DARBE GİRİŞİMİ Ve Mutfak Kileri

Beyza Aydın

Televizyon ekranlarında, yaz sıcağında klimalı stüdyolarda olduklarından mütevellit ütülü gömleklerini ve ciddi ceketlerini giymiş, çoğu erkek sınıfına mensup gazeteci/yazar/çizer/düşünür/ konuşur/siyasetçi, vs. pek çok kişi hepimizin de takip ettiği üzere sebep-sonuç ilişkileri kuruyor, tespitlerde bulunuyor, olmuşlara ve olacaklara dair senaryolar aktarıyorlar.  Her birini dakikalarca dinledikten sonra insanı hafakanlar basıyor, Allah korumuş vatanı/milleti diyor ve gönüle bir daralma geliyor (ben öyle oluyorum en azından). Rabbim ölenlere rahmet, kalanlara sabır, ülkemize de tez zamanda ferahlıklar versin diye dua ediyoruz. Sizlerde durum ne cephede bilmem ama ben psikolojik olarak ilginç hallere büründüm. Şakacı bir çocuk sokakta Capri Sun paketi patlatsa, bomba patladı sanıyorum! Ama nasıl sanmayayım ağabeylerim, ablalarım? Darbe girişiminin olduğu gece neler hissettim sizlere aktarayım da kararınızı siz veriniz (Darbe girişimi gecesi hissettiklerimle ilgili yazdığım satırlar, ciddi tartışma programlarında konuşulanlardan pek bir uzak olup, yazdıklarımdan ötürü şahsımı “biz darbe diyoruz, sen ne düşünüyorsun güzel kardeşim?” diye eleştirebilirsiniz. Lakin içimden geçenleri olduğu gibi anlatmak istedim. İnsan psikolojisinin bazı durumlarda tahmin edilenden çok uzak sularda gezdiğinin bir kanıtı belki de hissettiklerim…)

Cuma akşamı biraz erkence yatmıştık. Saat tam olarak kaçtı bilemiyorum, annem usulca kapımızı tıklattı, Beyza uyanık mısınız diye sordu. Evet dedim. Telaşlanmaya gerek yok ama bir şey söyleyeceğim dedi (Telaşlanmaya başlamıştım çoktan). Annemin dudaklarından o saatte duyma ihtimalinin hiç mi hiç aklımdan geçmeyeceği bir şey işittim: darbe olmuş! Yatağın içinde “nasıl yaaa?” deyip zıpkın gibi doğruldum. Aklımdan ilk geçen şey, postallı askerlerin evimize girdiklerinde açık renkli halılarımı nasıl kirletecekleri oldu (bi’ anlık şaşkınlıkla aklımdan geçiverdi işte…) Birkaç salise içerisinde ayıldım tabi, peki nasıl bir sabaha uyanacağız, Binali Yıldırım’a ne oldu, Tayyip Erdoğan şu an nerede-ne halde, güzel ve canım ülkem 50 yıl geriye mi gidecek, borsa ve pariteler bu durumdan nasıl etkilenecek, yabancı yatırımcı kaçacak mı, babam böyle pasta yapmayı n’erden öğrendi* soruları aklımda dönmeye başladı (son soru, günlük hayatta karşılaştığım bazı durumlarda, şaşkınlığımdan ne diyeceğimi bilemediğim zamanlarda içimden geçen ve aslında oldukça meşhur bir pasta malzemeleri markasının reklamında geçen bir cümledir) Hemen trt 1’i açtık. Beti benzi atmış bir halde ekrana bakan ve tane tane kelimelerle Anayasa, hukuk devleti, devletin itibarı, Türk Silahlı Kuvvetleri, yönetim ve el koyma kelimelerini okuyan ablayı görünce aklım iyice başımdan gitti. Yine aklımda deli deli sorular; sokağa çıkamayacak mıyız gerçekten, ekmek dahi alamayacak mıyız, evde yeterli yiyecek stoğu var mı, taşınırız belki düşüncesi ile mutfağa almadığımız kileri keşke alsaydık, içine bir sürü erzak koyar da şimdi darda kalmazdık, eve askerler mi girecek, yeni düzen lediğim kitaplığı mı karıştıracaklar (ama o önceki darbelerdeydi, şimdi belki olmaz, ya da olur ne bileyim ben, darbe mi gördüm önceden), Allah’ım cüzdanımda pek para da kalmadı, keşke bankamatikten çekseydik (sokağa çıkamazken param olsa bile nerede harcayacağım konusunu hiç düşünememişim o ara) gibi mantık (?!) çerçevesinde şeyler işte. O gece şunu test edip onaylamış oldum; biyoloji dersinde öğrendiğimiz Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramidi gerçekten doğru, Maslow Amca’ya hak verdim. Ne der Maslow; insan öncelikle beslenme ihtiyacını karşılama çabasında bir varlık olarak yaratılmış. O gece bunu düşünen yalnız ben değildim. Çünkü Ankara’da yaşayan, o gece huzursuzluğunu paylaşmak için beni arayan ve yakınlarında sürekli bombalar patladığını söyleyen arkadaşım da cüzdanında sadece 10 lirası olduğunu ve aksi bir durumla karşılaşsa sıkıntı yaşayacağından çekindiğini söyleyince, saçma sapan şeyler düşünmüş olsam dahi bunun çok insani bir şey olduğu kanaatine vardım. Her neyse… İlk şoku atlattıktan sonra internete baktık hemen, haber sitelerine. İnternetin tıkır tıkır çalışıyor olması ilginç geldi açıkçası. Sonra bir ara Binali Yıldırım’ı gördük ekranda, açıklama yapıyordu. Doğrusu Başbakan’ı ekrandan görmek beni mutlu etti, başına bir şey gelmemiş olması iyi bir şeydi. Böyle böyle bir müddet zaman geçti. Annem, babam, eşim ve ben aramızda konuştuk neler oluyor diye, anlamaya çalıştık, haber sitelerine baktık. Zaman ilerledi, kaç oldu bilemiyorum. Babam ve eşim haberleri dinlemeye devam etti. Ertesi gün mutlak surette ayakta olmam gerektiği için (ilgilenmem gereken bir bebeğim var) çok ama çok zor da olsa biraz uyumam gerekiyordu. İçimden dualar edip eğreti bir şekilde yatağa uzandım. Dedim ya, uyumak ne mümkün! Sanırım 1 saat kadar, önce sağa sonra sola, sonra tekrar sağa ve sola dönerek yorgunluktan tam sızmak üzereymişim ki… Allah’ım nasıl bir ses! Sırt üstü uzanıyordum, beynimden ayaklarıma doğru bir şeyin aktığını hissettim… Sesi uçak sesi sandım, meğer F16 imiş. O an bunun ayırdına varamazdım tabi, kaç kez F16 gördüm sonuçta? Sandım ki uçaktayım ve uçak düşüyor. Sonra gözlerimi açtım, odanın perdelerini görünce anımsadım evde olduğumu. Evimiz Atatürk Havaalanı’na yakın sayılır. Uçak güzergahında ikamet ediyoruz. Memleketten uçakla dönerken kendi mahallemizi görebiliyoruz uçaktan, öyle söyleyeyim. Dedim; herhalde uçak şimdi üstümüze düşecek, hayattaki son saniyelerim bu. Sonra bekledim, bekledim… Aslında kısa bir müddetti bu bekleyiş ama çok uzunmuş gibi hissettim. Baktım üzerimize çakılan bir şey yok. Yataktan nasıl çita hızıyla fırladım, bebeğim ve ailenin diğer üyeleri iyi mi diye diğer odaya nasıl koştum bilmiyorum. Korkunç sesler… Karanlık bir gece… Eşimin ve babamın Meclis’in bombalandığını söylemesi… Tahmin ettiğimizden çok daha büyük ve korkunç olaylar, iddialar… Camilerden salalar verilmesi, ezan okunması… Kıyametin kopması böyle bir şey herhalde diye düşündüm. Seslerden huzursuzlanıp uyanan bebeğimi doyururken içim ürperdi, tüylerim diken diken oldu. Üşüdüm. Sabah olduğunda hala için için titriyordum… Yanı başımızdaki Suriye’de, yıllardır çırpınan Filistin’de insanların yıllardır böyle yaşadığını bir kez daha düşündüm, ama ilk kez hislerine benzer şeyler yaşadım.

Herkesin hissettikleri, düşündükleri bambaşkadır elbette o karanlık gecede. Rabbim vatanımızı milletimizi korusun. Düşüncemiz ne yönde olursa olsun birbirimize karşı saygımızı kaybetmeyelim. Sosyal medyada görüyoruz, yıllarca yüz yüze baktığımız belki okul, belki iş arkadaşımız yada komşumuz olan insanlar şuurunu kaybetmişçesine paylaşımlarda bulunuyorlar zaman zaman. Birbirine hain diyen de var, birbirinin zeka seviyesini sorgulayan da. Gördüğü her şeyi doğru sanıp hemen herkesle paylaşanlar da bolca mevcut. Edebini bozup çok daha ağır sözler söyleyenleri zikretmek istemiyorum. Can sıkan bir tablo…

Geldiğimiz noktada sanırım herkes önce kendine bir bakmalı. Ne oldu da bu olaylar gerçekleşti? Vakti zamanıyla birilerini ve bazı olayları, durumları, kurumları eleştirenler; güç kendi ellerine geçince “başarıya giden her yol mubahtır” dedi de, eleştirdikleri şeyleri –ve hatta daha da fazlasını belki de- kendileri yaptıkları için mi bu hale geldik? İhmaller var mı? Bundan sonra ne olacak? Nasıl tedbirler alınmalı da bu durumlara yeniden düşmemeli? Epeyce kafa yordum, yaşadıklarımızı özetleyecek tek bir cümle bulmakta zorlandım. Ta ki Soner Yalçın’ın köşe yazısında yazdığı bir cümleyi kendime oldukça yakın hissedene kadar. Bana göre işin özü şu; Türkiye kimsenin (yaptıklarından ötürü) yüzünün kızarmadığı bir ülke oldu ne yazık…

Yorum Yapın

Navigate