İman edenleri tekfir ile suçlamak İslam’ın anlaşılmamasındandır

Cehaletten beslenen ‘Tekfir’ anlayışı İslam düşmanlarının emellerine hizmet ediyor

Peygamber Efendimiz ’in (sav) ahirete irtihali sonrası fazla zaman geçmeden dini kavramların içleri boşaltılmaya, kavramlara yeni anlamlar yüklenmeye başlanmıştır.  Bu anlayış Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerine kadar götürmüş, birbirlerini yıkayan iki el olması gerekenler maalesef hiç tereddüt etmeden birbirlerinin kanlarını tereddütsüz dökebilmişlerdir.

Günümüzde Müslümanlar grup, cemaat, parti taassubunun etkisi ile yalnız kendilerinin haklı, diğerlerinin de yanlış ve sapık bir yolda oldukları düşüncesindedirler. Ortak oldukları asgari müştereklerde birleşmek yerine birbirlerine düşmanca tavır içerisine girmektedirler. Müslüman olmayanlara gösterilen tolerans ve hoşgörü aynı inancın sahipleri tarafından birbirlerine karşı gösterilememektedir. Grup taassubundan kaynaklanan anlayışın meydana getirdiği husumet, inanç noktasında çok tehlikeli noktalara doğru gitmektedir. Aynı safta, aynı kıbleye yönelenler nerdeyse birbirlerini tekfir ile suçlama noktasına gelmişlerdir. Ayrılıklarımızı değil ortak yanlarımızı ön plana çıkaralım. Düşünce farklılıklarımızı, hoşgörü sınırları içerisinde değerlendirerek hizmet yarışında bulunalım.

 

Hz. Osman döneminde başlayan ve Cemel ve Sıffin (657) mücadeleleri ile devam eden süreçte Müslümanlar tarihte görülmedik şekilde siyasi kamplara ayrılmışlar, özellikle hakem olayından sonra ortaya çıkan Harici anlayış Müslümanlar arasında tekfir konusunu gündeme getirmiştir.

İman amelden bir cüz müdür değil midir? Büyük günah işeyenlerin iman açısından durumları nedir? gibi tartışmalar, Kur’an ve Sünnetin farklı yorumlanmaları yeni yeni grupların ve ekollerin oluşmasına sebep olmuş, her oluşum birliği sağlama yerine parçalanmanın ve düşmanlıkların Müslümanlar arasında kök salmasına yol açmıştır. Öyle bir noktaya gelinmiş ki gruplar İslam’ın kendi uhdelerinde olduğunu ve kendi dışındakileri İslam dışı görerek tekfir ile suçlamışlardır. Tekfir; söz, fiil ve inancından dolayı bir kimseyi veya topluluğu küfre nispet etmek anlamına gelen dini bir terimdir. Mümin olduğu bilinen bir kişi hakkında kullandığı söz veya yaptığı amellerinden dolayı o kişi hakkında kâfir hükmünün verilmesidir.

Harici ve Şia anlayışı ‘tekfir’ suçlamasını başlatmıştır

“Tekfir meselesinin ashap devrinin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu problem, Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’nda halifenin ordusunda bulunan ve daha sonra Hâricîler diye anılan bir grubun, isyancılarla savaşılmasını emreden ilâhî hükmü terk edip ihtilâfı çözmek için hakeme başvurulmasına rıza gösteren Hz. Ali ile Muâviye’yi ve bunu onaylayan ashabı tekfir etmesiyle başlamıştır.  Bunlara göre Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmetmeyenlerin kâfir sayıldığı âyetle sabittir. (Mâide 5/44) Bunun yanında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali b. Ebû Tâlib’in onun vasiyeti gereği hilâfete gelmesini savunan ve Şîa diye anılan grup içindeki aşırı zümreler de ashabın çoğunu tekfir etmiştir. Bu iki zümrenin karşısında Ehl-i sünnet’i teşkil edecek olan müslüman çoğunluğu, siyasî ihtilâflara karışanların veya başka türden günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceğine hükmetmiş, meşrû halifeye baş kaldıranlar günahkâr sayılmakla birlikte bu konudaki kesin hükmün Allah’a havale edilmesi gerektiğini söylemiştir.” (1)

Abdullah b. Habbab’ın şehit edilmesi

Hâriciler, tek ve asıl Müslüman olarak kendilerini gördükleri ve diğer Müslümanları müşrik veya kafir kabul ettikleri için onları kendileri gibi düşünmeye zorlamışlar ve katılmayanları ise öldürmüşlerdir.

Hâricîler, siyasal konulardaki bakış açılarını ortaya koyarken Kur’an ayetlerini kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamışlar, Kur’an’ı yanlış anlamışlar ve bu anlayışın neticesinde de Müslümanlara karşı şiddete yönelmişlerdir.

Hâricîlerin tahkime karşı görüşlerini ifade ettikleri “Hüküm ancak Allah’ındır” sloganı böyle bir anlayışın sonunda ortaya çıkmıştır. Bu sözü kendisine karşı ifade ettiklerinde Hz. Ali şöyle demiştir: “Kendisiyle batılın istendiği hak bir söz!”

Hâricîlerden bir grup Nehrevan’da, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Eret ile doğumu yaklaşmış olan eşinin de bulunduğu bir topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab’ın boynunda Kur’ân asılı idi.

Hâricîler, Abdullah’a kim olduğunu sorarak, kendisini güvende hissetmesi gerektiğini ve sorularını doğru cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Habbab, onları hayırla andı. Hz. Osman’ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah’ı sizden daha iyi bilir ve dindeki ittikası sizden ziyadedir, görüşü de sizden daha açıktır.” cevabını verdi. Hâricîler İbn Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun olmadılar ve kızarak şöyle dediler: “Sen havaya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz.” Abdullah bunlara; “Ben Ehl-i İslam’ım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz” dedi. Ancak onlar, “Senin boynunda asılı olan Kitap, bize senin öldürülmeni emrediyor” diyerek, İslamiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken onun feryat ve yalvarmalarına bakmadan karnını yararak şehid ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da kestiler.

Dinlerini saklayarak canlarını kurtaranlar

Mu’tezile’nin önde gelen isimlerinden biri olan Vâsıl b. Ata, arkadaşları ile çıktığı bir yolculukta Hâricîlerden bir gurup ile karşılaştı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: Hâricîlerin; “Siz kimlersiniz?” sorusuna Vâsıl; “Allah kelamını dinlemek ve İslam’ı öğrenmek isteyen müşrikleriz. Bize dininizi anlatın” şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Hâricîler, kendilerinin ahkamını onlara tebliğ ettiler. Vâsıl da “Ben ve arkadaşlarım söylediklerinizi kabul ettik” dedi. Bunun üzerine Hâricîler, Vâsıl ve arkadaşlarına kendileri ile birlikte yürümelerini, artık bundan böyle arkadaşları olduklarını söylediler. Vasıl ise onlara; “Buna hakkınız yoktur, çünkü Allahu Teâlâ kitabında; “Eğer müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar onu koru. Sonra da onu güvenilir bir yere gönder.” buyuruyor. Siz bizi, emin olacağımız yere götürmeye mecbursunuz” dedi. Bunun üzerine Hâricîler birbirlerine bakındılar ve buna mecbur olduklarına karar verdiler. Kalkarak Vâsıl ve arkadaşlarını gidecekleri yere kadar götürdüler.

Bu olaydan sonra; Müslümanlıklarını saklayarak müşrik olduklarını söyleyenler, dinimizi saklayarak canımızı kurtardık derken diğerleri de müşrik olan bir grubun Müslüman olmasını sağladık diye sevinmişlerdir. Müşrik olduklarını söyleyenlere gösterilen ilgi ve toleransın Müslüman olan birisinden esirgenmesi, verdiği cevapların kendi düşüncelerinden farklı olmasından dolayı eşi ile birlikte öldürülmesini İslam’ın hangi anlayışı ile bağdaştırabiliriz? Maalesef aynı zihniyet aynı anlayış günümüze kadar da gelmiştir. İslam düşmanları Müslümanlar arasındaki bu düşünce farklılıklarından istifade ederek fitne ateşini devamlı körüklemektedirler. İslam’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanan düşünce ekollerine verdikleri desteklerle Müslümanlar birbirlerini tekfir ederek düşman haline getirilmekte ve silahlı mücadelelerle de güya İslam adına cihad adı altında birbirlerine savaş açabilmektedirler.

Harici düşüncesine sahip olarak İslam adına hareket ettiklerini söyleyenler dün olduğu gibi bugün de Müslüman olmayanlardan ziyade hep Müslümanları hedef almışlardır. İslam’ın ilk yüzyıllarına baktığımız zaman da Harici toplulukların devamlı Müslümanlarla uğraştıklarını, gayrimüslimlere karşı savaşmadıklarını, fetih hareketlerine genellikle katılmadıklarını görmekteyiz. Bu grup “bizler ve ötekiler” ayrımı yaparak Müslümanları parçalamışlar ve bu uğurda en önemli silah olarak da tekfir suçlamasını kullanmışlardır. İslam’ı tam kavrayamamış olanlar da imanlarını muhafaza edebilmek için maalesef bunların propagandalarının etkisi altında kalmışlardır.

İslam’ın hak din olduğunu kabul etmeyenler kâfirdir

İslâm âlimleri yapılan davetin ardından İslâm’ın hak din olduğuna inanmayan ateist, müşrik, yahudi, hıristiyan, mürted gibi değişik inanç ve telakkileri benimseyen bütün grupların kâfir sayıldığını söylerler.

Kur’an-ı Kerim Müslümanlığı kabul ettikten sonra küfür kelimesini söyleyenlerin kâfir olduğunu;

“(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular.” (Tevbe 9/74) ayeti ile bildirmiş, Müslüman iken dininden dönen kişinin de küfre girdiği ayetlerle belirtilmiştir;

“Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 2/217)

Selam verene “Sen mümin değilsin” demeyin

Selam vermenin mümin olma işareti olarak kabul edilmesinden dolayı ayetlerde selâm veren birine, “Sen mümin değilsin” şeklinde karşılık verilmemesi emredilmiştir.  “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin; çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır. “(Nisâ 4/94)

“Söz konusu ayet konumuzla alakalı çok önemli açılımlar yapmaktadır. Öncelikle Müslümanlığın zahiri bir alameti olan Allah’ın selamını veren kişinin bir mü’min olduğunu, ona “sen mü’min değil kafirsin” demenin kimsenin hakkı olmadığını bildirmektedir. İkinci olarak tekfirin yani birisini dinden çıkartmanın sıradan bir şey olmadığına işaret etmektedir. İki defa geçen “araştırın” emr-i ilahisi, basit istidlallerle ve bugün yapıldığı gibi umumi bir şekilde tekfir mekanizmasını işletmenin mümkün olmadığını, sağlam bir tahkikatın lazım geldiğini ve bu araştırmanın o kişiye mahsus yapılacağını belirtmektedir. Üçüncü olarak ayet, tekfirin arkasındaki günümüzde de çoğu kez karşımıza çıkan temel bir saiki gündeme getirmektedir ki bu da geçici dünyevi menfaatlerdir. Bugün bu, daha çok siyasal hesaplar ve husumetler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayet dördüncü bir husus olarak Kur’an’ın muhatabı o günkü Müslümanlara, “siz de önceden Müslüman değildiniz” hatırlatmasını yapmaktadır. Bu hatırlatma, bir “insaflı olun” uyarısıdır. Muhatabınız hakikaten İslam’la ilgisini kesmiş dahi olabilir, ama tövbe kapısı açıktır, hatadan dönmek mümkündür ve kolaydır. Allah’ın lütfu geniştir, dilediğine hidayet verir. O halde tekfirde aceleci ve ısrarlı olmanın makul bir tarafı yoktur. Ayet, “Allah’ın her yapılandan haberdar olduğunu” söyleyerek nihayete ermektedir. Yani Rabbimiz “ey tekfirciler, siz niyet okuyarak insanları tekfir ediyorsunuz, ama ben de sizin niyetinizi okuyorum, içinizdekini biliyorum, asıl maksadınızdan haberdarım” mesajını vermektedir.

Önünü Sonunu Düşünmek

Hz. Resulullah’ın hem kendisinin hem de Müslümanların güvenliğini açıkça tehdit eden, onların izzetini küçük düşürücü pek çok faaliyetin arkasında olan münafıklar hakkında Medine’de toleranslı davranması, onların imani durumunu çok iyi bildiği halde harekete geçmemesi, hatta bazılarının cenaze namazını dahi kılması bu yüzdendir. Zira tekfirin zararı, onların verdiği mevcut zarardan daha fazla olacaktır. Kelime-i şehadet getirip “ben Müslüman’ım” dediği halde; “tembel tembel” de olsa namaz kıldığı, gönülsüzce zekatını verdiği, mecburen cihad ordusuna katıldığı halde bu insanların cezalandırılması, sürülmesi, öldürülmesi, İslam toplumuna fitne tohumları ekecek, tüm samimi Müslümanlar bundan tedirgin olacaktır. Müslümanlar, “beyan ve ilan etmekten başka iman ve İslam üzere olduğumu daha başka nasıl ispat edebilirim” endişesi içine girecektir. Bu ciddi bir kişisel ve toplumsal travmadır. Nifak ve riyanın da önünü açacak tehlikeli bir gelişmedir.” (2)

Müslümana kâfir diye hitap eden kimsenin kendisinin küfre gireceğini Resûlullah (sav) haber vererek şöyle buyurmuştur:

“Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.” (Buhârî, Müslim)

Üsâme b. Zeyd (ra), Hz. Peygamber tarafından görevlendirildiği bir seriyyede düşman safında Müslümanlara karşı savaşan bir kişiyi öldürmek üzere iken muhatabı yüksek sesle kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduğunu ilân etti. Ancak Üsâme (ra) yine de bu adamı öldürdü. Medine’ye dönüldükten sonra durum Hz. Peygamber’e iletildiğinde, Üsâme (ra)’yi çağırdı, kendisine niçin böyle davrandığını sordu. Üsâme (ra) ise; “Ey Allah’ın Resulü! O, gerçekten iman etmemişti, ölümden kurtulmak için böyle söylemişti” dediğinde Allah Resulü ona “Kalbini yarıp baktın mı?” cevabını vermiş ve yapılan davranışı onaylamadığını bildirmiştir.

 

“Bir kimsenin mescide alakasını görürseniz, onun mü’min olduğuna şehadet edin, zira Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inananlar imar ederler” (Tevbe 9/18)” (Tirmizi)

 

Allah Rasulu’nün (sav) tekfir konusunda takındığı tavır Müslümanlar için örnek alınması gereken bir durumdur. En ufak bir olayda adeta yargısız infaz yaparcasına Müslüman kardeşlerimizi Allah’ın zabıta memuru gibi hareket ederek İslam dairesinin dışına atmak Müslümanlara bir şeyler kazandırmaz ama İslam düşmanlarına çok şeyler kazandırır. Görevimiz kaybetmek değil kazanmak, hataları tashih ederek inanç dünyasında meydana gelecek sapmaları önlemektir.

Peygamber efendimizin Mekke’nin fethi için hazırlık yaptığı bir sırada yapılan çalışmaları bir mektupla gizlice Mekke’deki yakınlarına haber vermeye kalkışan Hatıb b. Ebû Belta hakkındaki uygulamasında da alacağımız dersler vardır. Hz. Ömer onun münafıklığına hükmederek boynunu vurmak için izin talep edince Resûl-i Ekrem Hâtıb’dan açıklama istemiş, o da bu işi Mekke’de bulunan akrabalarını korumak amacıyla yaptığını belirtmiş, Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’na katılan Hâtıb’ın bu davranışını hata diye nitelendirip onu affetmiştir. (Ebû Dâvûd)

Peygamber Efendimiz küfrünü açıkça ilan etmeyenlere Müslüman muamelesi yapmıştır

Peygamber Efendimiz küfrünü açıkça ilan etmeyenlere hep Müslüman muamelesi yapmıştır. Kur’an’da münafıklar hakkında kullanılan üslûba göre Resûl-i Ekrem’in onlara müslüman muamelesi yapması ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmasıdır. Münafıkların kimlikleri kendisi tarafından bilinmesine rağmen onlara sen münafıksın, sen samimi değilsin gibi bir tavır sergileyerek onları toplumdan dışlamamıştır. Peygamber Efendimizin bu tutumu ashaba da örnek teşkil etmiş, ashab arasında vuku bulan nifak hareketleri küfür olarak değil günah şeklinde değerlendirilmiştir.  Bu tavır aynı zamanda İslamlaştırma siyasetinin de bir sonucudur.

Kafir Değil İsyan Eden Kardeşler

Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açmasının sebebi, İslâm’ın şartlarından olan bir esasın iptal edilmek istenmesi ve bunun devlete karşı bir ayaklanma niteliği taşımasıydı. Hz. Ali’nin, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan muhaliflerine kâfir diyen taraftarlarına onların kâfir değil isyan eden kardeşleri olduğunu söylemesi de bu konuda bir kanıt teşkil etmektedir. (3)

Tekfir hususunda farklı mezheplere mensup âlimlerin belirlediği temel şartlar şöylece özetlenebilir:

  1. Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nisbet edilebilmesi için onun bu inancını terk etmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir.
  2. Ehl-i kıble tekfir edilemez. Zira ehl-i kıblenin dinden sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir.
  3. Âlimler arasındaki ihtilâflı meseleler tekfire konu teşkil etmez. Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.
  4. İlzâmî (dolaylı) yöntemle insanlar tekfir edilemez. Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir.
  5. Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuştur. 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun müslüman olduğuna hükmedilmelidir
  6. Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zira bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır.

Müslüman olduğunu söyleyen, fakat tekfiri gerektiren inanç ve davranışları benimseyenlerin tekfir edilmemesi, Müslümanlığı kabul ettikten sonra küfür kelimesini söyleyenlerin küfre gireceğini (Tevbe 9/74) ve iman ettikten sonra küfre dönüp inkârlarında aşırı gidenlerin tövbelerinin kabul edilmeyeceğini (Nisâ 4/137) bildiren Kur’an’daki hükümle bağdaşmadığı ve dinin yozlaşması sonucunu doğurduğu açıktır. Ancak tekfir kişi temelinde değil ilke temelinde yapılmalıdır. Bunun yanında Allah’a ve resulüne iman edip onları seven bir müslümanın, İslâm’ın inanca ve davranışlara ilişkin ilkelerinin ayrıntıları konusunda yoruma bağlı şekilde farklı hükümleri benimsediği gerekçesiyle tekfir edilmesi, önemli dünyevî sonuçlar doğuran yanlış bir tutumdur. Tekfirde asıl kabul edilen şey, Hz. Peygamber’i Allah’tan getirdiği kesinlikle bilinen vahiy konusunda açıkça yalanlamaktır. Vahyin doğru biçimde anlaşılması, İslâm’ın ana ilkelerine dair yöntem bilgisine ve nasları yorumlama birikimine sahip bulunmayı gerektirir. Bu da bir müslümanı tekfir etmenin kolay bir iş olmadığını kanıtlar. Tarihte ve günümüzde görüldüğü gibi bir müslümanı din anlayışında veya nasları yorumlamasındaki yanlışlarından dolayı tekfir etmek yerine İmam Şâfiî’nin belirttiği üzere hata ettiğini söylemek daha doğru bir yöntemdir.” (4)

Rabbimiz (cc);

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat 49/10) buyurarak müminlerin kardeş olduğunu hatırlatmakta Asr suresinde de insanın hüsran içerisinde olduğunu, hüsrandan kurtulmak için imanın yalnız başına yeterli olmadığını salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye ile imanın desteklenmesi gerektiğini bildirmektedir. Tekfircilik İslam düşmanlarının arzu ettiği bir şeydir.

Amellerimiz ve eylemlerimizde Kur’an’ı ve Allah Rasulünün uygulamalarını kendimize rehber olarak alırsak İslam düşmanlarının oyunlarına gelmemiş oluruz.

  • Yunus Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi’, C.40. S. 350-356
  • Prof Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Hariciligin modern bir görüntüsü olarak tekfircilik. Hazırlayan, Dr. Ahmet Emin Dağ, İç Tehdit ve Riskler Işığında İslam Dünyasının Geleceği, İNSAMER 2016
  • Yunus Şevki Yavuz, a.g.e.
  • Yunus Şevki Yavuz, a.g.e.

Yorum Yapın

Navigate