VAR OLMAK; GAYE ÜZERE OLMAKTIR

 

Batı; sahtekâr, doğu; cahil ve riyakâr! Kuzey, zalim; güney ahmak! Hepsi de hâlâ sömürülen, sürü, kaptı kaçtıcı ve bedevi! Birileri; zevkiyle, zulmüyle meşgul, diğerleri; sefaletiyle, saltanatların posa kıldığı mecalsizliğiyle bedbin… Batı gâyesizliğinin sapkını; doğu, kadim gayeyi astığı duvardan önüne alamayacak kadar mecalsiz. Akıldan uzak ve yolunu şaşırmış… Kendini tayin eden efendilerine öykünüyor, özeniyor ama taklitlerle de maymunlaşmış durumda. Kendine dönüş yolunda değil, kendisi olma çabasından uzak bir haldedir! Kimileri de fötr şapka üstüne sarık sarmakla fark oluşturmaya çalışıyor şaşkınca! Kimi zamanlarda da kerameti çulda, kılda ve pulda arayacak kadar güdük bir anlayışın sürüngenliğini canlandırıyor!    

İmanın aydınlığından nasibini alan bir iradeden bunun için yoksun. Yoksun ve yoksul!

Bu anlamda ne batıyı, ne de doğuyu taklit; kendisini, insanî yaratılışına uygun bir hayata taşımadı.

İkisinin de karanlıklarına ağan bir güneş olmayı, kim, hangi ülke veya hangi millet becerecek? Hangi meşru ve sosyal sistemiyle, hangi fikrin kadrosuyla ve hangi aydınıyla becerecek? Umutsuz bir debelenmeyle veya kimisi de cihada iftira şiddet olaylarıyla yol alıyorken, biz “bu halin sonu rezil bir çıkmazı gösteriyor!” kaygısındayız. Bu akılla nereye varılabilir?

Hâlbuki güneş ve güneş mizaçlılar için doğu da, batı da yoktur. Sadece aydınlık ve aydınlatmak vardır.

İnsanı dünya karanlıklarından kurtaran nûr güneştir. İnsanı iç ve dış gâyesizlik boşluklarından kurtaran, aydınlığa namzet halin yönü, sadece barış dini olan İslam’ı doğru anlamakla mümkündür! Kastımız da gerçek İslâm ve gerçekten İslâm! Ne doğu, ne batı; hepsini anlayarak aşmış olmak sorumluluğundan bahsediyoruz biz! Hepsini aşmış, anlamış ve insanî değerlerde birleşmiş olma halidir İslam’a ermek! Müslüman olmak; genelde bütün insanlığın ve özelde kendi insanının dertleriyle dertli, dertlerin çaresi için arayan olmaktır. Kendinde değil, insanlığı ortak değerlerde, adil doğruda birleştirmenin kılavuzu olma davasıdır, doğruya inanmak!

Bunu ne ile yapacağız, nasıl başaracağız?

İslam’la ve Kur’an’ıyla… Fıtrat inancı ve nimet olarak bahşedilen akılla, ehliyetlerle… Yani insanları ayrıştırmadan, akılların erişebildiği, insanlığın ortaya koyduğu bütün hikmetlerle, hakikatlerle!

 

EMROLUNAN DOĞRUYA ULAŞMAK İÇİN…

‘İslam var ama Müslümanı nerede?’ diyebilirsiniz!

Müslüman ki; bölmemiş, parçalamamış, bütününü kavramış olan… Kendini, kendi tarifine uyduran var amma, biz, asıl ve asli tarife uyanı aramaktayız! Müslüman, kıymetiyle ve insanlığa katkısıyla büyük olmaktır! Müslüman olmak; ağırlığı büyük olmaktır. Emin ve Güvenilir olmaktır. Emrolunan doğruya ulaşmak için dosdoğru insan olmaktır!

Sürü olmak, sefil olmak, ilimden ve gelişmeden uzak olmak ise; hiçbir şey olamamaktır. Bugünkü hâl gibi… Hâle rağmen cenahımızın kurumları, sürüleştirmenin taliminden nedense hiç vazgeçmiyorlar! Bilindiği gibi sürünün, sürüleşenlerin gayesi olmaz! Onlar, ancak gayesi olanlara huşu içinde uşaklık eder! Demokratik olmayan yönetimler için de böyle sürü sahibi olmak; iktidara ve nimete ermektir! Çünkü sürü, şükran duyar ve muhalefet gibi bir “küfür halinden” (!) her zaman uzak durur!

İktidar yamaklığı, eskimez huy olarak gerilik faslında yaygınlaşarak devam eder.

İnsan rüştüne ermişse eğer, mesuliyete erer ve sürüleşmez. Koca kafayı küçük dertlerin, ihtirasların, helâk eden ikbâllerin çamuruyla bulamak; insanı ne kadar insan kılıyorsa, o kadar da Müslüman kılıyor diyebiliriz! Gerçek insan ve Müslüman olmak; hürriyetle, kimlik-kişilik sahibi olmakla başlar. Kişilik, kimlik, şahsiyet; devşirilmiş fikirlerle, haram lokma ve örtülü bağışlarla oluşmaz. Amacı; “var olmak ve hür olmak” olanların helalinden kazandığıyla şahsiyet korunur ve oluşur.

Bu sürüleşme ikliminde kafalar hastadır. Bu hasta kafanın; bedeni, gücü, imanı da hastadır! Bellidir ki; insan doğmak, insan olmak için gereklidir ama yeterli bir şart değildir artık. İnsan olmak, ancak; sahih bir imanla, selim bir akılla, doğru bir düşünceyle mümkündür. Doğru düşünce; hakkı, hikmeti, adaleti bilmek, temiz bir çabayla, ilim ve ahlâkını elde etme çabasının ürünüdür. Buna gücü yetmeyenin de zarurî bilgiyi öğrendikten sonra, haddini bileceği yerde olması gerekir. Bilmişlerden sakınması, bilene itibar etmesi gerekir.

 

İNSAN OLMAK: ANLAMLARI DOĞRU BİLMEKLE MÜMKÜN

İnsan olmak; anlamak, “anlamları doğru bilmektir” ve doğru yaşamaktır. Bunu adaletle yapabilmek için kendi payımıza düşen sorumluluğu edinip, iyiliği sosyalleştirmek gerekir. Bunun daveti de büyük bir insan sevgisiyle mümkündür! Yani İslam’ı bir bütün halinde anlayıp yaşamak, insanlığın acı-tatlı tecrübelerinden dersler almakla, evrensel barışın kıymetini anlamakla olur. Bu da barış dâvâsının adı olan İslâm’la mümkün olur! Ancak, yaygın olan bugünkü Müslümanlık algısıyla ve ilimden uzak, bozulmuş akıllarla “sulh ve sükûnet” mümkün olmaz! Arınarak yenilenmek, son hesabı hatırlayarak, kurtuluşa namzet şartları oluşturmak gerekiyor.

İslâm dindir, kavganın sopası değildir. İslam; mü’mini dindar kılar ve kemâlini tesis eder. Gerçek din olan İslam, Müslümanın; ne dinciliğini, ne din tacirliğini, ne de bu söylemlerle çıkar edinenlerini asla onaylamaz, hatta kendinden bile saymaz! Hayatın akabindeki ölüm, ardından dünyada yaptıklarımızın hesabı ve sonraki hayat için ödüller ve cezalar hatırlanır. Allah, emirlerini, istenen şeyleri hatırlatır. Onun içindir ki; hayatın bir sonu gibi, bir de anlamı vardır. Öyleyse bu anlamlı hayatı yaşamanın da akidevî (doktriner), sanatsal, estetik, hukukî, ahlakî tarafı olmalıdır, değil mi? Meselâ nezaket, incelik, edep; adaleti şahsiyete maya kılmanın, sosyal faydaya dönüştürmenin sonuçlarıdır. İnsan, gerçekten İslam’ın Müslümanıysa; gerçek insan olur! Varlığı, günümüzdeki gibi nefreti çağrıştırmaz, mide de bulandırmaz! Hikmet arayıcısı olan Müslümanın sermayesi, onu asla iflasa götürmez. Şekillenişi; doğaldır, fıtrîdir ve örneklik düzeyindedir. Örnek olabilenler de ancak, hali ve sözüyle tebliğ eder. İnsanı ve grupları tahrik etmez, inancını dayatmaz, teklif eder, tehdit etmez.

 

ACZİYETİN MAĞDURU OLMAMAK İÇİN…

Hayata yön veren sahih niyet, barışa-gelişmeye yönelmiş bilinçle buluşunca, çözümü ışıldar, ışığıyla fark edilir. Çözümsüzlüğün kinini, dine kir olarak bulamak ise, popüler çözüm gibi görünüp uygulansa da gerçekte insanlığı tahribe tevessüldür. Ahmakça ateşi sevme cesaretidir. Uhrevi hesabı unutmadır, inkârdır.

Dünyamızla biz, gelinen ve yaşanan hâl gibi az gelişmiş olarak gelişmişlerin peşinden sürünmezdik. Ne gerici olurduk, ne de ilimsiz aklın çukurunda kıvranmazdık. Yenilenen hayatın, gerisinde kalmış aklıyla, donmuş fıkhıyla, İslam dışı cehaleti kabulün irticacı hastası olmazdık! Yanlış yere kasıtlı olarak çalınan karaların, sonunda yaftaları doğrulayan acziyetin mağduru da olmazdık! Silkinirdik!

İnsan tacirlerinin ilk hedefi, hasmı; inançtır, İslam’dır. İslam, yanlışa perde yapılmadan insanlar tuzağa düşmez. Oltanın ucundaki zehirli yem gibi bir av gıdası kılınmıştır din! Müslümanın acziyeti; iç ve dış yanıltıcı zulmü beslemiştir. Cehaletten faydalanan siyasi tacirler, hâkimiyete erişmenin galibiyetiyle renklenmiştir. Aldatmanın, zulme sempatinin devamı, bu boyalarla sağlanır olmuştur.

“Müslüman Dünyası; Son 500 yıldır insanlığın bilim hanesine hiçbir katkı sağlamadı!” diyor. Kim diyor? Nobel Ödülü alan, Sayın Aziz Sancar diyor! Bu bilindik ama unutulan sözü tekraren söyledi, hüzünle!

Ödül aldığı projenin bütçesinin yirmi milyon dolar olması da ilave bilgidir!

Dışarıda bilime sağlanan imkân bolluğunun, sadece öğretmen gibi derse soktuğumuz bilim adamlarımızdan esirgenme nedenini hangi yetkilimiz açıklayacak? Bizdeki yanlışların hesabını kim verecek?

Gelişme faaliyetini destekletip programlamayan mesuller, sadece kızgın ve azgın görüntülerle, her gün biraz daha çirkinleşiyorlar. İnsanı insana kırdırıyorlar. En büyük örnekten, diğer örneklerden uzak, tarihinden habersiz, millî kültürünün çözümünden gafil her oluş ve duruş; çözücüdür, tehlikelidir. Siyaset bu değildir, idare bu değildir! Vurgun ve soyguna teşne siyaset; insanıyla değil, insanlarını kuşatan sorunlarla kavga etmelidir.

 

DEVLET ADAMLARINA YANILMANIN ÖZRÜ DEĞİL,

ADALETE HESAP VERMESİ VARDIR

Millet iradesini güç borsalarında heder eden sahte demokrasisiyle iktidarlar; sözde milletin tayin ettikleridir. Birileri birilerini seçer, o birileri de milleti ayartır! Gerçek iktidar varsa itibar var demektir. İktidarlar hep var gibidir amma gerçekte, devlet de millet de sahipsizdir! Heyecan ve galeyanın bulaştığı devlet çarkı arızaya mahkûm edilmiştir. Devlet çarkının dişlilerini muhafaza eden muhafaza yağı adalettir. Balyoz ve Ergenekon Davalarıyla varılan sonun, kirli bir çarkın bizi Hayalet Avcılığına mahkûm ettiğini görürüz. Bu keyfiyettir, cinnettir, cinayettir! Şimdi de darbe bahanesiyle devletin kurumları işlemez hale getirilmiştir. Örnek kişi veya kurum; tarifini tamamlayandır, olgunluğa erme haliyle bütünlüğe kavuşmaya çabalayandır.

Bunun içindir ki, var olmak; doğru bir gaye üzere olmaktır ve bu asıldır. Vicdanların onayladığı ve keşfedilen yitik değerleri, selim bir akıl, kucaklayan bir projeyle kabûle sunmaktır. Herkese yer açmaktır.

Her şeyi kuşatmışın emriyle kuşanmaktır. Arzdan, arızadan teslimiyete ve şahlandıran gayrete yol bulup güneş mizacına erme, aydınlıkla iç içe olma tekâmülüdür. Gerçeğe ermek; gayeyi gayretle birleştirmektir!

Doğuluda ve batılıda olmayan, ama bizde olması gereken halin, özlemimiz olan davanın izahı budur!

Kendimizi karanlıklara mahkûm etmemiz, irademizle ilgili bir durum. Doğu için, batı için, tepinenler için sarf edilen irade böyle sonuçlar vermiş! Ruhçu, mistik veya materyalist değerlerin, insanın hayat maksadını yok ettiğinin iniltisi, vicdan sahiplerinin duyduğu bir çığlık olmalı artık. Bu çaresizlik ve çığlığı; hepimizi ‘asaleten insanlığını yaşa artık!’ diyen bir sorumluluğa çağırıyor. Bir dâvâ ki; sürüleşmemiş ve sürünmeyen insanı çağırıyor asalete, kendi asaletine…

Dünyayı doğru anlamış, “hak ve hürriyeti vazgeçilmez sayan” yeni ve millî bir çözümle…

 

“DOĞRU NEYSE GÜZEL ODUR!”

Bu çağrı; “Ben yokum, Sen neredesin?” demekle karşılığını bulmaz!

Aydınlığa yakın olmak bunlardan başka bir şey! Halimiz hangi hale denktir sizce?

Yaşamadığımızı anlamak, çok zor! Karanlıkta aydınlığı tarif kadar zor!

Hayatı, büyük fikre ererek anlamak ve yaratılışa uygun yöntemle münasebetler kurmak, insanı değerli kılar. Anlamlı yaşama sorumluluğumuz da buna dâhildir,  bu huzurumuzun da çaresidir.  Sosyal bir varlık olarak, sorunu çözmede kendimizin ve toplumun gerçek halini unutamayız. Sorunlu insansa, bu sorunu yine insanın kendisi ve kendi gücüyle çözer. Kurumsal bir yapı içinde ehliyetlere açık bir icraatla gereken ilk adımı atmaktır. Sorunların çözümsüzlüğünün günahını, sadece birkaç mütefekkire, az sayıdaki namuslu topluluğa yüklenmez, onlar ‘vebal altında’ olmakla itham edilemez. Hayatı kenarından yaşamaktan vazgeçerek, kendimizi birey olarak vebale ortak edebiliriz belki. Kendimizi hayata dâhil etmeliyiz ve çözümle uğraşan bir akla ermeliyiz. Böylece iç kavgamız sönsün, geriliğimiz bitsin! Yaşamak asaleten ve değer kazanarak var olmaktır! Asaleten yaşamak demek; kendimizi geliştirip donatmak, insanlık ve ülkemiz için faydalı bir uzuv haline getirmek demektir.

Hep geriye “sürü psikolojisiyle” bakıp korkularını besleyen kaynağın az olanları güçsüz gösterilmesinden kaynaklandığına şahit oluruz. Arkada kalabalıkları görememek, azları görmek, caydırıcı/çözücü olur. Hem sayıları azımsarız, iradesiz çoklardan vazgeçmeyiz, hem de bu iradeli sayılara dâhil olup çoğaltmaktan kaçınırız. Peki, bu az bulduğumuz sayıyı, mensubu olmaktan kaçındığımız “milli topluluğu”, kim güçlendirecek?  Bu topluluğun gücüne biz güç katmadan, çareye yönelik etkisini nasıl çoğaltacağız. Köleleştirmenin gizli adı olan kitleleştirme; kalabalıklarda, başkalarının ayak izinde yürümek ve ayakçı olmaktan öteye neyi sağlar? Aklın, ayrı bir birey olmanın mesuliyetiyle ülkemize katkımız ne kadardır ve bu katkı nerede daha çok olabilir?

Güç olmanın ve güçlü olmanın hesabı-kitabı yok mudur?

Sormaya, sorgulamaya an geçirmeden başlamalıyız!

Öncelikle ben, kıymetli bir toplum hedefi için, “kıymete dâhil insan olma çabasının neresindeyim?” diye sormalıyım kendime. Sorgulamayan insan, kendisi olamaz! Milletine ait değerli bir şuur halini alamaz. Ama kalabalıklara dâhil bir çöp yığınının parçası olunur. Günlük yaşarsak, tek derdimiz maişetimiz ve konforlu hayatımız olursa yığınızdır. Demek ki; küçülmüş insan, geleceğin en kıymetli maişetinin, ülkesinin bağımsız kalması olduğu derdinde değildir. Küçük insan; gözüyle ve karnıyla düşünür, gönlü ve aklıyla düşünmez! Anlamayı erteler, tek meselesi; şahsi meseleleridir. Millî kişiliği ve kimliği teşekkül etmemişlik, ettirilmemişlik, kimlik avcılarına bu ortamda avlanma fırsatı verir. Bu durumun yanlışlığından uyanmak ise bazen çok geç olur. Çıkarı için yaşayan insanların, millî felaketleri fark edip uyanması ancak şu şartlarda gerçekleşir: İşlerinin bozulup yolunda gitmemesi, çocukların beklenmedik kötü badirelere sürüklenmesi, ülkenin işgale uğraması (Allah korusun) halinde uyku severler ancak uyanır!

 

“KIYMETLİ AZ MI ÇOKTUR, KIYMETSİZ ÇOK MU AZDIR?”

Ah ile vahların çare olmadığı günden sakınmak üzere, kendini ülke ve insanlık davasına adayanlar ise; “görmeye değmez, sesi duyulmaz” olur. Hür gelişmenin sigortası “milli duruş, milli refleks”, ecnebi gürültülerde, uyutulan milletiyle bütünleşemez bir türlü. Hâlbuki milleti kendi kültürüyle kudret ve irade sahibi bir gelişmiş kılmak ancak oluşacak “Millî İrade” ile mümkün. İrade olmazsanız, iradelere tabi olursunuz, peyk olursunuz. Orduyla, kültürle veya ekonomiyle işgale uğrarsınız.

İnsanoğlu kendine zulmedeni ve kendi zalimini sevmekten vazgeçmedikçe, millî iradeye dâhil olmaz.

***********

“Kıymetli az mı çoktur, kıymetsiz çok mu azdır?” sorusu birçok insanın zihin semtine uğramamıştır bile.

İşler tıkırında, keyifler yerindeyse eğer…

Kalabalıkların uyuşturucu haline getirdiği, sarhoşluk zerk eden boşluklardan sıyrılmamıza vesile olabilecek kıymetli azlardan ne kadar var bugün içimizde? Kuyruk olmaya değil, kurtuluş için dirilişe ve başın yanında baş olmaya çağıranımız ne kadar? Onu demek isteriz yani! Zira doğru bakmadan, doğru göremeyiz. Gerçeği göremeyince anlayamayız. Doğru anlayamayınca da doğru düşünemeyiz. Doğru düşünmemek ve işi doğru yapmaktan kaçınmak ise; “üstümüze pislikleri” yağdırır. Dünyayı bir bütün olarak algılayıp, güzelliklere vesile olma derdi olmayanın dinde nasibi olur mu?

İslam’la şereflenip, Müslüman olmak; her türlü necasetten “beri” olmak değil miydi hani?

Bir vatandaşımızın ifadesiyle “Doğru neyse, güzel odur!”. Büyüklerin böyle hikmetlerden nasibi olur. Biz de artık bu güzelliğe hasretimiz bitsin isteriz. Peşinden: Doğru sözü, kötü niyet ve çıkarına kurban edenleri tanıyacak feraset fukaralığını sahih bir tövbeye taşımaya ihtiyacımız var.

Onaran ıslaha, ıslahı imara dönüştüren kurumsal ve toplumsal bir inkılaba ihtiyacımız var!

Şimdi… Kuvay-ı Millîye’ den, Kuvay-ı Cebiyye’ ye tekâmülü(!); ahlâk mı,  ahlaksızlık mı sayalım?

Bu yangın için odun olanlara, yangına odun taşıyanlara bir bakın lütfen! Bunların birçoğu da haline imrendiklerimiz olabilir. Hiç sağımıza, solumuza ve kendimize bir de bu gözle bakmak ister miyiz?

Muhasebe adına vicdanlı bir muhakemeyle yani… Mutlak azaptan sakındıracak tedbir gayretiyle…

 

ÂLİM OLMASAN DA ZALİMLE OLMA BARİ

Hani Yunus Emre’ye mal edilen bir söz vardır:

“Küp üstüne küp dizseler / Biri biren bendetseler (tuttursalar)

Alttan birin çekseler / Seyreyle sen gümbürtüyü…”

İşte alttaki kırık küpleri görmeyip üsttekileri boyuyor olmalar, bize temeli, temel meseleyi unutturdu. Gaye sahibi olmaksa, temeli kavramaktır. Temeli inşa ederek işe başlamaktır. Gaye sahibi olmayanların çözümü; gelecek için sorun üretir. En alttaki kırılanı atlayıp, üsttekileri renklendirmek, boyanın rengini değiştirmek, çaresizlerin çare anlayışına uygundur. Etrafımız, önümüz hep bu zavallı tacirlerin, kalabalıkları aldatmasıyla sürüp gitmiyor mu? Küpteki boyanın her sefer (her seçimde) rengini değiştirip iş yaptığını zannettiren grupların, partilerin, iktidarların kalabalıklara oynadığı oyun şudur:

-Temel meseleyi unutturmak!

-Sorunu çözülmez sandırıp insanları çaresiz ve umutsuz bırakmak!…

Millet, sorun çözmez ama sorununu çözecek ehliyetli evlatlarını bulabilir. Sorun çözücü üç temel kurumun üçüncüsüdür millet. Millet; sorun çözeceklere destek ve güç verir, mesleğini namuslu bir çalışmayla faydaya dönüştürür. Bıçak kemiğe dayanınca millet uyanır. Ufuk bulutlanmadan halkı uyarmak namuslu ilim adamlarının görevidir. İşin başa düştüğü gün “Kurtuluş Savaşı” dır!

Bilgisi, iradesi dışında cereyan eden olayları millet (halk), anlamaz. Kamuoyuna sunulan bilgiler her zaman sağlıklı bilgiler olmadığına göre halkın refleksleri geç uyanır. Halkın iradesinin yansıdığı parlamento da ancak hilesiz bir demokrasi ile “egemenliği millete has” kılar. Ya iradeyi aldatandan başlayan bir sorun varsa ne olur? Atı alan Üsküdar’ı geçer…  Milletin uyanması kontrol dışına çıkarsa; felaketin, uyanışı yönlendirmek kontrolünüzdeyse; selametin kapılarını açar. Hep masum olmasa da âlim olmayan bunun için halk suçlanamaz. Yeter ki halkı yalanın tuzağına düşmekten koruyun. Aksi halde zalime destek oluruz, bununla zulüm meşrulaşır!

Çözümsüzlüklerden, ölçüsüzlüklerden, hak ve hukuk gaspından dolayı milleti suçlamak; asıl suçluları gizlemektir veya suçun faillerini bilememe eksikliğidir.

 

SİYASET; ADALET VE EHLİYETLE İDARE MÜKELLEFİYETİDİR.

İşte bunun içindir ki siyaset; adalet ve ehliyetle idare mükellefiyetidir. Nihaî hesaptan korkmak, yaşadığı zamanın kadrini bilmektir.

Hayatı, emredilen kıymetli değerine taşıma ibadetidir. Hesabı, adalete riayetle kolay kılmadır.

Umalım ve çalışalım ki; kurtuluşumuz, çareleriyle bereketlensin.

Bilip inanalım, inanıp ümitle çalışalım ki; düşünce ve çabamız bizi arındırsın, uyandırsın, güçlü kılsın!

Bu keyifle hazlara gömülmemizin, şahsi arzularla zehirlenecek kadar egoist olmamızın ardından uyanış biraz zor olacak. İnşallah “millet varlığımızı esaret ateşine, ülkemizi BOP ateşiyle bölünmeye sürüklemenin ihaneti içinde” uyumuyoruz veya uyutulmuyoruz!

Bölgemiz, kanlı ve vahşi savaşın içine yuvarlanmışken, ülkemizdeki hain darbe girişimini, ‘tankları durduran halk edebiyatıyla’ kahramanlar ihdas edilip protestolarını abartıyla renklendirmeyi durdurmalıyız. ‘Devlet aklıyla’ tedbirler almalıyız. Darbecisiyle bizi darp edenin, daha büyük entrikalarıyla başımıza yeni çorapların örülmesine engel olacak tedbir; gaflet ve cehaletten vaz geçmektir. Duamız, hassasiyetimiz bunadır!

Allah (cc), bizi, tövbeyle arınanların safına dâhil etsin! Milletimizi, devletimizi ve şehitler yurdu olan ülkemizi korusun! Çabamızı, mücadelemizi, kurtuluşumuza vesile kılsın! İktidara da siyasetin, adalete itibar eden salihlerin işi olmasını sağlayacak, hukuki tedbirleri geliştirip uygulayacak erkleri oluşturmasını nasip etsin.

Birikimi, programı, projesi, hazırlığı ve küresel zulme diyeti olmayan, onlara teslim olmayacak irade sahiplerinin yolları açılsın. Millî, bölgesel, küresel problemlere çare üretecek devlet ve kültürel birikime milletimiz sahiptir.  Millet Partisi bunun rehberliğini yapacak ehliyet, birikim ve tecrübeye sahiptir. Milletimiz, Millet Partisiyle; Türkiye’yi ‘Kerim bir Küresel Güç’ haline getirecek kültürel ve tarihi potansiyele sahiptir. Partileri hasım değil, farklı projelere sahip hısım ve alternatif bir rakip haline getirecek sağlam hukukî zemini oluşturmanın andıdır Millet Partisi.

Milletimiz sadece iradesinin doğru teşekkülünü sağlayacak günü, birlik-bütünlük gününü bekliyor.

Dileğimiz, o gün yakınımızda olsun, katkılarımızla yaşayacağımız gün olsun ve ihanetler susturulsun!

Yorum Yapın

Navigate