu bağlamda; Bilimsel ve teknolojik kapasitenin artması için öncelikleri belirlenmiş devlet stratejisi geliştirilmelidir. Bu kapsamdaki hedefler salt savunma araç gereçlerinin geliştirilmesi değil, sosyo ekonomik ve sosyo kültürel kalkınmasını sağlayacak şekilde çok amaçlı olarak belirlenmelidir. Askeri bağlamda caydırıcı güç oluşturulmalıdır. Bu amaçla bölgesel denizlerde, havada ve uzayda bağımsız güç sahibi olunmalıdır.

Her şeyden önce “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak tanımlanan milli menfaatini, Batı ile entegrasyon projesine dönüştürme hatasından dönmelidir. Türkiye bağımsız bir ülke olarak eşit şartlarda Batı ile her türlü siyasi, ekonomi ve teknolojik alanlarda ilişkisini sürdürebilir ancak bu Batı uygarlığı ve onun kurumsallaşmış şekli olan Avrupa Birliği üyeliği peşinde zaman kaybetmemelidir. Huntington’un iddia ettiği gibi Atatürk’ü ve laikliği terk etmeye gerek olmadığı gibi, bilakis bu değerlerle sağlanabilecek birliktelik daha gerçekçi ve çağdaş bir medeni yaklaşım olacaktır.

Türkiye laikliği, demokrasiyi ve insan haklarını garanti eden Türk ve İslam medeniyetiyle bütünleşmiş olarak “kendisi” olmalıdır. Türkiye bu kimliğini siyasi, askeri, ekonomik, teknolojik alanlarda tahkim etmelidir. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile laiklik ve demokrasi üzerine bina edilecek kültürel, ekonomik ve siyasi iş birliği ve ortaklık geniş tabanlı kabul görecektir. Türk dünyasının bu değerler etrafında kenetlenerek gelişmesi en doğru istikamet olacaktır. Bu istikamet Türkiye’nin ve Türklüğün sahip olduğu Türk-İslam medeni vasfının laik ve demokratik değerlerle daha da büyümesini sağlayacaktır.

Türkiye’nin bu yeni medeni kimliğinin jeopolitik alanı öncelikle ülkesinde ve etrafında bekasını sağlayacak tedbirleri kapsamalıdır. İkinci aşamada bu tedbirlere paralel olarak Kafkaslar ve Orta Asya’yı hedeflemelidir. Türk dünyası ile geliştirilecek bu ortak payda bir yandan Türkiye’yi kenetleyici lider ülke konumuna getirecek, diğer yandan aynı medeni mensubiyete sahip diğer İslam ülkeleri için de aynı milli kurtuluş savaşında olduğu gibi model, hatta önder bir ülke olacaktır.

Türkiye’nin Batı ülkeleri ile İttifak içinde olması bu gelişmeye mani değildir. Tam aksine İttifak ayakta kaldığı sürece üyelik sürdürülmelidir. Türkiye, İttifakın gelecek dönemlerde Rusya ve Çin jeopolitiğine karşı geliştireceği yeni stratejilerden yararlanarak orta Asya bölgesi için lider ülke konumunu üstlenebilme avantajına sahiptir ve akılcı bir stratejiyle hayata geçirmelidir. Böylece Atatürk’ün geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacağını söylediği Türklüğün medeni vasfı vücut bulacaktır.

 

Yorum Yapın

Navigate