Fatma Aliye: UZAK ÜLKE*

Fatma Barbarosoğlu’nun yedi yıl araştırıp dört yılda yazdığı biyografik romanı Uzak Ülke, Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı, Gazi Osman Paşa’nın yeğeninin eşi, Türk dünyasının ve tüm İslam aleminin ilk kadın romancısı Fatma Aliye Hanımı anlatıyor. Yazar, ilk baskısının yapıldığı 2007 yılında bir gazeteye verdiği röportajda “Uzak Ülke ne yazık ki bizim için hem Osmanlı Tarihi hem de Fatma Aliye’nin bizzat kendisidir” diyor. Ve kitabı bu uzaklığı biraz da olsa yaklaştırmak için kaleme aldığını ifade ediyor.

Ben bu tanıtımı kitabın kitaplığımdaki altıncı baskısı üzerinden yaptım. Şu an piyasada sekizinci baskısı var. Bu bakımdan verdiğim sayfa numaraları tutmayabilir. Lakin, döneminden kolaylıkla bulabilirsiniz.

Kitabın yazarının da katıldığı değerlendirmeye göre; 1862 yılında doğan Fatma Aliye Hanımın eğitim ve yetişme dönemi Sultan Abdülaziz’in saltanat yıllarında, tanınması sultan Abdülhamit döneminde, unutulması da İttihat ve Terakki İktidarında başladı, Cumhuriyet döneminde tamamlandı. Böylece kitabı üç bölüm olarak düşünmek mümkün: Eğitim dönemi, ismini kazandığı ve tanındığı dönem ve bugünden Fatma Aliye’ye bakıştan oluşan dönem.

İlklerin kadını olan Fatma Aliye Hanım tam unutulmuşken 2008 yılı temmuz ayında 50 liralık banknotların arkasına resmi basıldı. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen 100 Temel Eser arasına en önemli eseri MUHADARAT da daha önce alınmıştı. Bakanlık daha sonra bu uygulamadan vazgeçti.

Yazar “Dip Hikâye” adını verdiği sunumunda: “Bu kitap, üst üste binmiş arayışların kitabı. Ben Fatma Aliye’yi aradım. O, mümin bir alime olarak “Muasır medeniyet” ler içinde Osmanlı kadınına yer aradı. 1926’dan, öldüğü tarih olan 1936’ ya kadar evden kaçan kızını aradı. Ulaşabildiği kızı değil, kızının tanassur[1] edişinin hikâyesi oldu. Kızı İsmet, Katolik rahibe olarak ruhunu teslim eden İsmet, evden ayrıldıktan sonra, annesine kendini bir daha hiç göstermedi.”

Bu girişten sonra dilerseniz biz de arayışa katılalım. Ahmet Cevdet Paşa’nın Ali Sedat, Fatma Aliye ve Emine Semiye adlarında üç çocuğu oldu. Bu arada A. Cevdet Paşa’nın askerlikle ilgisi yoktur. Kendisi devlet adamı, hukukçu (fakih), tarihçi ve şairdir.   Osmanlı sisteminde subay rütbeleri ile sivil bürokrasi makamları arasında denklik vardı. Kendisi üst düzey yönetici olduğu için (valilik, nazırlık ve çok kısa bir süre sadrazam vekilliği yaptı.) Bu görevlerin askerlikteki karşılığı olan paşa’lık unvanı ile anıldı.

ÇOCUKLUĞU VE EĞİTİMİ

Yazar, Fatma Aliye’nin 1862’deki doğumundan 1936 yılında ölümüne kadar olan bir sayfayı belli yılların kronolojik tarihi olaylarına ayırmış. Küçük F. Aliye, kız çocuklarının aksine konağın harem bölümünde değil de erkeklerin yanında selamlık bölümünde geçiriyordu. Konağa çok sık gelen yaşlı İngiliz konsolosu Mösyö Eskin, biraz da istihbarat toplama maksadıyla Fatma Aliye ile dost olmuştu. Onun meraklı sorularını uzun uzun cevaplıyordu.

Bir gün küçük Aliye, Mösyö‘ye sarılarak: “Gavurlar cehennemde yanacaklar imiş, ben seni çok seviyorum. Yanacaksın diye acıyorum.” Demez mi? Mösyö Eskin, A. Cevdet Paşa’yı “Çocuğa bu tür bilgileri vermemeleri” hususunda uyarır. “Yıllar sonra F. Aliye, başkalarının dilinde adı “gavur” olan dostlarını sevmenin ıstırabını yaşayacaktır. Kendinde henüz yangına benzemeyen sevgi, kızı İsmet’te yangının adı olacaktı.” (S. 27)

 

  1. aliye, beş yaşında iken Kur’an’ı Kerimi hatmetti. Harekeli bütün metinleri okumaya başladı. Daha sonra ağabeyi Ali Sedat’a ders veren hocaları o da dinlemeye başladı. Hoca Mustafa Efendi’den üç yıl edebiyat, tarih, coğrafya ve felsefe dersleri aldı. On yaşına geldiğinde kendisine yeni ihtida etmiş bir İngiliz olan Refika Hanım piyano hocası olarak tutuldu. Ondan ailesinden habersiz olarak Fransızca da öğrenmeye başladı. Durumu fark eden A. Cevdet Paşa, Fransızca hocası tutulmasına karar verdi.

“Aliye hem hukuk hem de tıp tahsil etmiş, üstelik pek çok mevzuda yararlı eserler vermiş olan İlyas Matar Efendi’nin 1872 -1875 tarihleri arasında, üç yıl boyunca talebesi oldu. (S. 41) Bu talebelik O’na anadili gibi konuşacağı Fransızca öğrenmenin yolunu açar.

Ağabeyinin bir gün Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat adlı eserini vermesiyle F. Aliye için yeni ufuklar açıldı. “Aliye, Letaif-i Rivayat ile buluşmasından sonra, hoca olmadan da kitaplardan bilgi edinilebileceğini keşfetti. … Süt babasına “Ahmet Mithat Efendi” diye pusula yazdı. Bu zatın bütün kitapları bulunup alınacaktı.” (S. 44) Daha sonraları “Manevi pederim” diyeceği A. Mithat Efendi ile gıyaben tanışması da başlamış oldu[2].

13 yaşına gelen F. Aliye, tesettüre girer. Ama bu durum eğitim hayatını etkilemez. O yıl babası Yanya[3] valiliğine atanır ve İstanbul’dan ayrılır. F. Aliye özlemle babasına Latin harfleri ile ve Fransızca bir mektup yazar. -Latin harflerini kendi kendine öğrenmiştir.- Bunun üzerine babası Yanya’ya gelmelerini ister. Trieste postası ile yola çıkarlar. Vapurda kendilerinden başka Türkçe konuşan yoktur. Gemi personeli dahil. Ağabeyi cesaret edemeyince ailenin tercümanı olur. Yolcularla Fransızca konuşarak pratiğini geliştirir. F. Aliye 1910 yılına kadar bitmeyen bir enerji ile öğrenmeye devam etti:

“… İmparatorluk, yatağından çekilmiş bir nehir gibi kururken, F. Aliye Hanım, istikbal için umut devşirmeye devam etti. 1922’ye kadar hem kalemiyle hem kelamıyla.” (S. 53)

1878 yılı olaylarının anlatıldığı bölümle, tarihimizin içinde Plevne Müdafaası gibi bir gurur tablosu da bulunan 93 Harbi’nden (1878 Osmanlı-Rus Savaşı) hazin bir kesit anlatılıyor.

1879 yılı olayları ise evlilik haberi ile başlıyor. “Fatma Aliye, 17 yaşında, kendisinden dokuz yaş büyük olan, Abdülhamit’in Kolağası[4] Faik Bey ile evleniyor. Pederi münasip gördüğü için.” (S. 61)

Faik Bey, Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’nın yeğenidir. Fatma Aliye, eşi ile Fransızca konuşarak yabancı dilini ilerleteceğini, edebiyat, felsefe ve siyaset konuşarak ilmini artıracağını hayal etmektedir. Umduğunu bulamaz. “Ama olmamıştır. Faik Bey düşlediği gibi değildir. Fransızcası sıradan, yetersiz. Üstelik Faik Bey kitap okumayı sevmediği gibi kitap okuyan kadınları da sevemeyeceğini ima etmiştir. Elindeki romanı kaldırıp atması, F. Aliye’ye ne kadar ağır gelmiştir.” (S. 63)

  1. Aliye kocasını babasına şikâyet etmedi. Ama O’nunla arasına kırmızı bir çizgi de çekti. Önce zihninden, daha sonra gizli gizli yazdı. Fransızcadan tercüme yaptı. Kız kardeşi Emine Semiye: “Bunları ne yapacaksın?” diye sorduğunda “bastırırım” cevabını aldı. Ahmet Mithat Efendi’nin Hasan Mellah romanını okuduğu günden beri kendisinde roman yazma arzusu uyanmıştı.

Faik Bey, önceleri romanların zararlı olacağını düşünüyordu. Ama F. Aliye’nin on bir yıllık çabası ve sabrı her şeyi değiştirdi. Artık birlikte okuyup değerlendirmeler yapıyorlardı. Nihayet Georges Ohnet’in Volonte romanının tercüme edilmesine rıza gösterdi. “On bir yılın sonunda. Onca sıkıntıyla geçmiş on bir yılın sonunda! Kâğıdın ve mürekkebin kokusu, F. Aliye için yasak ve uzak ülke olmaktan çıkıyordu.” (s. 65)

Osmanlı aristokrasisinin “Fransız mürebbiye” tutma zaafını gören Katolik misyonerlerin elemanlarını nasıl yetiştirdikleri de ayrı bir bölüm olarak “çerçeve içinde” özetleniyor. Vahim sonuçlarını ileride göreceğiz.

  1. Aliye Hanım, Volonte romanını 1899 yılında Meram adıyla ve “Bir kadın” imzasıyla yayınladı. Hemen basında bir tartışmadır başladı. “Bir kadın nasıl bu kadar iyi Fransızca bilecek!” diyeninden “Fransızca bilse bile, bu bilgiyi yazı diline bir kadının aktarabilmesi kabil midir?” (S. 76) diyenine kadar çeşitlilik göstererek! Kızına en büyük desteği Ahmet Cevdet Paşa verdi. “Cahilin akıl yürütmesine mesnet aramaya çalışmak beyhude” diyordu. Aynı günlerde Batıda da kadın yazarlar müstear erkek adları kullanarak kitap yayınlıyorlardı. Durum bizimkinden pek farklı değildi. F. Aliye’nin günlük gazetelerdeki birçok makalesi “Mütercime-i Meram” adıyla yayınlandı.

1891 yılında F. Aliye, Ahmet Mithat Efendi ile birlikte “Hayal ve Hakikat” adlı kitabı, “Bir Kadın ve Ahmet Mithat” imzası ile yayınlandı. Kitaptaki kadın kahraman konuşmalarını F. Aliye kaleme aldı.

 

BİR MURARRİRE-İ OSMANİYE’NİN NEŞ’ETİ

Bir yıl sonra ise kendi adıyla, çok ses getiren ilk romanı Muhadarat’ı yayınladı. Ağabeyinin karşı çıkmasına rağmen A. Mithat Efendi ile mektuplaştı. Ahmet Mithat Efendi’nin “Kerime-i Maneviyem” (manevi kızım) dediği F. Aliye’ye yazdığı 245 adet mektubu “Fazıl ve Feylesof Kızım: Fatma Aliye’ye Mektuplar” adıyla günümüz Türkçesine aktarılarak yayınlandı. Bu mektuplar adeta “mektupla öğretim” işlevi gördü. F. Aliye’ye yol gösterdi. F. Aliye’nin cevaplarının da derlenip, yayınlanması önemli bir boşluğu dolduracaktır.

Ahmet Cevdet Paşa, ilk tercüme kitabı yayınlanınca kızına felsefe ve tarih dersleri vermeye başladı. Bu dersler Paşa’nın ölümüne kadar devam etti.

1893’te Ahmet Mithat Efendi: “Fatma Aliye Hanım: Yahud Bir Muharrire-i Osmaniye’nin Neş’eti” adıyla bir kitap yayınladı. “Bu kitap sensin” diyerek kendisine takdim etti. Kitap, günümüzde “Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu” adıyla yayınlandı.

Fatma Aliye Hanım, Hanımlara Mahsus Gazete’de başyazılar yazdı. Ayrıca İnkılâb, Malûmat, Servet-i Fünun, Tercüman-ı Hakikat vb. gazete ve dergilerde makaleler yazdı. 1890’dan sonra doğan kız çocuklarına Fatma Aliye adı verildi. Eserleri Almanca, İngilizce, Fransızca ve Arapçaya tercüme edildi.

ABD Şikago Dünya Kadın Kütüphanesi tarafından düzenlenen 1893 Şikago Dünya Fuarı’na davet edildi. Benzer bir daveti de yedi yıl sonra Fransa’dan aldı. A. Mithat Efendi’ye mektupla sormak dahil yaptığı istişareler ve değerlendirmeler sonucu her ikisine de gitmedi. Ama kitaplarını gönderdi. ABD’de kütüphanenin kataloğuna girdi. Başta İspanyol Kraliçesi’nin gönderdiği gazeteci olmak üzere, röportaj için gelen hiçbir yabancı gazeteciyi kabul etmedi. Kitapta konu ile ilgili değerlendirmeler var. F. Aliye’nin ilm-i siyaseti iyi öğrendiği anlaşılıyor. Ne de olsa babasının kızı…

1895 yılının en unutulmaz olayı Fatma Aliye için babasının vefatı oldu. Son iki mısraını alacağım şiiriyle tarih düştü:

(…)

“Tarihi yazan kalem kırılsın

Ahmet Cevdet Paşa vefat eyledi” (1312) (S.91)

Sadece O’nun için değil, tüm İslam dünyası için: “Alimin ölümü, alemin ölümü” idi.

  1. yüzyılın son yıllarında Madam Serandi bir sohbetlerinde: “Müslüman kadınlar yirmi yıl önce böyle değildi. Artık siz başka türlü yaşlanıyorsunuz.” der. (S.94)

Ve devam eder: “Daha önce, Müslüman kadınların yüzündeki çizgiler yumuşak olurdu… Neden derdim, biz Katolikler katılaşa katılaşa ölüyoruz da Müslümanlar gittikçe hafifleşerek ölüyor?” (S.95) Sohbetin sonunda Müslüman kadınlarında artık Batılı kadınlar gibi yaşlanıp, öldüğünü ifade eder. Batı tarzı hayatın, bize sirayetini çok güzel gözlemlemiş. Bu taklit 20. Yüzyılda zirve yapacak ve hayatın her alanında etkisini gösterecektir.

Fatma Aliye Hanım, 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında hanımları teşkilatlayarak “Cemiyet-i İmdadiye”yi kurdu. Osmanlı döneminde bir kadın tarafından kurulan ilk dernektir. Yaralılara yardım için Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazdığı yazılarla çok miktarda yardım malzemesi temin etti. Hilal-i Ahmet Cemiyeti’nin (Kızılay) ilk kadın üyesi oldu. “Şefkat nişanı” alan ilk kadındır.

1900 yılında aile iki ölümle sarsılır. Birincisi ağabeyi, matematikçi ve mantıkçı Ali Sedat Bey. Ahmet Cevdet Paşa, O’nun eğitimi için konakta laboratuvar bile kurdurmuştu. İkinci ölüm Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa…

1908 yılının en önemli olayı, bütün ülke için Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve devletin yıkılışının sebebi olacak İttihat ve Terakki yönetiminin başlamasıdır. Ne yazık ki A. Cevdet Paşa’nın küçük kızı Emine Semiye de İttihat ve Terakki Partisi’ne üye olmuştur. Üstelik babasını da eleştirmektedir.

Fatma Aliye Hanım yazdığı bir makalede başörtüsü ile ilgili olarak: “Kadınların terakkiyatı denildi mi bazı erkekler bunu kadınların başlarını açması suretinde anlıyorlar…. Kadınların en şiddetle müdafaa edecekleri şeyin başlarının örtüsü olduğunu anlamalılar.” (S.113) Dediği halde sonraları kendisinin başını açması hayatın cilvelerinden.

Balkan bozgunu sırasında, Hilal-i Ahmer Kadınlar Şubesi’nin İstanbul Darül Fünun binasında (şimdi İstanbul Üniversitesi merkez binası) düzenlediği mitinge 5000 kadın katılır. F. Aliye Hanım’ın mitingde yaptığı enfes konuşma sonrasında büyük yardım toplanır. Bu konuşmanın bir bölümünü kitabın 1912 yılı bölümünde bulabilirsiniz. Bu yıl Ahmet Mithat Efendi’nin ölümü de F. Aliye’yi derin üzüntülere gark eden olaylardandır.

Fatma Aliye Hanım, beş roman, iki felsefe ile ilgili kitap, “Kosova Zaferi ve Ankara Hezimeti” adlı tarihi kitabından sonra 1914 yılında “Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı” kitabını yayınladı. Bu eser resmi tarih yaklaşımına pek uymadığı için unutulmasında etkili olmuştur denilebilir. 1922’den sonra ise hiç yazmadı…

Yakın tarihimizde üzerinde durulmayan, yaklaşık beş yıl süren İstanbul’un işgali, yapılan mezalim ve çekilen çileler 1920 yılı olayları arasında F. Aliye’nin gözünden aktarılıyor. Aynı yıl en küçük kızı Zübeyde İsmet, sonu hüsranla bitecek Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’ne kaydolur.

1924 yılı olayları kronolojisinde, “Şer’iye ve Evkâf Vekaleti ile Şer’iye Mahkemeleri kaldırıldı” satırları; bir hukuk şaheseri olan Mecelle’nin hazırlayıcısı A. Cevdet Paşa’nın gerçekte o gün öldüğünü düşündürmüş müdür acaba?

  1. Aliye Hanım, Lâtife Hanım’a Millî Mücadele’nin öneminden ve Mustafa Kemal Paşa’dan övgü ile bahseden bir mektup yazar. Paşa’ya da okuması notunu düşerek Latife Hanım’ın 09.04.1924 tarihli cevabı, aynı sıcaklıkta değildir. “… onca nazik üslubuna rağmen satırlar uzak ve mesafeli” dir. (S.158)

Fatma Aliye’nin bütün roman kahramanları hüzünlü bir hayat yaşıyor. Tıpkı kendisi gibi. En büyük kızı Ayşe Sıdıka ders aldığı hocasına kaçtığı için ömür boyu affedilmiyor. Onun küçüğü Hatice, Adalardaki köşkün balkonundan düştüğü için aklını kaybediyor. En küçük kızı Zübeyde İsmet, 1926 yılında “hür yaşamak için gidiyorum” notu bırakarak İstanbul’dan İzmir’e kaçıyor. Fransa, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkelerde Katolik bir rahibe olarak yaşayacağı hayata ilk adımı atmış oluyor. Ondan bir yaş büyük ablası Nimet’in nişanı bozuluyor.

Fatma Aliye bir yazısında: “Geçmiş ile ilişkinin her zaman gelecek ile ilişki kurmak olduğunu” (S.159) ifade etmiştir. 1927 senesinde “Bütün resmi ve milli binalar üzerimdeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun” yayınlanıp, uygulanması ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Geçtiğimiz yıllarda Ahmet Ümit’in bir röportajında benzer ifadeler kullandığını hatırlıyorum.

1928 yılı olayları: Latin alfabesi kabul edildi, “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” cümlesi 1924 anayasasından çıkarıldı, F. Aliye’nin eşi Ferik[5] Mehmet Faik Paşa vefat etti. F. Aliye Hanım: “Bu harfler okumak için iyi, lakin yazarken hız kesiyor; yazının hızı kesilince düşüncenin de hızı kesiliyor.” (S. 233) değerlendirmesini yapar.

“BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER”

1934 yılında TBMM’de soyadı kanununu kabul edilmesiyle F. Aliye Hanım, Topuz soyadını aldı. Aynı yıl Cumhuriyet gazetesinde:  ”Muharrire Fatma Aliye Hanım öldü” diye bir yalan haber yayınlandı. Kuruluştan mayası bozuk olan Cumhuriyet, yayın hayatını aynı minval üzere sürdürecektir. Sürekli birilerinin yalakalığını yaparak. Bunlara Hitler de dahil…

İşin daha hazin tarafı, evlerine kimse taziyeye gelmedi. Nimet kablosunu koparmamış olsa da ihtimal telefon hiç çalmayacaktı. “Fatma Aliye şimdi uzak bir ülke, devr-i evvelde kalmış uzak bir ülke.” (S.204)

14/07/1936 günkü gazetelerde gerçek bir ölüm haberi yayınlanır. “Merhum Ahmet Cevdet Paşa kerimesi…” (S.215) cenazesinde 15-20 kişi katılır. Tıpkı Ahmet Mithat Efendi’nin cenazesi gibi. Ercüment Ekrem Talu’nun nefis yazısını tam metin olarak bu bölümde okuyabilirsiniz.

“Müddet-i ömrümce İslâmiyet’in hizmetkârı olmaya çalıştım.” (S.212) diyen, “Yaşarken unutulmak çok elem veriyor olmalı.” diyen patavatsız gazeteciye: “Ben trenden indim…… Unutulmadım. Sizin dünyanıza hiç girmedim diyelim.” (S.192) cevabını veren Fatma Aliye Hanım bu fani dünyadan sessizce ayrıldı.

“İki günü eşit olan ziyandadır.” Hadisi şerifini ölçü alarak, son nefesine kadar daha iyiye ve daha güzele ulaşmaya çalışan Fatma Aliye Hanım, tamamı bugünün Türkçesi ile basılan eserleriyle bizleri de aynı ideale çağırmaya devam ediyor.

Kitapta teferruatıyla anlatılan, annesinin ömrünün son on yılında, babasından kalan bütün mirası elden çıkararak aradığı en küçük kızı Zübeyde İsmet’in Katolik rahibe oluşuna kısaca temas ettim. Bu olayı müstakil bir yazı olarak Namık Kemâl’in torunu Selma Ekrem’in “özgürce şapka giymek” için 1923’te ABD’ye kaçışı -kitapta bu konuya da temas ediliyor- F. Aliye’nin en büyük kızı Ayşe Sıdıka’nın kızı Hümeyra’nın Romen konsolosu ile evlenip, “komünist” oluşu vb ile birlikte yazacağım.

Aynı yıl rahmetli olan Mehmet Akif ile F. Aliye Hanım’ın hayatları arasında inceleme boyunca hep bir paralellik gördüm. Her ikisine de Fatiha’mızı eksik etmeyelim.

Yazıyı sadece Talat ile sınırlı kalmayan bir alt üst oluşu hülasa eden şiir ile bitirelim:

“Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak

Sadrazam oldu Talat, cilve-i takdire bak.”

________________________________________________

 

*Fatma Aliye: Uzak Ülke, Fatma Barbarosoğlu, İstanbul, 2013 (6. Baskı), Profil Yayıncılık

 

[1]Tanassur: Hıristiyan olmak, Nasıralılaşmak. (Nasıra, Hz. İsa’nın köyünün adı.)

[2] 19. Yüzyılın ikinci yarısının İstanbul’unda bir genç kızın çarşıya çıkması kolay değildi. Hatta 1960’lı yıllarda Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde durum farklı değildi.

[3] Yanya: Yunanistan’ın Epir bölgesinin en büyük şehri.

[4] Kolağası: Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasında bir rütbe.

[5] Ferik: Korgeneral veya orgeneral karşılığı rütbe.

Yorum Yapın

Navigate