Çuvaldız

Evveet değerli okurlar, yazarınız Çuvaldız bir ay sonra tekrar karşınızda. Neee, yine mi? diye feryat etmenize hiç gerek yok. Allah ömür verdikçe ve de parmaklarım tuşlara dokundukça hep karşınızda olacağım, Allah’ın izniyle.

Yazıma Suriye’de şimdi yaşanan bu kanlı savaşın daha başlamamış olduğu yıllarda Gaziantep’te bir mitingde Erdoğan’ın söylediği sözlerle başlamak istiyorum.

“Sevgili Antepli kardeşlerim, ne yaptılar, milleti korkuttular, Türkiye’nin üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanla çevrili dediler. Biz ne yaptık, onlar gibi vizyonsuz değiliz, geldik bu anlayışı yıktık!

Biz, Esad kardeşimle oturduk, iki dost, iki kardeş olduk, sınırımızdaki mayınları temizledik, vizeleri kaldırdık ve sınır kapılarımızı açtık. Şimdi benim Gaziantepli kardeşim cebine pasaportunu koyup Halep’e, Şam’a gidiyor…

Halep’teki Şam’daki Lazkiye’deki ve Humus’taki kardeşim de cebine pasaportunu koyuyor, istediği zaman Gaziantep’e geliyor. Peki ne oldu? Bütün o tehditlerin, korkuların ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. Kim kazandı? Türkiye kazandı!”

Peki Türkiye, Suriye’de kazandığı o durumdan kaybettiği bugünkü duruma nasıl geldi dersiniz? Nasıl olacak, tabii ki Erdoğan’ın geniş bir vizyon, daha doğrusu tele-vizyon sahibi olması sayesinde.

Peki, tele-vizyon sahibi olmak ne demek? Tele-vizyon sahibi olmak demek ta okyanus ötesinden kendinden istenilenleri kayıtsız ve şartsız yerine getirmektir. Onun içindir ki o muhteşem vizyonu;

“Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var! Nedir bu görev? Biz, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin eş başkanlarından bir tanesiyiz ve bu görevi yapıyoruz!” ile açıklar ve bunu da;

“Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygun. Biz Amerika ile hareket ediyoruz. Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek…” diye izah edersiniz.

Suriye krizi başladığında küresel emperyalizmin BOP projesine taşeronluk yapmayalım, ne olur şu ihanet coğrafyasına girmeyelim, Mehmetçiği şehit ettirmeyelim diyenlere dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ne diyordu:

“Artık Ortadoğu’da en büyük oyun kurucu biziz! Bundan böyle bizim haberimiz olmadan kuş bile uçamayacak! Ecdat yadigârı topraklarda Osmanlı’yı yeniden inşa ve ihya edeceğiz!..”

Düşünün, Ortadoğu’da bizden habersiz bir kuş dahi uçmayacak, Osmanlı ihya edilecek, hepsinden önemlisi de İslam ülkelerine demokrasi gelecek! Daha ne istenir ki. Buna can feda. Bu nedenledir ki canını feda edip duruyor bu Millet, İdlib’de olduğu gibi, şehitler tepesi boş kalmasın diye…

Şehitlerimize üzülmemiz, hatta bayram etmemiz gerek, önceki vizyon hareketler sonrası yaptığımız gibi. Çünkü binlerce rejim askerini öldürdüğümüz, tank, top, tüfek ve uçak ellerindekinin hepsini yok ettiğimiz açıklandı, hem de birinci elden…

Derken Reis, bu defa bir başka vizyonla seslendi dostu Putin’e: Aradan çekilin, katil Esed’i ve rejimi bize bırakın. Hem sizin ne işiniz var? bizim ecdat yadigarı topraklarımız Suriye’de…

Bu vizyon öyle bir tele-vizyon ki, koştura koştura Soçilere kadar gidip Soçi Mutabakatını, Astanalara kadar gidip Astana Mutabakatını imzalıyor, hemen peşinden de Suriye’de Ruslarla volta atabiliyor…

Hatta “sizin ne işiniz var?” denildiği günlerde bir taraftan Ankara’da Rus heyetiyle görüşülüyor, bir taraftan da Putin İdlib’i görüşmek üzere İstanbul’a buyur ediliyordu. Lakin Putin şimdi olmaz Mart’ta, İstanbul’da olmaz Moskova’da diye diretince,

Reis’in uçağı İstanbul’dan kalkar ve Moskova’ya iner. Putin’le görüşülür ve 2. Katerina’nın gölgesi altında ek muhtıraya imza konulur. Ve ne işiniz var dediğimiz Rusları Astana ve Şoçi’den sonra bir kez daha Suriye’de söz sahibi olarak görürüz.

Ne diyorduk ek muhtıradan önce: “Durmuyoruz, katil rejim yok alana kadar ateşe devam!” Peki, ya muhtıranın girişinde ne deniyor: “Taraflar, Suriye ihtilafının askeri çözümünün olamayacağının…

… ihtilafın yalnızca Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde, BM kolaylaştırıcılığında BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğinin altını çizdi.”

Aslı hedef Türkiye, Suriye’de rejimi yok edeceğiz diyerek askeri çözüm peşinde koşarken gittiğimiz Moskova’da ne dedik: İhtilafın askeri biri çözümü yok! İyide kırk şehidi niye verdik o zaman?

Reis sağ olsun! Önemli olan bir çözüme ulaşmak. Peki çözüm nerede? Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde, BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu siyasi bir süreçte.

Yandaş gazete ve TV’lerde “işte lider diplomasisi, istediğimizi aldık” diye bol bol methiyeler düzülen o görüşmeyi resmeden şu fotoğrafa iyice bakın. Ne görüyorsunuz? Koltukta oturan bir Reis, ayakta bekletilen bir heyet…

Siz Muhsin Çelebi’yi bilir misiniz? O, Osmanlının Şah İsmail’e gönderdiği elçidir. Hazineden tek bir kuruş dahi almadan bütün masrafları karşılayarak heyetiyle yola çıkar Şah’ın sarayına varır.

Muhsin Çelebi odaya girmeden Osmanlıya büyük bir kin duyan Şah İsmail Osmanlıyı aşağılamak için odadaki bütün yaygıları kaldırır. Amacı, Osmanlı elçisini yere oturtmayıp ayakta bekletmektir.

Muhsin Çelebi Şah’ın huzura girer. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öpüp başına koyar ve daha sonra altın tahtın üstüne ipek yığınlarına sarılmış, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş tahtına yırtıcı bir kuş sessizliğiyle tünemiş Şah’a uzatır. Önünde eğilmesini, ayağının öpülmesini bekleyen Şah İsmail kızar ve sapsarı kesilir.

Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilir, çevresine bakar, ancak odada oturacak bir şey olmadığını görür. İçinden “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba” der. Bir an bu harekete nasıl karşılık vermesi gerektiğini düşünür.

Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkarır. Tahtın önüne yere serip üzerine bağdaş kurup oturur. Ve karşısında divan durulmasını bekleyen Şah’a “Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz diyerek Şah’a dersini verir. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemeden kalkar, kapıya doğru yürür.

Şah taş kesilir. Daha sonra Çaldıran’da kırılacak olan gururunun bugün bu Türk’ün ateş bakışları altında eridiğini hisseder. Muhsin Çelebi odadan dışarı çıkarken, “Şunun kaftanını verin!” diye emir verir yanındakilere.

Muhsin Çelebi durur, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle “Hayır, unutmadım. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak bir seccadeniz, bir şilteniz bile yok. Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz” der.

Denilebilir ki Muhsin Çelebi Ömer Seyfettin’in bir hikâye kahramanıdır, gerçek değildir. Doğru, ancak yaptığı tam da devlet adamının yapacağıdır. Bu nasıl bir liderliktir ki kendisi koltuğa kurulup, yanındaki heyeti ayakta bekletilirken sesi çıkmaz, ayağına kadar gidilen bu yeni Çar’ın haysiyetsiz davranışına cevap verilmez.

Peki ya siz eyyy heyet. Tamam, sizin pembe incili kaftanlarınız yok, lakin sırtınızda en az onun kadar değerli olan takım elbiseleriniz var. Niye ceketleri yere serip de üzerine oturmadınız? Hadi diyelim ki onlara kıyamadınız, peki niçin yere oturmadınız?

Putin Afrikalı heyetleri bile koltuklara oturtarak kabul ederken bize yapılan bu muamele neyin dışa yansımasıdır? Aynı şey Amerika’da da yaşanmış, Trump koltukları kendi senatörlerine verdiği için Çavuşoğlu da el pençe ayakta bekletilmişti.

Moskova’da ne şehit edilen Mehmetçiklerimizin hesabını sorduk, ne de yüzüne karşı Putin’e “senin ne işin var Suriye’de” diyebildik. Aşağılanmış bir şekilde imzayı atıp geri geri Külliyemize döndük.

Gelelim tele-vizyonun başka bir ekranına. Fazla değil, beş yıl önce başta Suriyeliler olmak üzere ülkemizdeki göçmenlerin çok az bir kısmı karadan ve denizden Avrupa kapılarına dayanmıştı.

Tuttuk, AB ile Geri Kabul Anlaşması imzaladık. AB bize sığınmacılara harcanmak üzere 2019 yılı sonuna kadar 3 milyar Avrocuk verecekti. Biz de sizin hiç korkmanıza gerek yok, biz sığınmacıları topraklarımızda tutar, sizin de kâbus görmenizi önleriz dedik. Onlar da ala, bir 3 milyar Avrocuk daha veririz deyip bol keseden vaat ettiler.

Peki ne oldu? İlk 3 milyar Avrocuğun sadece 2,7 milyarı ödendi, gerisi de ceplerinde kaldı. Siz hiç AB’nin Avroları niçin gönderdiğini merak ettiniz mi? Açıklayayım, göçmenleri zamanla bu ülkenin asli birer unsuru yapmak için.

Bunu da nereden çıkardın derseniz şöyle bir göz atın AB’nin Avrocuklarının harcandığı projelere: Eğitim Bursları, Yabancılara Yönelik Sosyal Uyum Yardımı Programı, Suriyeli Çocukların Türk Eğitim Sistemine Entegrasyonu Projesi, Kayıtlı İstihdama Geçiş Programı, Geri Gönderme Merkezlerindeki Yabancıların İletişim İhtiyaçları ve Göçmen Sağlığı Merkezleri Projesi.

Gönderilen bu paralarla bizi kandıran belli, peki kandırılan kim? Bugün sınır kapılarını açıp “haydi bre” diye göçmenleri sınıra salan ve Avrupa’dan kapatın sınırları, bizde Avro gani, dün gönderdik, biraz da bugün de göndeririz teklifi alan Reis.

O zaman teklife kanıp imzayı atan Reis şimdi ne diyor? Erdoğan, Avrupa’nın kendisini aradığını ve 1 milyar Avro teklif ettiklerini söyleyerek “Siz kimi kandırıyorsunuz, biz bu parayı artık istemiyoruz. biz bu parayı da bulur ve harcarız.

İşte tele-vizyon dediğim bu. Beş yıl önce kabul et, beş yıl sonra reddet. Beş yıl önce 3 milyar Avroya kanıp sınırları kapatmasaydık bugün bu sorunları belki yaşamazdık. Korkarım ki insani olmayan bu göçmenleri sınıra yığma cinliği de yine birilerinin talepleriyle sonlanacak, olan ise ölen ve yaralanan, çoluk çocuk sınıra salınan göçmenlere olacak.

Göçmenleri sınıra salıp Yunan’ın merhametine terk edip masum göçmenler coplanıp, soyulup, itip kalkılırken efelendiğimiz kadar işgal edilmiş olan 18 adamız için efelenip, bugünden tezi yok, çabuk boşalt adalarımızı diyebilseydik keşke Yunan’a…

Yorum Yapın

Navigate