Cengiz Aytmatov’un kitaplarını okuyup da iliklerine kadar titremeyen okur olur mu? Pamirler’de dolanmayan, Tiyenşan dağlarına tırmanmayan, “Selvi Boylum Al Yazmalım” a âşık olmayan, “Cemile” ile Danyar’ın dramatik aşkına hüzünlenmeyen, “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” le ürpermeyen, “Elveda Gülsarı” ile zincirlerini koparmayan, “Gün Olur Asra Bedel” i okuyup da Mankurt hikâyesini, Nayman Ana efsanesini ezberlemeyen, Raymalı Aga’yla zincire vurulmayan var mı acaba?
Cengiz Aytmatov 10 Haziran 2008 akşamı yani on bir asra bedel on bir yıl önce Alyazmalıyı öksüz, Tiyenşan dağlarını ıssız bırakarak göç eyledi bu dünyadan. Acı haber bağdaş kurdu beynimize. İçimizden biriydi öbür âleme göçen. Bir milletin kültür atlasına büyük katkılar sunmuş, ardından adını yaşatacak onlarca önemli kitaba imza atmıştı…
“Gazeteci Cuyuda” olmasa da duyuldu işte ölüm haberin. “Duyşen Öğretmen” şimdi yalnız. “Kassandra Damgası” kasıp kavuruyor ortalığı. “Gülsarı” zincirlerini kopardı, koparacak. “Dişi Kurdun Rüyaları”na gireceksin artık. Biz “Beyaz Gemi”ye binmeye can atacağız. “Deniz Kıyısında Ala Köpek”le birlikte koşacağız. Oysa Tiyenşan dağları ıssız, “Al yazmalı” öksüz şimdi. Cemile ile Danyar atları dehlemekte. Ne güzel ad vermiştin son kitabında. Gerçi nereden bilecektin son kitabın olduğunu? “Dağlar Devrildiğinde.” Dağlar asıl şimdi devrildi. Sen göremesen de Altaylardan Tuna’ya bir çığlık yükseldi ardından…
AŞKIN VE ÇİLENİN YAZARI
Zor oldu onun ölüm haberine alışmak. Bir dağ yıkıldı başımıza. Bir yıldız kaydı dünyamızdan. Gidişi “Toprak Ana” kitabında oğlunu yolcu eden Tolganay Ana’yı hatırlattı bize. Tren istasyonunda dünya başına yıkılmış, yapayalnız kalmıştı oğlunu yolcu eden ana. Hani sevdiğiniz gelecek diye beklersiniz de bütün yolcular dağıldıktan sonra yapayalnız kalırsınız otobüsle. Artık o umut bağladığınız bir turna değil, makine yığınıdır. Gökkubbe çöker başınıza. Soğuk terler basar her yanınızı. Adım atmaya mecaliniz kalmaz. Tıpkı “Toprak Ana” romanındaki Tolganay gibi çaresiz kalırsınız. Cengiz Aytmatov, birgün bizler de onu yolcu ederken aynı yalnızlığı yaşayacağımızı nereden bilebilirdi ki?
Aytmatov’un ilk eseri 1952’de Pravda Gazetesi’nde yayımlanan Gazeteci Cyuda’dır. Bu hikâyeyi 1957 yılında yayımlanan “Yüzyüze” takip eder. 1956-58 yılları arasında Moskova Gorki edebiyat Enstitüsü’ne devam eden Aytmatov’un “Cemile” adlı hikâyesi 1958 yılında Novy Mir (Yeni Dünya) dergisinde yayınlanır. Bu eseri büyük ilgi görür. Fransız şair Louis Aragon bu hikâye için yazdığı önsözde “Cemile” için “Dünyanın en güzel aşk hikâyesi” der. Kitabı okurken sizin de içiniz cız eder ve Cemile’yle, Danyar’la birlikte dehlersiniz atları.
MANKURT OLMAK İSTEMİYORUZ
Gün Olur Asra Bedel romanındaki Ana Beyit Mezarlığı’na bu adın veriliş sebebini Nayman Ana efsanesinden öğreniyoruz. Juan Juanların bozkırı işgal ettikten sonra yaptıkları zulümleri ve oradaki güçlü kuvvetli gençleri nasıl Mankurt yaptıklarını anlatıyor Aytmatov. İnsanın tüylerini diken diken eden bir bölüm. Mankurt; geçmişinden hiçbir iz hatırlamayan kimse demek. Efendisinin buyruğunu yerine getiren bir robot. Derisine saman doldurulmuş kukla sanki. İnsanı bu hale nasıl getiriyorlar? Akıl almaz işkenceler yaşanıyor. Günün birinde Nayman Ana, Mankurt olan oğlunu kurtarmaya gidiyor ama çabası sonuç vermiyor. Kadıncağız ne yapıp, etse de oğlunun aklını başına getiremiyor. Üstelik sonunda Mankurt olan oğul anasını öldürüyor. Nayman Ana’nın yaşmağından bir kuş kanatlanıyor. “Oğlum! Adını hatırla! Babanı hatırla! Senin adın Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!”
Koskoca bir tarihi ve yüzlerce olayı bir güne sığdırmak kolay değil ama Aytmatov olunca iş değişiyor. Gün nasıl bir asra bedel oluyor? Anlıyorsunuz kitabı okuyunca. Siz de yaşamışsınızdır hayatınızda. Bazen bir gün geçmek bilmez. Saat durur, akrebin sesi çıkmaz, yelkovan dönmez olur. Gün değil haftadır, aydır, yıldır sizin için…
BEYAZ GEMİ
Eski zamanlarda Yenisey Irmağı boyunca kabileler arasında savaşlar olurmuş fakat kabilelerin büyüklerinden biri öldüğü zaman büyüklerine yas tutan kabileye saldırılmazmış. Bir gün Kırgızların lideri öldüğünde ona geleneklerine göre büyük bir cenaze töreni düzenlemişler. Herkes cenazeye lâyıkıyla bir tören yapılması için uğraşırken, onları silahsız yakalayan bir düşman kabilesi, bir kişiyi bile sağ kalmayacak şekilde kılıçtan geçirmiş. Yalnız o baskından biraz önce oynamak için ormana giden bir kız, bir de oğlan çocuğu kurtulmuş. Çocuklar, onların düşmanları olduğunu bilmeden, o sırada uzaklaşan toz bulutunun ardına düşmüşler. Çok uzaklarda bir dağın yamacında bir şölen verildiğini görüp oraya gitmişler. Bu şölen; düşmanlarının bir şöleniymiş. Oraya gidince kabilenin lideri, bu iki çocuğun Kırgız olduklarını anlayıp, onları bir uçurumdan atması için bir kadına vermiş. Böyle bir işe kadının da gönlü razı olmuyormuş ama o yapmazsa bir başkası çocukları feci bir şekilde öldürebilirmiş. Onları uzaklarda bir uçurum kenarında aşağıya atacakken, büyük boynuzlu bir maral belirmiş. Kadına yavrularının insanlar tarafından öldürüldüğünü, o yüzden, o çocukları istediğini, onları yavruları gibi büyüteceğini söylemiş. Çocukları alıp Isık Göl’ün kıyısına gelmiş. O iki çocuk büyümüş, Kırgızlar onların soyundan yeniden türemiş.
Bir gün dede sevinçle çocuğa maralların geldiklerini, onları ormanda gördüğünü söyler. Çocuğun sevincinin tarifi yoktur. Ancak maralların geldiğini bilen yalnız dede ve torunu değildir. Günün birinde Orozkul bu marallardan birini avlayıp misafirlerine ikram etmek ister. Tüfek Orozkul’a muhtaç olan (kölesi gibi gördüğü) Mü’min dedenin eline verilir ve maral ona vurdurulur. Çocuk bütün bunlar olup biterken evde hasta yatmaktadır. Dışarı çıktığında insanların sevinçle et paylaştıklarını görür. O gün ilk defa dedesinin içki içtiğine şahit olur. Etrafa bakınırken öldürülen maralın boynuzunu görünce, üzüntüsünden ne yapacağını bilemez. Birden içinde, bir balık olup babasına gitme isteği doğar. Yakınlarındaki çaya koşan çocuk, kendini azgın sulara bırakır. “Merhaba beyaz gemi, ben geldim!”
Siz de beyaz gemiye binmek için can atmıyor musunuz şimdi?
KOPAR ZİNCİRLERİNİ GÜLSARI
Kitaplarında Sovyet rejimine eleştiriler yönelten Aytmatov bunu önceleri daha özenli ifadelerle, sistemin genel yanlışlığını vurgulamak yerine, işleyiş ve uygulamadaki bozukluklara değinerek yapar. Daha sonraki yıllarda yazdığı eserlerde sistemi temelden sorgulamaktan çekinmez. Kopar Zincirlerini Gülsarı romanında Sovyet hâkimiyeti altındaki Türklerin kolhoz sistemi içindeki çözülüşünü dile getirir. Kırgız Türk’ünün sosyal yapısıyla çatışan modelin yani komünist sistemin uygulamalarındaki yanlışlığı bir seyisle atı arasında gelişen olaylarla anlatır. Tanabay’la Gülsarı’dır kahramanlarımız. Kitabın en önemli olayı Gülsarı’nın Kolhoz başkanınca zincirlenmesidir. Zorla kolhoz başkanına götürülen Gülsarı zincirlerini koparır ve ayağındaki bukağılarla Tanabay’a gelir. Gülsarı’yı almaya gelenlere Tanabay bağırır: “Alın götürün bakalım Gülsarı’yı. Bu demir zincirleri de başkanınıza verin ve deyin ki; ‘Bir daha Gülsarı’yı zincirle bağlarsa o zaman bunları kafasına çalarım” der.
AHLÂKİ BUHRAN UYARISI; KASSANDRA DAMGASI
“Kassandra Damgası”? Küçük dilsiz kızın, annesinin öldüğünü haber vermek için kendisini dışarıya atıp çırpınmasını mı? Balinaların toplu intiharını mı? Yoksa doğmak istemeyen embriyoları mı? Hayır! Asıl anlatılmak istenen dünyanın kötüye gidiyor olması. Dünya derken insanı kastediyor Aytmatov. Kötüye giden dünya kurgusal değildir. Bilakis dünyada olanlara misal getirirken hep yakın tarihimizde gerçekleşen olayları ele alır. Dolayısıyla “Kassandra Damgası” aslında bir Kassandra uyarısıdır. Aytmatov sanki dünyaya seslenmektedir bu hikâyesiyle ve “Ahlâki buhran karşısında uyanın!” demektedir.
AYTMATOV’UN SON KİTABI
Cengiz Aytmatov’un son kitabı “Dağlar Devrildiğinde”. O nereden bilecekti ki son kitap olduğunu… Adındaki heybet bile romanın önemini açıklıyor aslında. Dağların devrilmesi ne demekti? Kitap vahşi bir hayvanın, bir kar parsının başından geçen ibretli maceralarla başlıyor ve “Parsların kendilerine ait farklı bir dünyaları vardır. Onları ancak yüce dağlar eğleyebilir.” deniliyordu. Bu dağlar Tiyanşan dağlarıydı. “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın gezdiği dağlar bize hiç de yabancı değillerdi artık. Aytmatov’a göre; “Dağlar ovalara göre daha hür ve derin tefekkürün yapıldığı mekânlardı.”
Dünya hırsıyla insanın nasıl canavarlaştığını, fitne ateşinin insanları nasıl yakıp kavurduğunu, yaşadığımız çağın acılarını çok güzel anlatan bir kitap. Kitaplarını okudukça rahmetle anıyoruz seni. Ne güzel söylemişsin son kitabında. Görünüşe bakılırsa dünya yerinde duruyor ama acaba “Düynö ordundabı?” Dünya yerinde mi? diye. Dünya yerinde ama sen yoksun işte…
ELVEDA BÜYÜK USTA !
Cengiz Aytmatov için ne yazsak yarım kalacak, ne desek eksik olacaktır. Senin her veda edişin dokunaklıydı zaten. Ayrılığın burukluğunu seninle tattık. Al yazmalı Asya’ya veda edişin hâlâ hafızalarımızda. Sen de geçtin dünya üzerinden unutulmaz izler bırakarak. Senin de sayılı solukların tükendi sesin kitaplarında çoğalarak. Sana “Elveda!” demek kolay değil. Senin sözlerinle kapatalım veda sahnesini:
“Tiyenşan dağlarına, Isık Göl’e veda ediyorum. Elveda Isık Göl’üm, bitmemiş türküm benim. Mavi dalgalarını, sarı kumlarını yanımda götürmek isterdim ama gücüm yetmez buna… Elveda Asya! Elveda al yazmalım, selvi boylum! Elveda bitmemiş türküm benim!”