LÜTFÜ KILIÇ
“Bilmeden gelip, bastığın bu toprak; bir devrin battığı yerdir.”
O devir ki, Osmanlı devriydi. Yedi deniz, üç kıtada hüküm süren ve adaleti dünyayı kaplayan bir hami devletin devriydi.
“Benim kudretime senin kralının hayâlleri bile erişemez.”, “Bu dünya iki hükümdara azdır.”, “… Ben ki, Kanunî Sultan Süleyman’ım” diyenlerin devriydi.
“İstanbul’da kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığını tercih ederim.”, “Vistül’de Türk atlıları sulandıkça Lehli rahattır.” dedirtenlerin devriydi.
“Bak hâ Oğul! Bizim gayemiz, kuru cihangirlik kavgası değil, İlâ-i Kelimetullâh davasıdır.” diyenlerin devriydi.
O devir ki; sefere giden ordunun, geçtiği beldelerdeki bağ ve bahçelerden koparılan meyvelerin bedellerinin mendillere konularak meyve ağaçlarının dallarına asanların devriydi.
O devir ki, geçtikleri beldelerde kadın, çocuk, yaşlı, hasta vs. sivil halka ilişenlerin, derhal işini bitirenlerin devriydi.
O devir ki, Orta Macar Kralı Tökeli İmre’nin mührüne:
“Mü’in-i Âl-i Osman’ım, itâ’at üzreyim, emre
Kırâl-i Orta Mâcâr’ım ki, nâmım Tökeli İmre”
yazdırdığı için O’nu hiç unutmayan ve Macar halkına bütün kin ve gayr-ı insanî girişim ve saldırılarda bulunan vahşi batılılara karşı Tökeli İmre’nin; “… ehl-u iyâlimizi gözümüzün önünde fahişe gibi kullanıp, başlarını bize tutturur oldular.” diye şikâyet edip, yardımına sığındıklarının devriydi.
Öyle Bir Devir ki…
O devir ki, dünyanın ötesine geçerek, ahireti bile hükümranlık alanlarında görüp, Cennet’i parselleyen papazların, Bizans’ın, Roma’nın ve onların türettiği Kazıklı Voyvodaların zulmünden masumları, mazlumları kurtarmaya, korumaya koşanların devriydi.
O devir ki; ülkesine gelen, ülkesi içerisinde seyreden yolcuların ve kervanların güvenliğini sağlamak maksadıyla yolların belli yerlerine güvenlik noktaları oluşturanların devriydi.
O devir ki; belli menzil yerlerinde Selçuklular tarafından yapılan kervansaraylarda yolcuların, kervancıların dinlenmesi, can ve mallarının koruma altına alınmasını sağlayanların devriydi.
O devir ki, “Ormanlarımdan bir dal kesenin, kolu kesile” diye bitkilerin, kurdun-kuşun, cümle yaradılanların yaşama hakkı olduğuna inanan, bu istikamette sorumluluğunu yerine getirenlerin devriydi.
O devrin devamı, Türkiye Cumhuriyeti nesli olan bizler Necmettin Halil Onan’ın dediği gibi “Dur Yolcu” demeli miyiz? Elbette, demeliyiz. Çünkü, bu yolcu art niyetli. Bu yolcunun zihninden şehvet, ağzından salya ile karışık leş akıyor. Bu yolcunun gözünü kan bürümüş. Bu yolcu netameli. Çünkü, bu yolcu masum değil.
Bu yolcu ki, kendi insanını asil ve parya diye sınıflara ayırdı. Asil ve hakim sınıfı oluşturan zümre; paryaları iliklerine kadar sömürdü. Daha ileri gitti, onları hayvan gibi alınır ve satılır duruma getirdi. Daha da ileri gitti; paryalar evlendikleri zaman “İlk gece hakkı” diye gerdeğe girecek paryanın, o mutlu anından önce namusuna tecavüz etti. Öyle bir yolcu ki, yolculuğu hiç masumane olmadı. Bizans’a, Anadolu’ya, Kudüs’e vardığında taş üstünde taş, canlı üstünde baş bırakmadı. Kendi dininin ve mezhebinin dışındakileri “kâfir” ilân etti. Gücünü kullanarak kâfir ilân ettiği insanların canlarına kıydı ve mallarını mülklerini yağmaladı, talan etti.
Dün Endülüs’ü, İnka’yı, Aztek’i Yok Ettiler; Bugün Bosna’yı, Afganistan’ı, Filistin’i, Irak’ı, Suriye’yi Yok Etmeye Çalışıyorlar
Merhum Mehmet Akif’in: “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” dediği ve tek dişi kalmış canavar olarak nitelendirdiği medeniyetin mensubu olan çapulcu zihniyetli bu yolcu, bugün de aynı vahşilik içerisinde. Bu yolcu reform yapsa da, rönesans yapsa da, insan hakları beyannamesi yayınlasa da değişmemiştir. Zihninde hep kendisi ve ötekiler vardır. Dün öteki dediği Endülüs’ü, İnka’yı, Aztek’i, … yok etti. Bugün de aynı zihniyetle Bosna’yı, Afganistan’ı, Filistin’i, Irak’ı yok etmeye çalışıyor. Rû-i zeminden ve zamandan esamelerini silmeye çalışıyor. Irak’a ibretle bakın! Bu yolcunun zihindaşı; Irak’ın tarihi eserlerini yağmalıyor, tarihi binalarını yok ediyor. İlim, siyaset, kültür ve dini kanaat önderlerini yok ediyor. Bir medeniyeti, bir daha dirilmesine fırsat tanımayacak şekilde yok ediyor. Bu yolcu gaddar. Bu yolcunun gözü dönmüş. Bu yolcu, kendi ürettiği hayâli filmlerdeki vanpirin tâ kendisi.
Bu yolcu, dün Çanakkale’deydi. Zihninde bugün Irak’a yaptıklarını yapmak vardı. Akıllarınca “Şark Meselesi”ni gerçekleştireceklerdi. Olmadı. Olamadı. Olamayacaktı. Tayyareleriyle, donanmalarıyla, toplarıyla, tüfekleriyle Mehmetçik’in imanını söndüreceklerdi. Söndüremediler. Sur olan Mehmetçiğin cesedini aşamadılar. Bu yolcu beklemediği şamarı yiyerek, Türk Milleti’nden yeni bir ders daha aldı. Bu yolcu, arkasında büyük maddi kayıp ve yüzbinlerce ölü bırakarak geri döndü. Geldiği gibi değil, perişan bir şekilde geri döndü.
‘Bu Vatan, İstiklâl Uğrunda, Namus Yolunda Can Veren Mehmet’in Yattığı Yerdir’
Necmettin Halil Onan; o aşılmaz sur olan, şehitlerin cesetlerinin oluşturduğu tümseğe bakarak:
“Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
diyor.
Bu vatanın kalbi Müslüman Türk’ün vatanı olarak atıyorsa, şehitlerin feda olan canları karşılığında atıyor. Vatanın damarlarında dolanan ve şanlı bayrağımızı kızıla boyayan kan, Kınalı Hasanların kanıdır. Ayağı potinsiz, ceketi yamalı, pantolonu yırtık Mehmetlerin, Alilerin, Muzafferlerin, Mücahitlerin, … temiz kanıdır.
Bu yere iyi bak! burası;
“İstiklâl uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmet’in yattığı yerdir.”
diyor.
Ardından şunu dile getiriyor. Büyük zelzele, yani birinci dünya savaşı koptuğunda aklıevvellerin işgüzarlığı ile kendimizi zelzelenin merkez üssünde bulduk. Bu zelzele bizi yirmi dört milyon kilometrekareden yedi yüz seksen bin kilometrekareye indirdi. “Son vatan parçası geçerken ele” dediği yer, yedi yüz seksen bin kilometrekare olan bugünkü vatanımızdır. Ve burası:
“Mehmet’in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.”
diyor.
O yolcuya ve bütün Türk Milleti’ne özellikle de yeni nesile:
“Düşün ki; haşrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek amansız çetin.
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.”
diye sesleniyor. Biz de yeni nesil olarak rahmetli Necmettin Halil Onan’a, rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un diliyle:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten son ocak.
O, benim milletimin yıldızıdır parlayacak.
O benimdir, o benim milletimindir ancak.”
diyor…
İki milli şairimizle birlikte bütün gazi ve şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları şâd olsun…