Yaratılmışların En Şereflisi! Ey İnsan! Aslına Dön!

Aslan, ormanlar kralı… Bir gün kral, hüküm sürdüğü ormanda neler olduğunu görmek için gezintiye çıkar. Gezerken bir kıza rast gelir. Kıza aşık olur. Aslan kral, bütün heybetiyle kızın karşısına dikilir. Evlenme teklif eder…

Hikaye aslında uzun. Farklı farklı anlatılan türevleri de var. Ama en kısa haliyle özetleyelim:

Kız aslanı görünce donakalır. “Bu vahşi yaratıktan nasıl kurtulurum?” diye düşünür durur. Aslandan korktuğu için bir şey de diyemez. Gücü de onu alt etmeye yetmeyecektir haliyle. Elinde aslanı yok edecek silah da olmayan kız aslanı kızdırmak istemez. Teklifi şartlı olarak kabul eder…

İnsanların evlenme usulü ile evleneceklerdir. Aslanın babası ile tanışıp, onun da rızasının alınması şartını öne sürer. Kızın babası yaşlı bir oduncu. Kurnaz…

Aslan tüm vakar ve heybetiyle oduncunun karşısına dikilir. “Niyetim ciddi” der…

Oduncu, tekliften ne kadar gurur duyduğunu krala anlatır, uzun uzun…

– Ancak bazı kaygılarım var, der…

Aslan endişeye kapılır. Ne yapacağını şaşırır:

– Ne istersen, yapmam gerekeni söyle yeter. Yaparım hemen, der.

Ve gücüyle ormanlara hükmeden aslan önüne sürülen “basit” ve “önemsiz” taleplerin gereklerini bir bir yerine getirir. Önce müstakbel eşine zarar vermemesi için pençeleri sökülür, sonra aynı gerekçe ile dişleri… Yemek tercihleri değişir, yatıp kalktığı yer… En son talep “yele”sinin kesilmesidir. Krallık ve kudret nişanı yelesi de kesilince uyuz bir hayvana döner eski ormanlar kralı… İnsana benzemek için sahip olduğu her şeyi heba eden kral artık ne aslandır ne de insan. Oduncu üstüne düşeni yapar. Eline aldığı sopayla aslanı bir güzel tepeler.

Taklitçi Toplumlar Yok Olur

Toplumlar da insanlar gibi. Hayran olur, hayran olduğu kişinin hareketlerini taklit eder. O olmak ister. Toplumlar da insanlar gibi benzeşirler. Taklitçi, “hayran olduğu” gibi giyinir, onun gibi yürürse hayran olduğunun imrendiği hasletlerine sahip olacağını sanır.

Ekonomik, askeri, siyasi üstünlüğü elinde tutan topluluklar, toplum ve kültürü hükümranlık altına giren toplulukları kendilerine benzetir. Bir zamanlar “Ben, Tanrı’nın kırbacıyım” diyen, Papa’ya diz çöktüren Attila’nın öncülüğündeki Hunları hatırlayalım. Hunların, putperestleşip Avrupa’da yok olup gitmesi bunun belirgin bir örneğidir.

Bilge Kağan da çağlar öncesinden, büyük Türk Milleti’ne “tatlı söze ve ipeğe kanma” diye haykırır. Unutmamamız için taşa kazınan hikmetler, son vahyin emirleri, şeriati unutuldu. Bir zamanlar dünyaya hükmeden, adalet dağıtan Türk Milleti; batıl, hasta toplumları İslam güneşi ile tedavi etmeye çalışırken o toplumların hastalıklı hallerini alıp kendi inancının, kültürünün yerine koydu.

Alman Şansolyesi Merkel, uzun yıllar Almanya’da “göçmen sorunu” olarak görülen milyonlarca Türk’ün artık Alman toplumu için tehdit olmadığını ifade ediyor. Uyum sağladılar, onların bizden bir farkı kalmadı diyor…

İnsan Aslını Bilmeli

Dünyaya geçici hâkimiyet kurmuş batı kültürünün yoğun baskısı altında doğup büyüyen insanlar aksini düşünse de insanların fiziki ve düşünsel farklılıkları onların güzellikleridir. Batı toplumu sadece birkaç yüzyıldır maddi üstünlüğü elinde tutuyor.

İnsanlar, kendi yaratılış özelliklerinden dolayı ne üstün seçilmişlerdir ne de köle. Üstünlük; yalnızca insanların kendi tercihleri ile inşa ettikleri “her hareketin hesabını verebilecek şekilde” yaşayabilmesidir. Kimse doğuştan üstün değildir. Ya “en şerefli yaratık” haline gelir insan ya da “aşağıların aşağısı”… İnsan ve toplum unvanları  kendi eylemleri ile kazanır.

Türk insanı, teninin rengini, fizyolojoik, sosyal, kültürel, itikadi özelliklerini ne kadar inkar ederse etsin, ne kadar “ben artık inanmıyorum”, derse desin; “milletlerin kanını emerek” bir ur gibi şişen emperyalist Batı için bizler “Türk”üz. Gerçek de budur. Biz Yafes’in çocuklarıyız. Anayurttan çok uzun zaman önce göçtük. Batıya doğru ilerledik. Bir olan Allah’ın davasını yaymak, yeryüzünde adaleti sağlamak için binlerce yıl önce güzel Ötüken’den çıktık… Allahu Ekber dağlarını ve bozkırların güzel rüzgarlarını sadece dava için bıraktık.

Sadece birkaç yüzyıl, binlerce yıllık tarihimizde nedir ki… 1683 yılından beri kaybediyoruz. Kaybetmemizin sebebi davayı ve töreyi unutmamızdır. Esas olan “dava”dır. Bizler, Anayurttan sadece emrolunduğu için çıkan şehitlerin nesliyiz. Şimdilerde sahte sınırların içerisine hapsedilen milletin bir kolu Urumçi’de, bir kolu Kırım’da, Yemen’dedir. Hatırlamak gerek vatanı, şöyle bir gözleri kapatıp duymak gerek Varna ovasında “depara kalkan” atların rüzgara karışan nefes seslerini…

Unutturulan Dava’yı Hatırlamak

Ne kadar uzun zaman uyutuldu bu millet, ne zamandır boylar birbiri ile kavgalı? Ne kadar zamandır kardeş kardeşi emperyalistlerden aldığı silahlarla vuruyor. Terör, yıkım, iç savaşların cehennemi Müslümanları ve Türk Milleti’ni yakarken kazanan emperyalist Batı oluyor.

Vatan topraklarımızın büyük bir kısmı aleni işgal altında. Kardeşlerimizin büyük çoğunluğu bu toprakların çocuklarının nasıl daha fazla öldürebileceğinin stratejisini kuruyor! Belki daha da acısı, Hak davayı anlatmak ve zulümlerini engellemek için yüzlerce yıl mücadele ettiğimiz haçlı sürülerinin kültürüne ve yaşamına hayran büyüyor bu milletin evlatları. Yani millet evlatları alenen düşman askerlerin ya da kültürlerinin esareti altında. Belki ölüm uykusunda ne için yaşadığını bilmeden cellatlarına aşık olanların hali daha hazindir…

Söylemesi bile acıdır ama Kırım, Rusya tarafından ilhak edilirken Türklerin gözde eğlence mekanları hâlâ iş yapıyordu. Türkmen Dağı düşerken, Lazkiye’de Akdeniz’in en büyük işgal üssü kurulurken plajlarda eğlence partileri veriliyordu. Bağdat yıkılırken gece alemleri hız kesmemişti.

Ancak işgalin doğası bu… Her devrin ve herkesin adamı satılmışlar; sert ya da yumuşak her türlü işgalde yeni efendiler bulabilirler. Bu satılmışlardan nemalananlar alkış tutabilir. 1919 yılında birileri vatan için, “Milli Yemin” için Samsun’a çıkarken 1918 yılında işgal edilen İstanbul’da Beyoğlu Pera baloları pek modaydı.

İngiliz subaylarının kanlı postallarıyla çiğnediği Peygamber’in şehri İstanbul ve güzel İzmir’in mahzun olmasına gerek yok! İşgalden medet uman yalakalar, yalakaların menfaatperest sefil avaneleri utansın! Mücadele etmeyip işgalcilerin uşağı olanlar, işgal günlerinde sefa sürenler, bu manzarayı görüp işine gücüne devam edenler ve ağızlarına ateşten gem vurulan dilsiz korkaklar güruhu her zaman var. İlla Boğaz’da İngiliz zırhlısı mı görmek gerek, işgale inanmak için! Mutlaka İzmir’de Yunan paçavrası mı sallanmalı!

Selanik’teki Yunan paçavrasını görünce gözü dolmayan, Deliorman’ın dağlarında Bulgar zulmünü hissetmeyen, Karabağ’da Ermeni zulmünü unutan, Bosna’yı turistik bir yer sanan, Kerkük’te ABD uşaklarının kanlı paçavralarını bildiği halde susan, Kıbrıs Rum oyunu ile gitti giderken umurunda olmayan gafiller, İstanbul’da yeniden düşman  zırhlısı görse “balo kıyafeti diktirecekler” sırasına girerdi.

Zaten toplum a’dan z’ye tüm bireyleri ile bilinçli, uyanık ve davaya bağlı olsaydı vatan işgal mi edilirdi.

Bir de günümüze bakalım, değişen hiçbir şey yok! Vatan işgal altında! Vatanının neresi olduğunun bile idrakinde olmayana ne demek gerek…

Asıl önemli olan lider kadronun durumudur. Gerçek anlamda milli bir teşkilat, bütün ızdıraplı ve bilinçli bireyleri toplamalıdır.

Toplumlar ve Topluluklar Nasıl Yönlendiriliyor? Vatanımız Nasıl İşgal Edildi?

Tarih kitaplarını karıştıran pek çok kişi yaşananları birden bire ortaya çıkmış olaylar gibi görmeyi tercih eder. Tarihi bir masal gibi dinleyip kitabı kapatmak kolaydır. Gerçekte fetihler, bir fatihin ve tılsımlı ordularının zaferi değildir. Bir toprak parçası, yağmurda eriyen tuz gibi yok olup gitmez. Zafer de hezimet de adım adım ve ağır ağır gelir. Kitaplarda yazılan hikayenin son betimlemesidir.

Fetih, onu hak edecek kadar gelişmiş ve bilinçlenmiş toplumların kendilerinden daha az yaşama hakkı olan toplulukların yaşam alanlarına kök salmasıdır. Doğal bir gelişimin sonucudur. Bir ağacın içi çürümüş, köklerini kaybetmiş başka bir ağacın topraklarına uzanması gibi doğaldır…

Esasında zaferi kazanan, somut olarak da fetheden toplumdur. Toplum fethe ve zafere layıksa zafer kazanılır. İnsanların zafere ve davaya inancı sözde kalırsa, milli eylemler içi boş, sürekli olmayan, düzensiz, teşkilatsız halde ise yapılanlar can çekişen av hayvanının can vermeden önceki isteksiz tepinmeleri hükmündedir.  Özetle; vatan topraklarının kaybı toplumun veya topluluğun kendisini ayakta tutan tutamaklarını kaybetmesinin sonucudur… Çözüm ise aslında inanılmayacak kadar yalındır: Aslına rücu etmek, özüne dönüp kim olduğunu hatırlamak…

Lider kadrosuna düşen bir uyanışı tetiklemektir. Uyanış, sorgulama ve akletme… Yüzlerce yıl önce de söylenen bu idi: “Türk Milleti; ilini, töreni kim bozabilir! Türk Milleti irkil! Uyan! … Doğu’ya giden gitti! Batı’ya giden gitti! Gittiğin yerde iyiliği kaybettin. Kanın seller gibi aktı. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Bey evlatların köle oldu…” Aslında ortaya koyulan ikazların sebebi “Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” kuralının gereğidir.

Bu kurallar, milletimizin içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması için öncelikle durumunun farkında olmasını ve değişim iradesi ortaya koymasını zorunlu kılar. Hiçbir bilinçli kadro tek başına toplumu değiştiremez. Toplum ise insanlardan oluşur. Toplumun bağımsız bir tüzel kişiliği olsa da insan değişince toplum da değişecektir.

Bugünün Şartları Bir Günde Oluşmadı, Bir Günde de Düzelmeyecek!

Mücadele’nin yöntemi, aracı ne olursa olsun yüzyılların sıkıntılarının bir günde düzelivereceğini sanmak zaferin önündeki en büyük engeldir. Unutmamak gerek, yergi ve ululama, sonsuz, sebepsiz keder ve önü alınmaz coşku ve aynı aşırılıktan beslenir.

Bizler, tek bir kişinin, grubun tansık, destansı, insanüstü eylemleri ile zafer beklentisinde olamayız.

Bir gün mutlaka, yeryüzü yeniden düzene kavuşacak. Adalet yerin bulacak. Bir gün Türk İlleri yeniden hür olacak. Bu milletin çocukları bir gün milli iktidarın görevde olduğu bir ülkeye uyanacak!

Bugünün sıkıntılarını tarih sayfalarında yer alan “esaret ve işgal günleri” diye hatırlayacaklar. “Ve bir zamanlar ülkemizde görünür görünmez işgalciler vardı ve Yeniden Millî Mücadelecilerin onlarca yıl süren sabırlı, çileli yolculukları ile bugünlere ulaştık” diyecekler…

O mutlu günlere ulaşmak ve evlatlarımızın gelecekte, gerçek anlamıyla hür olmasını sağlamak için bugün sabırlı, istikrarlı ve bilinçli mücadele günüdür.

Selam olsun, geleceği inşa edebilecek iradeye sahip Mücadelecilere!

Selam olsun, her düşüşte yeniden ayağa kalkabilen inanç abidelerine!

Ne mutlu, bir başıma kalsam da yolundan dönmem diyenlere!

Selam olsun yalnızca bir olan Allah’ın önünde eğilenlere, hakkı söyleyip sabredenlere!

1 Comment

Yorum Yapın

Navigate