Lozan da Lozan

İbrahim AYAN

Lozan hazımsızlarının sıkça dile getirdikleri konu adalar, Musul, tazminat meselesi ve Osmanlı’dan kalan diğer kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki topraklar (Mısır) konusunda İsmet Paşa’nın sözde tavizkar, teslimiyetçi tutumudur. Bir defa Lozan’daki müzakerelerde delegelerin neleri, nasıl savunacaklarına dair 14 maddelik bir talimatname hazırlanmıştır. Lozan’daki Türk heyetine yön veren işte bu talimatname olmuştur. Mustafa Kemal’in, Rauf Bey’in, Fevzi Paşa’nın, İsmet Paşa’nın ve bütün bakanların imzasını taşıyan 14 maddelik bu belge fevkalade önemlidir.[1]           

Doğu Anadolu’da Ermenistan’ın kurulmaması, kapitülasyonların kayıtsız şartsız kaldırılması, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında yabancı asker bulundurulmaması ve orduya sınırlandırma getirilmemesidir. Bunun dışındaki Irak sınırı, Adalar, Osmanlı Borçları, mübadele, savaş tazminatı, ülkemizde bulunan yabancı kurumların Türk hukukuna tabi tutulması ve sınırlarımız dışındaki Müslüman vakıfların zamanında yapılmış anlaşmalarla haklarının devamı gibi konuların müzakere ile çözülmesi talimatları verilmiştir. Yani TBMM Lozan’da birinci öncelik olarak tam bağımsızlığa önem vermiştir. Milli mücadele önderleri yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir şekilde bağımsızlığını ve egemenliğini zedeleyecek bir antlaşmaya imza atmayacaklarını kesin olarak belirtmişlerdir. Lozan görüşmelerinde İngiltere, 1. Dünya Savaşı’nın tazminatını istemektedir. Türkiye; Musul Kerkük ve Süleymaniye’yi isterken, işgali altında bulunan bu şehirlerde İngiltere manda rejimlerinin devam etmesini uygun görmüştür. Bunlar gibi daha birçok konuda bizim Lozan hazımsızlarının büyük beklentiler içinde bulunmaları dönemin gerçekleriyle uyumlu değildir. Fransa mali, hukuki kapitülasyonlarda katiyen geri adım atmazken, Türk tarafı kapitülasyonların kaldırılması konusunda tavizsiz davranmıştır. Lozan’da Türk Heyeti’nin yaşadığı en büyük sorunlardan birisi telgraf sorunuydu. İngiliz İstihbaratı, telgraf hatlarına girerek Lozan’la Ankara arasındaki haberleşmeyi öğrenerek, şifreleri çözerek Lord Curzon’a bildiriyordu.[2]

Teknolojik ve gelişmişlik yönünden batının fersah fersah gerisinde bulunan Osmanlı’nın pek tabii kendisine ait bir telgraf hattı da yoktu. Türkiye’ye Doğu (İngiliz) ve Romanya üzerinden geçen Köstence (Fransız) telgraf hatları uzanıyordu. Türk Heyeti’nin telgraflarının istihbarat ajanlarınca karşı tarafa iletilmesinin başlıca sebebi budur. Türkiye’ye giden telgraflar giderken okunduğu gibi Türkiye’den gelenler de ya oldukça gecikiyor ya da silik bir şekilde oluyor, okunmuyordu. İşte bu konuyu alay konusu yapan akılsızların ülkenin 1923’deki halini hayal edebilmeleri için güzel bir örnek olarak önlerine konulabilir.(3) Ege adaları 1912’deki Balkan Harbi’nde, Yunanistan tarafından işgal edilmiş ve akabinde Atina Antlaşması’yla Osmanlı bunu tanımıştı. On iki ada 1911’de İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Lozan’da Türk Heyeti’nin Ege adaları konusunda fazla direnç gösterememesinin sebebi adalarda Fransız ve İtalyan gemilerinin, İstanbul’da ise İngiliz savaş gemilerinin bulunmasıydı. Türkiye’nin ise deniz gücü bulunmamaktaydı. Lozan’da madenlerle ilgili gizli maddeler olduğunu belirtip, madenlerimizin 2023’te kullanım hakkının sona ereceği yazıldı. Osmanlı’da maden işletme hakkı verilmiş birçok maden görmek mümkündü, değerli taşların ve madenlerin Osmanlı zamanında çıkarılma işini batılı tüccarlar yapmaktaydı. Almanlar’ın, Ortadoğu ve Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmak amacıyla yaptığı BağdatHicaz demiryolu gibi, Anadolu’da değerli madenlerin bulunduğu arazilerde yapılan demiryolları ve karayolları yabancılara ait olup, bu yollar madenlerin yurtdışına çıkarılması amacına hizmet ediyordu. Lozan nihayetinde on yıllık savaştan sonra barış için yapılmış bir uzlaşmadır ve Türkiye’nin kuruluş senedidir. Antlaşmanın 100 yıllık süreliğine olduğunu düşünmenin siyasi bir hedeften öteye gitmez, 2023 yılında son bulacağını iddia etmenin hiçbir dayanağı yoktur. Belgesi de yoktur. Çünkü Lozan’da bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Nüfus mübadelesi, hukuk birliği sağlanmıştır. Azınlıkların haklarına düzenlemeler getirilmiştir. Nüfus homojenleşmiş, adli ve mali kapitülasyonlar kaldırılmış, Osmanlı borçları sorunu çözülmüş, sınırlarımız ve boğazlar sorunu büyük ölçüde halledilmiştir.

Lozan’ı Eleştirenler Bir Hatıra!

Bir akşam, İngiltere temsilcisi ve Konferans Başkanı Lord Curzon, ABD temsilcisi Mr. Child ile birlikte İsmet Paşa’yı ziyaret eder. Havadan sudan konuştuktan sonra Lord Curzon asıl konuya gelir, konferansın iyi gitmediğinden şikâyet eder ve ayrılmadan önce tane tane, üstüne basa basa şunları söyler:

“Bir neticeye varacağız ama biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz. Her dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyor, hepsini reddediyorsunuz. En sonunda şu kanaate vardık ki ne reddederseniz, her birini cebimize atıyoruz. Ülkeniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende vardır, bir de şu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz, hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlar’dan mı? Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız, harap bir ülkeyi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkarıp size gösterecek, önünüze koyacağız.” (Turgut Özakman’ın “Cumhuriyet: Türk Mucizesi”) Curzon’ın tehdidinden kendisine ders çıkarması ve devleti yönetme sırası kendisine geldiğinde ona göre politikalar uygulaması icap eden İnönü, gerekenin tam tersini yaptı. İnönü, Curzon’ın tehdidinin gerçekleşmesine sebep olacak süreci başlattı: ABD’ye imtiyaz tanıyan ilk anlaşmayı, ABD ve sonrasında diğer Batılı devletlerle borçlanma anlaşmalarını, eğitim anlaşmalarını, askerî işbirliği anlaşmalarını bizzat kendisi yaptı. Ardından gelen iktidarlar da (A. Menderes, S. Demirel, K. Evren, T. Özal, B. Ecevit, R. T. Erdoğan…) İsmet İnönü’den hiç geri kalmadılar, hatta daha ileri gittiler; kimi Atatürkçülük adına, kimi milliyetçilik adına, kimi din adına, kim sağ, kimi sol adına… Ama hep Türk Milletinin zararına olan bir süreci durmaksızın işlettiler. Lord Curzon’ın dediği gibi “savaşarak kazandığı ne varsa, masada birer birer geri veren bir Türkiye!… (Aslı K. Demircan, Yeniçağ, 4.3.2012.) Avrupa Birliği’ne girmek için verdiklerimize gelince: Çerçeve Belgesi’nin 2. maddesinde yer alan ‘tam üyeliğin olmaması durumunda Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam olarak demirlenmesi sağlanmalıdır’ ifadesi ile 3. maddede yer alan ‘hazmetme kapasitesi’ birlikte değerlendirilmeli ve yorumlanmalıdır. AB’nin diğer seçenekleri (imtiyazlı ortaklık ya da özel statü) fiilen gerçekleştirmek yolunda olduğu rahatlıkla görülebilir. Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi’nde karasularının genişliği kıta sahanlığı ve hava sahasının kullanımı ve birçok adanın aidiyeti konularında sorunlar yaşanmaktadır Esasen, tüm bu sorunların temelinde Yunanistan’ın Ege Denizi’ni bir Yunan denizi haline getirmek amaç ve politikası yatmaktadır. Türkiye, yıllardır bu sorunun çözümünün Yunanistan ile karşılıklı müzakereler yoluyla, Ege Denizi’nden eşit faydalanma ilkesine uygun olarak çözümlenmesini savunurken, Yunanistan sorunları bir paket halinde uluslararası bir merciiye götürmek istemiştir.
Kopenhag Kriterleri

Esasen, ne Kıbrıs ne de Ege Denizi sorunları Kopenhag siyasi kriterlerine ait değildir. 17 Aralık Zirvesi Sonuç Bildirgesinde ve 3 Ekim Müzakere Çerçeve Belgesi’nde Kopenhag kriterleri dışında Kıbrıs ve Ege’ye ayrı paragraf açılmak suretiyle özel bir düzenleme yapılma» bunu açık olarak göstermektedir. AB şimdiye kadar üye olan hiçbir aday devletin dış politikaya ilişkin meselelerini müzakere çerçeve belgesinde ayrıntılı düzenleme ihtiyacı duymamıştır. Söz konusu Türkiye olunca, Kopenhag Kriterleri dışında, gerek Sonuç Bildirgesi’nde gerekse Çerçeve Belgesinde dış politikaya ilişkin böylesine ayrıntılı ve yönlendirici taleplerin bir yükümlülük ve şart olarak oraya konmasının ciddi olarak sorgulanması gerektiği kanaatindeyiz.
Gümrük Birliği

Türkiye’nin 1996 yılından beri yürürlükte olan Gümrük Birliği konusunu, AB ile yeniden masaya yatırması gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü 2025 yılına kadar süren Gümrük Birliği olmaz. İç ve dış ticari politikalar konusunda ekonomik iradesini tek taraflı olarak AB’ye teslim etmiş olan Türkiye’nin AB’nin diğer 3 temel serbestisinden (kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımından) yıllarca yararlanamaması ekonomik olarak ve hukuken kaldırılabil ek bir durum değildir. Çünkü Avrupa Topluluğu Andlaşması’nın 14. maddesinde belirtilen 4 temel serbesti (malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı) AB hukukunda bir ‘bütün’ olarak mütalaa edilmektedir. (aynı paragraf tekrar ediyor) Çerçeve Belgesi’nin 7’inci maddesi katılıma kadar geçecek zaman içinde, Türkiye’nin üçüncü ülkelere yönelik politikalarını ve uluslararası örgütlerdeki tutumlarını (tüm AB üyesi ülkelerin bu örgütlere üyeliklerini ve düzenlemelere katılımlarını da içerecek şekilde) Birlik ve üye devletler tarafında kabul edilen politikalar ve tutumlarla tedricen uyumlu hale getirmesini öngörmektedir. Bu maddenin belgeye konmasındaki asıl amacın Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ın NATO’ya girişi önündeki vetosunu kaldırmaya yönelik olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Rumlara karşı uluslararası alandaki en önemli kozu NATO üyeliği konusundaki veto hakkıdır. AB organları tarafından (başta Avrupa Parlamentosu) yapılan ‘Tavsiye’ ve ‘Görüş’ hukuken bağlayıcı etkileri yoktur. Buna rağmen 1O. maddede müktesebat kapsamında sadece andlaşmalar, yargı kararları tüzük ve yönergeler değil ‘Avrupa Parlamentosu tavsiye kararları da hukuken bağlayıcı hale getirilmektedir. Türkiye açısından bu ne anlama gelmektedir? Özellikle, Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni Soykırımı ve Kıbrıs konularında aldığı kararlara Türkiye’nin uyması mı talep edilecektir? (Kıbrıs’ta AİHM kararları ile ödediğimiz milyonlarca lira bu kapsamdadır.) Çerçeve Belgesi’nin 11. maddesi kapsamında Türk Boğazları’ndan yabancı uyruklu gemilerin geçişini düzenleyen 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin bazı hükümlerinin AB Konseyi tarafından çıkarılan deniz taşımacılığına ilişkin tüzük ve yönergelere uymadığı gerekçesiyle değiştirilmesi yönünde talepler de gündeme gelebilecektir.
Azınlık Hakları

AB Komisyonu’nun yayınladığı 3 Ekim 2004 tarihli İlerleme Raporu’nun Azınlık Hakları, Kültürel Haklar ve Azınlıkların Korunması bölümünde Kürtlerin ve Alevilerin birer azınlık olarak değerlendirildikleri görülmektedir. AB, böylece Lozan Andlaşması’ndaki azınlık tanımını kabul etmemekte, dini, dil, etnik ve kültürel farklılıkları esas alarak yeni azınlıklar oluşturmak istemektedir, Böyle bir yaklaşım Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kurucu belgesi sayılan Lozan Andlaşması ve Anayasamızın temel hükümlerinin ihlal edilmesi anlamına gelmektedir.(4)
Rum Patrikhanesi Ve Ekümenizm

Vakıf malları ve taşınmazları iade edilecek olan Rum Patrikhanesi, Yunan’ın Megola iddiası, bayraktarlığını ve ekümenik yönündeki çalışmalarını yürüten bir ihanet şebekesidir. Bu ihanet şebekesinin, Pontus Rum oluşumunun hızlandırılması çalışmaları, temaslar ve bu grupların lobiler aracılığı ile Devletimiz aleyhine yürüttükleri faaliyetler ortadadır.
Ermeni Vakıf Ve Arazileri

İhanet odaklarının diğer bir kolu da Ermeni vakıf ve arazileridir. Olayı mütekabiliyet açısından değerlendirdiğimizde; Ermeni azınlığa ait vakıfların (kilise vakıfları) karşılığında Ermenistan’la veya başka bir devletle nasıl bir karşılıklılık ilişkisi kurulabilecektir. Bu şu haliyle mümkün olmadığı gibi özellikle Ermenilerin sürekli dünya gündemine taşıdıkları “Sözde soykırım İddiaları”nı yoğun olarak yaşadığımız günümüzde bir de bu vakıflara gayrimenkul edinme hakkı tanınması verilebilecek en büyük taviz niteliğini taşımaktadır. Ayrıca Kurtuluş Savaşıyla yırtılıp atılan Sevr Anlaşmasında dayatılan Büyük Ermenistan’ın kurulmasına zemin hazırlayıcı niteliktedir. Ermeniler ülkemizden toprak taleplerini hiçbir zaman gizlememişler ve bu konuyu tazminat talepleriyle birlikte hala dünya gündeminde tutmaya devam etmektedirler. Ermeni diasporasının lobiler aracılığıyla Asala’nın Terör yoluyla yapmaya, elde etmeye çalıştığı sonuçların adeta tam bir teslimiyet içerisinde sunulmasından başka bir şey değildir. Ermenistan’daki Türk vakıf arazilerine ne oldu? Türkler’e iade edilecek mi? Ermenistan uyguladığı soykırım ve sürgün politikasıyla bu ülkede tek Türk bırakmamıştır. Ülkemizde, 1920’lerde 8 milyon gayrimüslim ve 19 tane vakıf bulunurken, bugün 150 bin gayrimüslim ve 161 azınlık vakfı var. Bunların 78’i Rum Vakfı. Türkiye’de 1800 civarında Rum yaşıyor. Her 23 Rum’a bir vakıf düşüyor. Türkiye’nin tapu kadastrosu tamamlanmadığı için ortada kime ait olduğu bilinmeyen pek çok gayrimenkul bulunmakta ve özellikle İstanbul’da mülkiyeti tartışmalı binlerce bina bulunuyor, azınlıklar da daha şimdiden buraları sahipleniyor. (Patrik Bartelameus’un yaptıkları ayrı bir yazı konusudur.)

Ege Adaları

Yine malum çevrelerce Ege Denizi’de bulunan adalara Yunanistan’ın fiili durum yarattığı meclis önergelerine konu olduğu halde ses çıkarılmaması da ayrı üzüntü konusu olmaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki Lozan’da karara bağlanan Boğazlar konusunda devletimiz lehine Montrö Sözleşmesi’ni imzaladıysak, adalar konusunda da aynı çalışmaları yapmaktan kaçınmamamız gerekirdi. Görüldüğü gibi Lozan’ı imzalayanların bize bıraktıklarını neredeyse AB hayali ile birçoğunu geri vermiş durumdayız. Türk milleti olarak tekrar silkinmeli ve Lozan kazanımlarını geri almak için AB ile yaptığımız tüm antlaşmaları gözden geçirmeliyiz.
Kaynaklar:

1- Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, Doğan Yay. İstanbul, 2014, s.14

2- a.g.e., s.84

3-A.g.e. s.122

4- Avrupa Birliği Müzakere Çerçeve Belgesi

Yorum Yapın

Navigate