BİLİMDE GERİ KALMIŞLIĞIMIZ VE MEDRESELER

Büyük Selçukluda kurulmaya başlayan medreseler kısa zamanda Isfahan’dan Konya’ya kadar uzamış, İslam medeniyetinin ilim alanında gelişmesini, maddi ve manevi ürünler vermesini sağlamış, bu sayede pek çok  eser kaleme alınmıştı.

Anadolu Selçukluları ilim hayatına önem vermiş; Konya, Kayseri, Tokat, Sivas ve Erzurum gibi birçok merkezde medrese, şifahane gibi sosyal kurumlar açarak İslam medeniyetinin Anadolu’da kökleşip olgunlaşmasına öncülük etmişlerdi. Ancak doğudan gelen ‘Moğol’ istilalarıyla batıdan gelen ‘Haçlı’ seferleri bu gelişmeyi durdurmuş; sosyal, ekonomik sıkıntılara ve mülkün parçalanmasına sebep olmuştu.

Anadolu birliğini sağlamaya çalışan Osmanlı Beyliğinde de Bursa ve civarında özellikle Orhan Bey’le birlikte ilme, ulemâya, medreseye önem veren bir anlayış yeniden hayat bulmuştu. Özellikle Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesinden sonra inşa edilerek eğitim, öğretime açılan ‘Sahn-ı Seman’ medreseleri çağın önünde bilgi üretim merkezlerine dönüşmüştür. 

Vakfiyesinde belirtildiği üzere bu medreselerde dinî ilimlerin yanında pozitif ilimlerle felsefe okutulmuş, sıbyan mekteplerinde ders verecek olan müderrislere bazı kıstaslar getirilmiş, derslerde yetersiz görülenlere görev verilmemiştir.

1500’lerin başlarında Şeyhülislam İbn-i Kemal’in hocası, aynı zamanda Bursa ve Fatih medreselerinde müderrislik yapmış olan Molla Lütfi Efendi, ‘dinin vicdanî yönlerine daha çok önem vermesinden’ dolayı dinsizlikle itham edilmiş; sonraki asırlarda fecî sorunların çıkmasına sebep olacak Hatipzâde  İbrahim Efendi adındaki müderrisin verdiği bir fetva sonucu canına kıyılmıştır. 

Kanunî Sultan Süleyman’ın yaptırdığı medreselerde eğitim bir disiplin içinde yürütülmüş; kurallar önceden konulmuş; okutulacak dersler, müderrislerin atamaları, terfileri belli bir program içerisinde yürütülmüştür. Bu yıllarda medreselerde beşerî ilimlerin yanı sıra, tıp dahil pozitif ilimlerin birçoğunun eğitimi devam etmiştir. Lâkin 1550’lerden sonra medreselere müderris atanmasında usûlsüzlükler başlamış; torpil, rüşvet, adam kayırma gibi ilme zarar verecek şeyler baş göstermiştir.

 Yine bu sıralarda vuku bulan ve olumsuz bir değişime sebep olacak bir durum da Mısır’dan gelen Eş’ari ekolünün temsilcisi olan müderrislerin  ‘Maturidî’ geleneğinin yerine ‘Eş’arî’ geleneğini öne çıkarmaya başlamış olmalarıdır. Bunun neticesinde medreseler durağanlığa girmiş, skolastik anlayış hakim olmuştur.

1590’lara doğru baş gösteren, ilimlerin durmasına sebep olan Kadızâdelilerle Sivasîzâdeler arasındaki tartışmalar ne yazık ki gelişmelerin önünü tıkamıştır. Medrese ve tekke mensupları arasındaki ayrışma neticesinde huzursuzluk su yüzüne çıkmış, birbirlerini tekfir etmeye kadar uzamış, işlerine gelmeyeni zındıklıkla suçlayarak idamlarına sebep olacak kadar ileri gitmişlerdir. Bunlar eğitimdeki problemlerin dehşet verici boyutlara ulaştığını göstermektedir.

Molla Lütfi Efendi’nin öldürülmesi, 1582 yılında Takiyüddin Mehmed Mısrî Efendi’nin Kandilli’de yaptırdığı rasathanenin  ‘rasathane, gaip ve meçhûlât âleminin ahvâline keşif ve vukûf hasıl ediyor, yani gaipten bilgi ve haberler veriyor’  diye bir şeyhülislam fetvasıyla yıktırılması, gelecekte çok kötü olayların yaşanacağının da habercisi olmuştur.

  1. yüzyıla gelindiğinde, tüfek ve top artık savaşlarda etkili bir biçimde kullanılmaya başlanmış; tüfeklere süngü takılması fetva konusu olmuş, yetkililerden görüş istenmiştir. Öyle ki, top namlusunu temizlemek için domuz kılından yapılmış olan fırçaların kullanılamayacağı yönünde fetva dahi verilmiştir.

Tabiat bilgilerinin konusuna giren canlılarla ilgili bir bilgi notunda ‘sinek pisliği bulaşmış bir ip, toprağa dikilirse nane biter’ görüşüne bile yer verilmiştir.

Bir köyün veya bir beldenin etrafına timsahın, o bulunmazsa maymunun derisi serilirse oraya dolu yağmayacağı, veba hastalığının sebebinin ‘cin çarpması’ olduğu gibi anlayışların toplumun hafızasına işlenmiş olması ilmin ne kadar gerilediğini gösteren örneklerdendir.

Taşrada medreselerde görev yapan müderrislerin ve talebelerinin çıkardıkları devleti yıllarca oyalayan  ‘Suhte İsyanları’; İstanbul’da medreselilerle yeniçerilerin anlaşarak çıkardıkları isyanların her birisinin ayrı ayrı acı sonuçları olmuştur.

Fatih zamanında çıkarılan ‘Hocazâdeler Fermanı’ diye bilinen bir fermanla şeyhülislamların ve ulemânın çocuklarına müderrislik payesinin verilmesi, ileriki yıllarda ilim yapmasa da bu çocuklar için uygulamaya konması,  müderris olmada ehliyet aranmaması, liyâkat ve dirâyetin dikkate alınmaması ister istemez vahim sonuçlar doğmasına sebep olmuştur. Bu arada makamların rüşvetle el değiştirmesi problemin bir başka önemli sebebini teşkil etmiştir.

Şeyhülislam Ebu İshak Efendi’nin fetvasıyla 1716 yılında şehit edilen Ali Paşa’nın kitaplarına el konulmuş, yalnız aralarında felsefe, astronomi, astroloji kitaplarının bulunmasından dolayı kütüphanelere vakfedilmeyeceğine hüküm verilmesi işin bir başka acı tarafını oluşturmuştur.

İbrahim Müteferrika’nın matbaayı ülkeye getirmesine karşı çıkılmasının yanı sıra Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ‘Arapça tarihleri Türkçe’ye aktarması’, Devlet Basımevi’nin açılmasında etkili olması hayatına mal olmuştu. Frenkler İbn-i Sina’nın yazdığı ‘Kanun-ı Tıbb’ı bırakıp ‘Tıbb-ı Cedid’ diye yeni bir yol izler ve müstahzarlar(hazır kimyasal ilaç ve malzemeler) hazırlarken; gayrimüslim hekimlerin muayenehanelerinin kapattırılması yönünde alınan kararlar her alanda olduğu gibi tıp alanında da geri kalmamızın sebepleri arasında yer almıştır. 

Özellikle 16. yüzyıldan sonra ilim dalları ve ‘âlim kime denir?’ gibi konular yeniden ele alınmış; hadis, akaid, fıkıh, tefsir, Arapça gibi dallarda yetişenlere âlim denmiş; Tıp, Fizik, Kimya, Astronomi, Biyoloji gibi alanlara yetişenlere âlim denmeyeceği kararlaştırılmıştır.

Şair Vehbi, oğluna yazdığı şiirde dönemi şöyle anlatmıştır:

“İ’tibar eyleme pek hendeseye

  Düşme ol dâire-i vesveseye!

 

  Bakıp eşkâle muhannas diyerek

         Ya murabba ya muhannes diyerek!” 

İlk beyitte geometri, matematik gibi hesap işleriyle uğraşmanın beyhude olduğu anlatılmak istenirken; ikinci beyitte kadıların üçgen, dörtgen gibi geometrik şeylerden dahi habersiz olmaları yüzünden miras kalan bir tarlayı bile nasıl taksim edeceklerini hesaplayamadıklarından söz edilmektedir. Dolayısıyla hendese bilen doğru hesaplama yaparken, hendeseden haberi olmayan hak yiyebiliyordu. 

1591 yılında ‘bunlar felsefiyattır’ diye bir ‘İlm-i Kelâm’ kitabı olan Kadızâdelilerin itibar ettiği Mehmet Birgivî’nin ‘Şerh-i Mevâkıf’ adlı kitabı öğretimden kaldırılıyordu.

Kahve ve tütün kullanımının yaygınlaştığı bu tarihlerde ‘tütün, kahve haram mı yoksa mubah mı?’ gibi tartışmalar yapılması dünyadaki bilimsel gelişmelerden bî-haber olunduğunun göstergesi olmuştur.

İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde bile ‘kirli elbiselerin altına buğday taneleri konursa bir müddet sonra elbiselerin altından fare çıkar’ tezinin işlendiği tarihlerde, batı yeni gelişmelere yelken açmıştı. Oysa bu yıllarda medreselerde matematikteki dört işlemin dışında fizik, kimya, biyoloji gibi dersler tamamen devre dışı bırakılmıştı.

İbrahim Hakkı ‘Marifetnamede’ yıldızlar, gezegenler hakkında bilgiler aktarması üzerine dedikodular başlamış ve Kadı Mehmet Efendi, Müftü Hazık Efendi ve Müderris Büyük Maksut Efendinin huzurunda yargılanması benzer bir örnektir. Mahkemede Müftü Hazık Efendi İbrahim Hakkı’ya hitaben; ‘Molla sen bir kitap yazmışsın….Hayli marifetler etmişsin….İçinde yıldızlardan, ay, güneş ve gökyüzünden bahsederek Allahın işine ve hikmetine karışmakta imişsin. Bunun dinsizlik olduğunu, insanı küfre götüreceğini bilmiyor musun? Söyle bakalım ne cevap vereceksin’?

İşin vahametini anlamış olan İbrahim; ‘Hocam bende bilgimin noksanlığının farkındayım. Fırsatını arıyordum ki Hazık Hocamdan ders alayım, eksiklerimi tamamlayayım. Beni Öğrenciliğinize kabul edermisiniz’? Bunun üzerine Müftü Hazık Efendi; topluluğa dönerek; duydunuz İbrahim eksikliğini kabul etti. Şimdi onu yetiştireceğim deyince İbrahim Hakkı  zındık ilan edilmekten kurtulmuş oluyordu.

Öte yandan II. Mahmut’un İptidaî mektepler açması, eğitimde yenileşmeyi başlatması ve daha başka sebepler, onun ‘Gâvur Padişah’ olarak anılmasına sebep olmuştu.

Darülfünun Müdürü Hoca Tahsin Efendi’nin canlıların havasız ortamda yaşayamayacağını deneylerle sınıfta göstermesi ‘zındık’ ilan edilmesine sebep olmuş; Padişahın devreye girmesi sayesinde ancak cezadan kurtulmuştu. Benzer bir olay Vehbi Molla adındaki birisi Darülfünunda muallimlik yapan Kemal Efendiyi hedef almasıyla başlar. Kemal Efendi derslerde harita kullanıp, resim çizdirdi diye haritaları abdesthaneye attırıyor, muallimi tekfir ediyor. Öldürüleceğinden korkan Kemal Efendi yurt dışına kaçıyor. Benzer olayların tekrarlanması ve başka nedenlerden Darülfünun kapatılıyor.

Bütün bu gelişmeleri görenler de elbette vardı. Şehit edilen Genç Osman, III. Selim, II. Mahmut gibi padişahların yanı sıra Kâtip Çelebi, Koçi Bey, Kocasekbanbaşı, Ahmet Cevdet Paşa gibi yetişmiş bilgili insanların ikazlarını kimse duymamış, üstelik tepkilere yol açmıştı. 

1891 yılında Erzurum Mülki İdadisinde yaşanmış bir olay geri kalmamızın örneklerinden biridir: 

Maarif Müdürü Tevfik Bey sınıfa girip öğrencilerinden Fransızca ders kitabı almalarını, artık bundan sonra Fransızca ders de göreceklerini söylemesinden bir hafta sonra o sınıfta Fransızca dersi işlemiş, sonraki hafta sınıfa girdiğinde öğrencilerin sayıca azaldıklarını görmüş… Üçüncü hafta sınıfa girdiğinde ise sınıfta öğrencinin yarısından fazlasının gelmediğini görmüş ve ‘Neden arkadaşlarınız gelmedi?’ diye sormuş… Aldığı cevap olayın vehâmetini ortaya koymuştur. Öğrenciler: ‘Hocam, dediler ki, eğer Fransızca öğrenirseniz rüyalarınızda bile Fransızca konuşursunuz. Öldükten sonra melekler soru sorduğunda Fransızca cevap verirsiniz. Melekler Fransızca bilmediğinden sizi Cehenneme atarlar!’  Arkadaşlarımız onun için gelmediler. İşte bu ve buna benzer bağnazlık örneği pek çok olay Osmanlı ilim dünyasının çökmesine, dış dünyayı algılayamamasına sebep olmuştur.

Medreseler asırlar içinde kendini yenileyememiş, aksine içerik bakımından geri gitmiş, bilgi üretememiştir. Sadece önceden yazılmış kitaplar şerh edilmiş, sonra şerhin şerhi şerh edilmiş; yetmemiş haşiyeler… Haşiyelere haşiye yazılmış… Halbuki dünya değişmekte, sanayinin temeli olan pozitif bilimler batı dünyasını aydınlatırken bizde pozitif bilimler yukarıda verilen örneklerde olduğu gibi medreselerin dışına itiliyordu.

Medreselerde ders dili, yani ilim dili Arapça iken 18. yüzyılda buna Farsça eklenmiş. Oysa medreselerde eğitim dili olması gereken Türkçe ancak 1850’lerden sonra girebilmiştir. Bu durumda yabancı dil sorunu Osmanlı’da baş göstermiş; devletin en mahrem yeri olan ‘Tercüme Odası’na 1821 yılına kadar Rumlar, 1914 yılına kadar Ermeniler ve sonrasında Yahudiler hâkim olmuştur. Bu devletin sırlarının düşmanların eline geçmesini sağlamış, Patrik Geregor bu yüzden asılmıştır.

Sonuç olarak devlete, millete rehberlik etmesi gereken âlim, ulemâ hem ilim dışı işlerle, hem de kendi iç meseleleriyle ya da şahsî işleriyle uğraşmaktan dış dünyaya bakamamış; batıda meydana gelen teknolojik gelişmeleri lisan bilmediklerinden okuyamamış, gelişmeleri izleyememiş, üstelik yapılanları engelleme yoluna gitmiştir. Dolayısıyla bunlar Osmanlının ilmen geri kalmasında cidden etkili olmuştur.

Uzun asırlar boyunca; öğretim metotlarında,müderrislerin atama ve terfisinde, disiplin kaidelerinde, medrese gelirlerinin azalmasında ciddi bozulmalar meydana gelmiş, meydana gelen yozlaşma ve çürümeler sonucu 1900’lerin başında ‘medreselerin ıslah edilmesi zarureti baş göstermiştir’.

Kaynakça:

  1. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1970.

İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1988.

Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 15. Baskı Ankara, 2009.

Kâtip Çelebi, Mîzanü’l Hakk Fi İhtiyari’l Ahakk, İstanbul, 1980.

Zuhri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Ankara 1985.

Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Cilt 1-2,İstanbul, 1977. 

Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İstanbul, 1991.

Hilmi Ziya Ülken Eğitim Felsefesi, İstanbul, 1967.

Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Cilt: 2. Konya, 1966.

Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul, 1991.

Hasan Akgündüz, Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi, İstanbul, 1997.

Ahmet Cihan, Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı, İstanbul, 2004.  

Sami Önal, Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları Harbiye’den Dersim’e, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006.

Muallim Cevdet, Mektep ve Medrese, Çınar Yayınları, İstanbul,1978.

Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, 1983. 

C.Server Revnakoğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Marifetnamesi, İstanbul 1961.

 

 

 

Yorum Yapın

Navigate