TARİH ŞUURU VE BEKA

Her nasılsa 31 Mart mahalli seçimlerinde siyasilerimiz beka konusuna odaklandı. Seçimler, mahalliden öte genel seçimler havasında geçti.

Acaba siyasilerimiz beka konusunu bilerek mi dillendirdiler? Yoksa siyasi malzememi yapmak istiyorlar. Beka ama neyin ve kimin bekası? Partilerinin mi? Türk Milletinin mi?

Seçim öncesi bu söylemi yapan siyasi parti lideri neden beka konusunu çok öncelerden dillendirmedi?

Arapça bir kelime olan “Bekâ”nın  sözlük anlamı “Kalıcı-Varlık-Var olmak- Ölmezlik-Sonu bulunmamak” demekse, bugün ülkemizin en büyük sorunu varlık ve beka sorunudur. Öncelikle üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının bir medeniyetler mezarlığı olduğu unutulmamalıdır..

Konu varlık ve beka sorunu ise iktidara sahip olanlar Türk milletinin üç yüz yıldır erozyona uğradığını görmüyor ve bilmiyorlar mı? Hele hele bu erozyon günümüzde sosyal, kültürel ve ahlaki yönden daha da artıysa. Bu konuda devleti yöneten siyasiler zerre kadar tedbir almadı. Avrupa Birliğinin baskısıyla Kopenhag Kriterleri doğrultusunda başta zinayı serbest bırakma olmak üzere yasalar çıkartarak her türlü taviz verildi.

Bu dejenerasyon elbette yeni değil. Hiç unutmuyorum. İlkokul, ortaokul ve lise yıllarında Sosyal Bilgiler ve Tarih ders kitaplarında Türk ve İslam tarihiyle ilgili yeteli bilgilere yer verilmezken Yunan, Roma, İngiliz, Fransız ve Alman tarihine ağırlık veriliyordu. Özellikle çoğunluk öğretmenlerimizin gözünde Osmanlı tarihi karanlık bir tarihti. Böyle bir tarih olamazdı. Sultanlar zalimdi, şiddetle karalanıyor Osmanlı Sultanları astığı astık kestiği kestik olarak nitelendiriliyor, ağzından çıkan her söz kanun hükmündedir. Dilediğini yapma yetkisi vardır ve kimseye de hesap vermezler diyerek kötülüyorlardı. Türk tarihi sadece savaşlar tarihiydi. Osmanlıda adalet yok deniliyor öğrencilere tarih düşmanlığı aşılanıyordu. 1970’li yılların başında liselerde tarih derslerini protesto adı altında ders kitaplarını okul bahçesinde topluca yakıyorlardı. Bazı öğretmenlerin de el altından desteklediği aşikârdı. Bunlara göre Türk tarihi sadece cumhuriyet tarihiydi. Gerisi barbar toplum, yağmacı devlet, acımasız yönetimdi.

1940 ila 1970 yılları arasında okul kütüphanelerinin rafları, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafında tercüme ettirilip ve bastırılan Roma ve Yunan klasikleriyle doluydu. Türk – İslam kültür ve medeniyetiyle ilgili eserlere pek rastlanmazdı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk kültür ve medeniyetini anlatan ve tanıtan hikâye, roman, tiyatro eserlerine pek rağbet edilmezdi. Hele hele onların sinemalarda film olarak çekimi, tiyatrolarda oynatılması yasaktı. Din, tarih, vatan, millet bilincinden yoksun bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.

Batılılaşmak adına okullarımızda tarihe yön veren kahramanlarımız ve bilim adamlarımız tanıtılmadı. Bir yandan tarihimiz kötülenirken Bir yandan da kültürel değerlerimiz yozlaştırıldı. Attilla İLHAN’ın ifadesiyle “…Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayımladığı kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlana, Dante’den küçüktü; Itri ise Bach’ın eline su dönemezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk, ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti. O kadar ki 2. Dünya Savaşı sonrasında Batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Oysa, bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” (Attila İLHAN- Hangi Batı)

Aynı şekilde Tanpınar’ın deyimiyle “biz, her şeyden evvel ken­di kendimizi ciddiye almak zorundayız.” Türkiye’de Sheakspeare, Balzac veya Tolstoy’un; Edip Ahmet, Kaşgarlı Mahmut veya Yusuf Has Hacib’den daha çok bilinmesi, bizi utandırmamalıdır artık.

Bu şartlarda gençlerimiz yabancı ideolojilerinin etkisi altında bırakıldı. Gençlerimiz Marks, Lenin, Mao gibi yabancı ve Fetö gibi yabancılara uşaklık eden kurtarıcılara teslim edildiler. Zihinlerde uğranılan erozyon değerlerimizde kopuşa neden oldu.” Memleket sağcı-solcu, Müslüman-laik, laik-anti laik, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, gibi çeşit çeşit ayrımcılıkların kapışmasına sahne oldu. Bu guruplar bir birlerin canına kıyacak derecede neredeyse ülkeyi iç savaşa götürecek kadar işi vardırdılar. Bütün bir nesil  maalesef heba oldu.“ (Osmanlı’dan kültürel kopuş – Nurten Selma Çevikoğlu)

Formun Üstü

Batılıların telkinleriyle geri kalmışlığın sebebi İslam dini ve milli değerler olarak gösterilmeye çalışıldı. Avrupa ülkelerinde hiçbir millet kendi tarihi ve değerleri hakkında kimselere bir söz söyletmezken vatanımızda tarihimiz aleyhinde söylenmeyen kalmadı. Madem öyle 624 yıl ömür süren bir devlet nasıl oluyor da yedi asır ayakta kalabiliyor.

İstiklâl savaşını Almanya dan ve Japonya dan otuz yıl önce veren Türk milleti şuan bu devletlerden maddi yönden 100 yıl gerisinden giderken manevi yönden de değer kaybına uğradığını ve ahlaki bir çöküşe gittiğine her gün şahit oluyoruz. 100 yıllık cumhuriyet tarihi içerisinde maalesef ne özümüzü ne tarihimizi keşfedebildik. Ne de Avrupa’yı kavrayabildik. Kısır bir döngü içinde dönüp duruyoruz.

20.yüzyılın son çeyreği ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ülkemizde görünen manzara odur ki; geçmişten günümüze siyasi kısır çekişmeler hala devam ediyor. “Elbette… Yalnız ben susmaktan değil, uzak-yakın bütün tarihe, aynı süreci paylaşma şuuru içinde yaklaşmanın gerekliliğinden söz ediyorum. Bu benimsenebilseydi zaten Osmanlıya ve Kurumlarına saldırma ihtiyacı duyulmazdı. Ayrıca bu saldırılar ve ifratlardı ki, tarihi ibret vesikası olmaktan çıkarak siyasi kavga malzemesine çevirdi. Tarih eksenli siyasi kavgalar bilgi ve belge ihtiyacını ortadan kaldırdı.  Kör dövüşüne dönüştü. (Yavuz BAHADIROĞLU Biz Osmanlıyız)

Şimdiye kadar İktidarlar geleceği değil günü kurtarma yönünde hareket ettiler. Geleceğe yatırım yapmak tan hep kaçındılar. Milletimize hedef göstermediler ve milleti ihmal ettiler. İktidarlarının bekası uğruna algı operasyonlarıyla yüreklere korku salarak kendi saflarına çekmeye çalıştılar. Milleti sadece oy vermeye mahkûm bir güç olarak gördüler.  İnsanımız birbiriyle barışık değil. Eğitim ve kültürde başarılı değiliz. Fuhuş ve tacizler her geçen gün artıyor. Alkollü içki tüketimi yıllık bir milyar litreye ulaşmış. Etrafımız Ateş çemberiyle çevrili. Komşu ülkelerle dostane ilişkilerimiz yok.

Bu gidişatın müsebbibi kim? Sorusu geliyor aklımıza. Cevdet Paşa ”Tarihini bilmeyen siyasetçi ile pusula okumasını bilmeyen kaptanın farkı yoktur. İkisi de gemiyi karaya oturtur.” Derken devlet yönetiminde ülkeyi yönetenlerin iyi bir tarih bilgisine sahip olmaları gerektiğini vurgulamıyor mu?

Tarih bir milletin hafızası ve kılavuzudur. “ Tarih bizim kimlik belgemiz ve hafızamız… Kimliksiz ve hafızasız bir millet olmayacağı gibi, kimliksiz ve hafızasız bir toplumda olamaz.” (İbrahim Refik Ulu Çınarın Gölgesinde sayfa 25)

“Tarih şuuru din şuuru kadar eskidir.  Tarih şuuru İlkel çağlarda ataları saygı ile anmanın ve onları mukaddes kılmanın tarih ve vatan duyguları gibi milli hisleri güçlendirmenin bir başlangıcıdır. Bunu güçlendirmenin yolu efsane, destan ve hikâyeler anlatmakla olur. Nesilden nesile, kulaktan kulağa anlatılarak gelir. Bu şuur milletlerin varlıklarını devam ettirmeleri için şarttır. Çünkü geçmiş zamanlara ait yaşayış, düşünüş ve inançlarının o güne yansımasıdır. Önemli bir kaynak vazifesi görür.

Tarih ve efsaneleri bir birine karıştırmamak gerekir. Tarih zamanla kayıtlı hadiseleri ifade eder. İnsanlığın hafızası ve tecrübesidir. Tarih şuurda yaşadıkça milletlerin şahsiyetlerini geliştirir, kültür ve ideallerini güçlendirir. Tarihini bilmeyen ve şuurunu taşımayan milletler hafıza ve kavrama yeteneklerini kaybetmiş şaşkın kimselere benzer. Tarih şuuru olan milletler yükselir, millet özelliğini korur. Milletlerin gelişiminde ve geleceğini hazırlamada yardımcı olur. Tarih bilgisi ve şuuru bir milletin idarecileri ve aydınları için rehberlik vazifesi görür.

Milletlerin yükselmesi maddi ve manevi kuvvetler arasında dengenin sağlanmasıyla mümkündür. Bu denge bozulduğun da milletler düşüşe geçer. Maddenin baskı ve zorlamasıyla milletler buhran ve kargaşalıklara düşer. Manevi hâkimiyet ile de uyuşukluğa düşer. Türk milleti yakın zamana değin 2500 yıllık tarihleri boyunca maddi ve manevi unsurlar arasında daha fazla denge kurabilmiş bu sâyede ihtişamlı devirler yaşatmış bir millettir.  Türk milleti, tarihte ölçülü ve tedbirli davranmasıyla, sabırlı, onurlu ve ağırbaşlı olmasıyla ve adaletle yönetmesiyle üstün duruma gelmiştir.

Türk milleti milli, dini ve insani duygulara bağlı kalmış ve bunların ahengi üzerinde bir cihan hâkimiyeti idealine inanmıştır. Üç kıt’a üzerinde ve geniş ülkelerde kurulan tarihi Türk hâkimiyeti bu denge ile gelişmiştir. Bu sayede ani düşüş ve yükselişe maruz kalmamıştır.” (Prf.Osman TURAN Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi S.)

Şeyh Edibali Osman Gaziye “ İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” veciz sözü  ve Osman Gazi’nin  “kazanmak kılıçla olur ve kolaydır, kazandıktan sonra muhafaza; iman, hizmet, şefkat ve adaletle olur.” Hikmetli sözü fetihlerin başarısının ve kalıcılığının felsefesini ortaya koyduğu gibi varlık ve bekamızın ebedi olacağını vurguluyor..

Osman Gazi oğlu Orhan’a “ Bak oğul Allah’ın emrine aykırı işler işlemeyesin. Bilmediklerini ilim adamlarından sorup öğrenesin. Sana itaat üzere olanları hoş tutasın. Askerlerini yardım etmeye teşvik edesin. Zalim olmayasın, âlemi adaletle şenlendiresin. Allah için cihadı terk etmeyesin. Askerlerine ve dünya malına gurur getirip doğru yoldan ayrılmayasın. Gücün hukuk, merhamet ve adaletle dengelenmesi gerektiğini vurguluyor. Memleket işlerini noksansız gör, herkese iyilik et Allah’ın buyruklarına uy. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”

624 yıl hüküm sürecek bir devletin temellerini atan bir devlet adamının bu veciz sözleri devlet yönetiminin nasıl olması gerektiğinin bütün açıklığıyla ortaya koymuyor mu? Bu tavsiyelerde İlim, adalet, hak hukuk, Allah’a itaat, yardımlaşma, merhamet, ülkeye hizmet, amaç ve hedef”  gösterilip, tavsiye edilmiyor mu?

Lüksü ve tantanası olmayan bir millettik. Bugün inancımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin ve tarihimizin bir parçası olmayan Lüks, ihtişam, gösteriş gibi dünyaya yönelik kavramlar maalesef bugün ön plana çıkartıldı. Türk milleti tarihine kayıtsız bırakılarak, geçmişiyle bağları kopartılmaya çalışıldı.

Vatan orman değil, bir bahçedir. Onu güzelleştirmek için çiçekleri, meyve veren fidanları çoğaltmak gerekir. Meyvesiz ve dikenli olan fidanları değil. Bahçıvan fidanları besleyip, büyütür ve muhafaza eder, neticede meyvesini toplar. Hükümette ile millet de aynıdır. Bahçesini zararlı otlarla istila ettirip de felaketten şikâyet eden bahçıvana şaşılır. Memlekete layıkıyla hizmet etmeyen devletlilerin vay haline…  Unutmayalım! Bir bahçeyi mezbeleye çevirmek gerileme; bir mezbeleyi bahçe yapmak ilerlemedir.

Bir milletin gelişip, ilerlemesi genel hislerin, fikirlerin birliğine ve aldıkları zevk ve kederlerin aynı derecede bulunmasına bağlıdır. Biri ağlar biri gülerse hisler birleşmemiş demektir. Fikirleri ve toplum hayatı ilerlemiş milletlerin memleketleri cennet mezarları bahçe, ibadetgâhları bir saray gibi bezenmiş şaşaalı ve muhteşemdir. Bunu da başarmanın yolu bilge bir toplumu oluşturmaktır. Şu gerçeği unutmayalım! Parlak bir hükümet, bilge bir milletten doğar. Bu parlaklık hem ilim hem de maddi güçle olur. Hükümet, milletin yalnız faaliyetlerini değil, fikirlerini de düzeltmeye çalışmalı. Onun da yolu his, terbiye ve eğitim birliğinin sağlanmasından geçer. Asla unutulmamalıdır ki: Bir milletin ilerlemesi ve gerilemesi gençlerinin alacakları terbiyelerine bağlıdır. Sadece beka demekle bu mümkün olmaz.

Türk milleti Dünya kültür ve medeniyetinin gelişmesinde öncü olmuş bir millettir. Sadece Osmanlı Devleti değil İslam öncesi ve sonrası kurmuş olduğu bütün devletlerde devlet yöneticileri halkına hizmeti Hakka hizmet olarak bilmiş ve Allah’ın rızasını kazanmayı ön planda tutmuştur.

Türk milletinin tarihi şan ve şerefle dolu muhteşem bir tarihtir. O günlerin yaşanmasındaki unsurlar iyi incelenirse bu unsurun İslam’a ve milli değerlere bağlılık olduğu ortaya çıkar. Bugün değerlerimize sahip çıkar ve hayata geçirirsek eski günleri tekrar yaşamak hayal bile değildir.

“Her şey, ama her şey Doğu’da kötü, Batı’da iyi! Onlar nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız ki, adam olalım! Oysa elin Japon’u çıkmış, hiçbir şeyini değiştirmeden, sadece ekonomik ve teknolojik gelişme sürecini kendi yapısında yaratarak batı düzeyini yakalamış, dibini kurcalayan yok! Biz ha babam batı müziği dinliyor, çeviri roman okuyor, batılı gibi giyiniyor, bir türlü batılı olamıyoruz, adamlar Japon gibi yazıyor, Japon gibi yaşıyor, Japon gibi ölüyorlar, ama batıyı geçiyorlar. Japon’un yaptığını biz yapamamışız, bizim yaptığımızı Afrika’daki eski Fransız ve İngiliz sömürgeler yapmışlar, ama onlar da ‘batılı’ olamamış!” (Attila İlhan Hangi Batı)

Maalesef köhnemiş batı kültür ve medeniyetinin etkisinde kalan yöneticilerimiz ve aydınlarımız aşağılık kompleksine kapıldılar. Batıyı gerçek anlamda tanımadılar. Batı hayranlığı bizi özümüze dönmekten hep alıkoymuş adeta gözümüzü kör etmiş. “Uzakdoğulu bir söz şöyle diyor: «Ahmak, hayran olur, bağlanır, çünkü anlamaz; zeki, kuşkulanır dibini karıştırır, çünkü anlar.»” “Türkiye’nin sorunu Batılılaşmak sorunu değildir, modern kişiliğini bulmak sorunudur.”

“  ‘….. bir millet için saadet olan şey diğer millet için felaket olabilir, aynı sebep ve şerait birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir, onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfi yatından, terakki yatından istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” Mustafa Kemal Atatürk (Konya gençleriyle konuşma 20 Mart 1923)

Bugün ülkemizin en büyük sorunu elbette ki “varlık ve beka” sorunudur. “Evet, şu soruyu bütün kardeşlerimin kendilerine, komşularına, ahbaplarına ve dostlarına sorması lazımdır. Evet, bugün yarı aç yarı tok yaşıyoruz. Bu bir problemdir. Ama elli sene, yüz sene sonra şu camiler müze olarak mı kalacak, yoksa cemaatle mi dolacak? Oğlun değilse bile torununun ismi Hans mı olacak, yoksa Abraham mı olacak? Temel sorunumuz budur. Biz Türkiye temel siyasetinin fabrikalar, barajlar, elektrik tesisleri açmayı temel politika yapmasını istemiyoruz. Bunları inkâr etmiyoruz. Ama Türk milletinin istediği, istemesi lazım gelen politika bu gününü ve yarınını Müslüman Türk olarak devam ettirecek bir temel politikadır.” (Aykut EDİBALİ İlim Kültür ve Sanatta Gerçek Dergisi Temmuz 1978 Cilt 1 sayı 1 Sayfa 6)

Türkiye’nin ismen Müslüman, fakat tamamen dini ve milli değerleri kaybolmuş, yozlaşmış ve dini ve milliyeti tarihi bir hatıra haline gelmiş bir topluluk haline gelmemesi gerekir.

Türkiye kendine dönmekten, kendini büyük kılan büyük değerlere dönmekten, tekrar sarılmaktan başka hiçbir kurtuluş yoluna sahip değildir. Başarmanın yolu da Türk kültür ve medeniyetini yeniden inşa etmek ve İslam Rönesans’ını gerçekleştirmekle mümkün olur. Bunun içinde Muhteşem Türkiye sevdalılarının iktidarına ihtiyaç vardır.

Büyük devletler kurma ve yönetme yeteneğine ve zengin bir tarih ve kültüre sahip olan kahraman milletimiz bugün nasıl oluyor da kalkınmakta olan ülkeler seviyesinde yer alıyor ve her geçen gün erozyona uğruyor? Bu milletimiz yetenekli olmayışından mı? Yoksa pusula okumasını bilmeyen gemi kaptanlarından mı? “Lafla peynir gemisi yürümez.“

Yorumu siz değerli okuyuculara bırakıyorum

Yorum Yapın

Navigate