BİR KIVILCIM YETER veya ELBETTE BİR GÜN!…

 

Günümüzde konuşanların sayısı arttı ama hem doğru, hem de iyi konuşanların sayısı azaldı galiba. Nedeni, belki de yazının ve hızlı iletişim araçlarının çoğalmasıdır. Gerçeğin sesi de kısıldı denilebilir, bu gelişmelere ilave olarak… Sesler kısıldı ve savunucuları imkânsızlıkların, baskıların mağduru oldu. Bu nedenlerle, iyiyi ve doğruyu dinleyenlerin sayısı da azaldı. Çünkü doğrunun getirisi yoktur! Çağın, ortamın yüzeyselliği, hoyrat ve savruk üslûbu, konuşan kadar dinleyeni de ister istemez etkiliyor ve uzaklaştırıyor.   

Konuşan insanlar iyi konuşsa, doğruda ısrarcı olsa, boş konuşmasa, dinleyen de iyi niyetle dinlese, toplum hayatında zamanla çok şey değişir. En sonunda iyi davranış, kötü davranışı mutlaka kovar”. Çevremizde, evimizde, sokağımızda, şehrimizde var olan gürültüler, dinlendiren ortam bırakmadı. Yaşam alanlarımız da iç içe olmaktan dolayı huzur veren ortamlar değildir. Aç gözlülüğün üstüne abandığı şehircilik ve yapıların fonksiyonel bozuklukları, huzur veren etkileşimi engelliyor. Gürültünün bol olduğu, iç seslendirmenin uygun olmadığı ortamlarda yapılan konuşmaların dinleyicide dinleme zevki oluşturması mümkün değildir. Konuşmacı; “bayram haftası” derken, biz “mangal tahtası” şeklinde anlamış olabiliriz.

 

Sükûnet Ve Yumuşaklık, Saygı Temellidir

İdeal konuşmacının ve dinleyicinin gürültüye, ses kirliliğine, ilgisiz ve yorucu çelicilere tahammülü yoktur. Konuşulanı net duymak, üzerinde düşünmek, onu iyice sindirmek gerekir. Bu nedenle, doğru anlamak için, konuşulanın tamamını eksiksiz ve doğrudan duymak gerekir. Nezih bir ortam, anlamayı ihtiyaç sayan dinleyici, yapılan faaliyetin maksadını değerli kolar.

Güzel bir konuşma, dinlenen ve dinleyenin karşılıklı saygısına dayanır. İki taraflı hazırlık ve olgunluk insana saygı şartıdır. Fikir ve kanaat beyanı; aklın, bilimin, hukukun, ahlâkın sorumluluklarından uzaklaşmadan, tahrik ve tahkire yol açmayacak şekilde yapılmalıdır. Etkinlik için, toplumun ve dönemin hassasiyetleri bilinmeli, bilinçli yapılmalıdır.

Konuşmak bilmeyi aşan bir şeydir. Söylemeyi bilmek ve iyi üslup sahibi olmayı gerektirir.

Dinlemek sadece kulakla olmaz. Kulak; duyma, donanımlı akıl ise anlama organımızdır. Olay ve fikirleri, bizim gibi anlamayanlarla hasımlığımız, kavgamız olmaz, diyaloğumuz olur. Çünkü farklı fikirler; insanı körlükten, eksik anlamaktan, gafletten kurtarır ve zenginleştirir. Farkı kabule rıza göstermeyen anlayış, ‘tek tipçi’ olanların anlayışıdır. Bunlar için, kendi doğrularından başka kabul edilecek ‘doğru’ yoktur! Bu saygısızlıktır, bütün ‘diğerleri-değerleri’ inkârdır.

Bu anlayış birey için hastalık, toplum için bağnazlık felaketidir.

İdeoloji sığlığı, grup ve parti taassubu; gelişme değil, çürüme sağlar. İnsan ve gruplarını; kavganın, ayrışanın en kirli ve dikenli sopasıyla buluşturur. Kinlendirir, kirletir, kavgaya hazırlar! Sorun çözmez, ancak sorun ‘üreten’ bir sorunlu haline getirir. Fakat anlayışla, hoşgörüyle başkalarını dinlemek ise; gücümüze güç katar, kuvvet doğar. Sorunu anlayan kılar.

 

Önce Dinle, Sonra Sor

Eflatun; “Gözlemle, dinle, sus, az yargıla, çok sor” der.

İyi bir dinleyici mıknatısa benzer. İşine yarayacak olan bilgileri konuşmacıdan çeker alır. Sorar ve sorgular. Bu faydanın gerçekleşmesi için alanının uzmanı olan konuşmacıya ihtiyaç vardır. İyi bir hazırlık, hem konuşmanın değerini artırır ve mesaj sahibini değerli kılar, hem de muhataba saygıyı ifade eder.

Günümüzde televizyon kanallarındaki bir kısım söyleşileri, oturumları izlerken, insan: “Bu kadar boş konuşan ve bu kadar gevezelik yapan şarlatan bir araya nasıl getirildi?” diye sormadan edemiyor. Vaziyete hayret etmiyoruz desek yalan olur. Bir konuşmacı mikrofonu kaptığında, diğerleri ya kendi dünyalarına dalıyor veya not alıyormuş gibi yapıp resim karalıyor. Cevap vermek için dinlemiyor. Dilindeki ezberi söylemek için aralara girerek sarkıntılık yapıyor. Bunların birçoğu saptırıcı, algıları bozucu, yönlendirici veya izleyenleri yeni bir davranış için hazırlama projelerinin rol sahipleridir. Beşinci kol faaliyetlerinin konu mankeni kılınan, yetiştirilen, talimli, imkânlı, ikbâl sahibi ‘seçkin’(!) ledendir.

 

Emr Olunan Doğru, Nehiy Olunan Yalana Tutsaksa…

Bazı insanlar sadece kendileriyle, kinleriyle, ön yargılarıyla, kendi doğrularıyla doludur. Söyleyeceklerinin esrikliği içerisinde isterler ki, yalnız kendisi konuşsun, diğerleri susup dinlesin.

Anlamadan, dinlemeden, sadece ‘egemen benim’ diyen pervasızlıkla, susmada konuşma hastalığı, aynısıyla bizim siyasilerimizde ve idarecilerimizde de fazlasıyla var.

Televizyonlara çıkanlar milletin gözünün içine baka baka taraf tutar. İnsanları yanlış bilgilendirir, taraf olmaya sürükler ve yalan söyler. Tıpkı meydanları işgal edenler gibi… Arlanıp utanmadan, dün söylediklerinin bugün tersini söyleyebiliyorlar. Hakaret ve küfür ettikleriyle can-ciğer olabiliyor! Dün ‘hain’ dediklerine, bugün; ‘dost ve kahraman’ diyebiliyor! Bu seviyesiz, rezil ve bölücü dili susturacak ahlâkımız, hukukumuz da kalmamış belli ki! Söven ve hakaret edenin pirimden zıbarmış bir eşkıya işgalinde sanıyor sanki memleketi… İnsan bu hâle baktıkça, sözünü sakınıyor, susmayı yeğliyor ve konuşmaktan utanır oluyor…

Böylece baskıyla korkutulan, göçe mecbur kalmış ülkenin her alanı, ayak oyunlarıyla ayrışmış durumda. Alanlar; korkutulmuş, dağıtılmış ve sindirilmiş halkın tepkisizliğinin tenhalığını yaşıyor. Mahpus veya ölü vicdanın sessizliği sinmiş şehirlere… Nemelazımcılığın karanlığına bulanmış sanki zamanlar… Çünkü tek doğru; “konuştuğumdur!” diyenlerin çalımlı zorbalıkları var, en baskın ve önde…

İsteseniz de istemeseniz de ‘bu teki, bu rakipsizi’ dinlemelisiniz. O’nu kabullenmelisiniz!

Onlara göre: “Ayrı ses, aykırı sestir. İhanettir, bölücülüktür!”

Siz, değer ve din tacirliğine soyunanların pazarında asla fikrinizi, projelerinizi, kanaatlerinizi, ürettiklerinizi ifade ederek tanıtamazsınız! Çünkü doğru sözün ardında kirli sermaye yoktur! Sadece bu pazarlarda, kâr sağlayan müşteri veya mecburi izleyici olabilirsiniz. “Büyük benim, doğru benim, iktidar benin ve devlet benim!” naraları fon olarak duyulur bu soysuzluğun içinde… İradenin ölmeyecek Tanrısıdır bunlar (haşa)!… Rezzâk O’nlardır, abâd eden O’nlardır, isterse berbât eden de yine O’nlar! İşte buna hukuk ve demokrasi denir olmuş beyim… Gücün öttürdüğü acizler varken, bunlar zavallılıklarını entrika ve baskıyla örtüyor işte!

Böylesi bir ortamda kolaysa gel de “mazlumdan, farklıdan yana ol” veya “ben de varım!” demeye çalış bakalım! Belanın bini bir para… Başınıza örülen çoraplarla nefessiz kalırsınız! Bırakın özgürlüğü, yaşama hakkınız bile fazlalık olur.

 

Biline ki; Yalanın Binası, Binaların En Çürüğüdür!

Zamanlar geldi, geçti ve geçecek. Devir değişti, hâl değişti! Etki ve yetki sahipleriyle, etkisiz ve yetkisiz halk gerçek demokrasi ve hukukuyla özlenen yerini bulur bir gün! Hesaplar sorulur. Konuşanlar susar ve bu kez, susturulanlar konuşur…

Dinlemek, dinlemek! Despotizme karşı mücadele etmek… Dillenmek için dinlemek…

Dünden bugüne ne olduysa oldu. Bu millet dinleye dinleye dillenmeye başlayacak, başladı bile. Veya dillenmeye, kendi diliyle haykırmaya, kendi derdinin çaresini bulmaya yönelecektir! Kurtarıcılardan kurtularak tabi… Bu çok zamanlı bir iş değildir, bir an meselesidir, an! Gerçek uyanışı, ateşlemeyi sağlayacak tek kıvılcımdır hani! Zehrin etkisi geçtiği ve Millî Uyanış’ sağlandığı andan itibaren, milletimiz ‘kendi yükseliş miladını’ başlatmış olacak!

Mevkileri ve makamları kendi üzerlerine tapulu zannedenler hâlâ çok konuşuyor ama eskisi gibi dinleyenleri yok. Meydanlara, ‘Arenalara’ zorla ve imza karşılığı taşınıyor kamu çalışanı insanlar. İaneye muhtaç mahalle sakinleri de böyle… Yoksa kesilir koli halindeki iaşeler… İnsanları buna mecbur kılıyor yöneticiler… Fırsatını buldukça da sıvışıyor halk. Gitmezse ekmeğinden olacak, ekmek korkusuyla toplanan kalabalıklar var, meydanlarda, salonlarda… Kendini iktidar ve güçlü sananların kalabalık görünen gerçek vitrini işte böyle! Konuşuyor, fakat amigoları, ücretli alkışçıları dışında dinleyeni yok.

Şu zaman diliminde olması da mümkün değil. Millet deli mi kardeşim? Yıllardır dinledi sizi. Destekledi ve dinledi de ne oldu? Soyulan, fakirleşen, aşağılanan yine kendisi olmadı mı? “Ananı al da git!” azarını halkımız işitmedi mi? “Bakara – Makara” ile inancımız alaya alınmadı mı? Bu hor ve hakir görülen millet vakti gelmişken dillenmesin de ne yapsın? Bir gün veya en kısa zaman içinde bu millet konuşacak! Konuşarak içindeki yangını söndürmeye çalışacak. Ama hesap sorarak konuşacak: “Hayatımı, gençliğimi, geleceğimi niye çaldınız? Haydi, şuradan!” diyecek.

Aradan sıvışıp yine konuşanlar var. Onlar iş yapmanın, icraatın değil, dalaşmanın memurları… Devleti peynirden gemi yaparlar, hem kemirirler, hem de yürütüyoruz zannederler…

Yürüsünler artık, diyet borçlu olduklarına doğru yürüsünler… Bizden uzaklara yürüsünler!

 

Kanunsuzlar ve Kendini Kanun Sanan Derebeyler Törpülenecek!…

Günlük değişen mal fiyatları, televizyonun düğmesine basıldığında gelen zam haberleri alın teriyle geçinen insanımızı çıldırtıyor. Haber spikerlerini felaket habercisi baykuşlara çeviren yöneticiler, artık, sorunu nasıl çözecekleriyle değil, sorun için hangi yeni yalanı uyduracaklarıyla meşgul! Kanaatimce milletin bunlara söylemek istediği şudur:

-‘Çok konuştunuz, biraz da hesap verin bakalım. İhsan istemez, güneşimizden çekilin artık!’

Gerçekliği olmayan veya gerçekleştirilemeyen vaatleri dinleyen millet, artık kendi arasında birbirini bile dinlemek nezaketini göstermez olmuştur. İki vatandaşın kendi aralarında bir meseleleri olduğunda, çözümü kavgada buluyor. Çok azı çözüm için üçüncü bir kişiye veya mahkemelere ihtiyaç duymaktadır. Herkes kaldıramayacağı sorunun altında ezilip bunalmakta, birbirlerini dinlemek istememektedirler. Zorbalık; egemenlerden, güç sahiplerinden, iktidarlardan halka sirayet eden bir hastalık olmuş sanki…

Ülkeyi idare edenlere, yönetim kademesinde olanlara Plutarc’ın, Themisthokles’e söylettiği gibi “Vur, fakat dinle!” desek hiç faydası olur mu acaba? Bizi söyletirler mi, bu kinli günde? Yoksa işlerine gelmeyeceğinden konuşturmazlar mı? Şunu çok iyi bilmeliyiz artık. Diyalog olmayan yerde dayanışma ve sevgi olmadığı gibi demokrasi çiçeği de yeşermez. Demokrasi olmayınca da ‘güzele, doğruya, gelişmeye ve ihtiyaca’ ulaşılamaz. Ölçüsüzlükler, sivrilikler törpülenemez. Kanun; kanunsuzlukla beslenir veya kanun, kanunsuzların elindeki bir sopaya dönüşür!

 

Devlet; akıl eşya mı, Ayrıştırıp Kavga Ettirmenin Kevgiri mi?

Demek ki; harap olmuş devlet ve millet çarkının tedavisi gerekir. Devlet akıl eşyasıdır. Devletin işi akılla olur, çözümü, tedavisi, muamelesi, ilke denilen hukukla olur. Tahrip olan her sistem; tahrip olmuş iktidar unsurlarının, iktidarların, payandası olunan güç odaklarının eseridir, bu bilinmelidir. Hastalığa ve kokuşmuşluğa neden olanın tabipliği; derdimize çare olacağı, sadece yalandır, aldatmadır!

Ortaya çıkan bu durumlar gösteriyor ki, yöneticiler önce öğrenmeyi öğrenmek, ardından dinlemeyi öğrenmek ve sorunları kanun dairesinde milletle çözmek mecburiyetindedirler. “Biz hiç yanlış yapmadık”, “Oy verdim işim bitti” diyen acizlerin yönetimi ‘efendiye’ maraba olma teslimiyetidir! Böyle diyerek kenara çekilmek ve çözüm yollarını değil olumsuzlukları ortaya çıkarmak hiçbir şeyi halletmeyeceği gibi kimsenin işini de kolaylaştırmaz. Biline!

Akleden milletin akıbeti güzel olacaktır. Dillenen milleti mutlu ederek susturmanın tek yolu, olumlu icraatlardan geçer.

Devletin sahibi millettir. Milletin gücü ise devletin kendisine hizmetindedir, toplumun birlik ruhundadır. Adalet ve ehliyet, dal budak salmış hastalıkların şifa iksiridir. Milletin devleti ve devletin milleti; dalını kesen ahmaklara geçit vermemelidir. Siyaseti; hazinenin sırtından indirmeli. Haram paraların da güç verdiği, haramilerin esaretinden kurtarılmalıdır!

Elbet milletine bağlı doğrudan vaz geçmeyenler derdini biliyor. Çaresini de biliyor!

Anlama vaktimiz yaşama anımıza yakın olsun!

Devletimiz; gelişmiş aklın harmanlandığı, güç ve imkânlarını iktidar unsurlarıyla ayrışmanın değil büyük bir buluşma saydığımız Yeni Türk Medeniyetinin mübarek karargâhı olacak! Hiç bir çare sunmayan iradesiz idaremiz, “Evet-Hayır” düzenbazlığıyla kavga ettirmenin kevgiri olamayacaktır. Bütün akılları mıknatıs gibi kendine çekecek, mazlum insanlığı da sevindirecektir.

İşte, Büyük Türk Milleti O güne hasrettir! Ve ‘O mutlu gün’; hak etmediği ama çektiği çilenin ve büyük bir imanla gösterdiği sabrın armağanı olacaktır!

Yorum Yapın

Navigate