Köleleştirmeden Sevmek ve Sevilmek Üzerine

Sevgili Okur,

Eğer bu yazıyı okumadan geçersen sizi sevmem bilesiniz.

Derinliğine vakıf olmadan yazılan bir yazı okuyacaksınız. Bu başlık belki sizde yazacaklarımdan çok daha fazla anlam bulacak, kıvılcım yaratacak bilinmez fakat bende henüz bir başlıktan ibaret.

Bir konu hakkında yazmaya hazırlanmanın ve yazmanın en güzel yanı düşünmeye aracılık etmesidir.  Yazmak zaten düşünceleri bir disipline zorlayan süreçken sevmek hakkında yazmak kendi içinde karmaşık.  Sevginin sağladığı temas ve ilgiye ihtiyacımız dünyaya geldiğimiz anda başladığına dair birçok kaynakta birbirinden farklı örnekler görmek mümkün. Son zamanlarda popüler eğitim felsefelerinden biri olan Maria Montessori’nin Çocuğunuz Hakkında Bilmeniz Gerekenler adlı eserinden konu ile ilgili bir örnek alıntılayalım.

Hollanda’nın bir kentinde yoksul annelere çocuk bakımı ve hijyeni öğretmeyi amaçlayan bir kuruluş vardı. Dünyada Hollanda’dan daha temiz bir yer yoktur. Bu kurum oldukça iyi işletiliyordu. Sorumlu doktor işine o kadar özenliydi ki çocukları beslerken bile bireysel özelliklerini ön plana alıyordu. Beslenme ve hijyen açısından çocuk bakımında bilimsel bir mükemmellikten söz edilecek olsa işte o kurum mükemmelliği taşıyan bir yerdi.

Çocuklar birbirinden ayrı tutuldu ve istenmeyen bir enfeksiyon riskine karşı oldukça iyi korundu. Her şey azami derecede ölçülü, planlı ve netti. Odalar, yataklar, kıyafetler ve hemşireler tertemizdi. Bütün çocuklar aniden hastalandılar. Halbuki bu hijyenik bakıma rağmen salgın ihtimali hayal bile edilemezdi.

Sorumlu doktor mevcut hastalığın sebeplerini araştırmaya koyuldu. Diğer dispanserden anneleriyle düzenli şekilde tedaviye gelen çocuklarda, hijyenik ortamda yaşamamalarına rağmen bu hastalığa yakalanmamışlardı. Hijyenik kurumdaki çocuklardan bazıları ölümün eşiğine gelince ailelerine teslim edildiler. Hasta çocuklar çabucak iyileşti. Anne ve babaları tarafından verilen zihinsel ve ruhsal vitaminler kurumda kendilerine verilen maddi vitaminlere üstün geldiler.

Montessori’nin romantik bir şekilde ifade ettiği bu durumun bilimsel karşılığı da mevcuttur. Hatta literatüre yalancı geri zekalılık (bu ifade argo olmadan önce zekadaki anormalliği tarif için kullanılırdı) olarak geçen bir durum söz konusudur. Kısaca ifade etmek gerekirse anne yoksunluğu, bazen de kucak yoksunluğu olarak tarif edilen bir durumun sonucu olarak devlet bakımdan maddi olarak zengin ve sağlıklı koşullarda büyüyen çocukların zekâlarının gerçek potansiyellerini göstermemeleri olarak tarif edilir bu hal.

Burada kişisel bir tecrübemden de söz etmek istiyorum. Çocuk yuvalarına psikolog olarak destek verdiğim dönemde bir arkadaşım da koruyucu aile oldu. 20 aylık esmer güzeli bir kızın gönül annesi olan arkadaşım bebeğin canı yandığında duvara dönerek ağladığı ve yardım istemediğini üzülerek anlatmıştı. “Her şeyi kendi yapmak zorundaymış gibi davranıyor, çoğu zaman beni yok sayıyor” diyordu.

Resmi işlemler sırasında tanıştığım bu küçük insanla 3 ay sonra tekrar görüştüğümde ben çocuğu tanıyamadım. Çatık kaşları rahatlamış, yüzü parlamış, güler yüzlü, gürbüz, bıcır bıcır bir kız çocuğuna dönmüştü.

Daha iyi beslendiği için olmadı bu durum. Kaldı ki arkadaşım evi devletin sunduğu evler kadar lüks bile değildi. Kurumda şiddet ve zorbalık da gördüğü yoktu. Tek fark bir kişi daimi olarak kendisi ile ilgileniyor ve ona koşulsuz sevgi sunuyordu.

İşte yine geldik o kavrama, “sevgi”.

Fakat farklı bir tamlama kurarak; “koşulsuz sevgi”. Bu sevginin tanımı birey her ne hal üzerinde olursa olsun sevilmesi, sevileceğini bilmesi, buna inanması anlamına gelir.

Eskiden bu kavramı çok sık kullanırdım varlığına inanarak. Olur ya böyle kavramlar, mesela “adalet” der bir siyasetçi, “demokrasi” der, “hayvan hakkı”ndan söz eder, “ailenin korunması”ndan dem vurur. Yani aslında vardır o kavramlar ama yoktur da. İstersin olsun bende ve çevremde, gerçekte ise ara ki bulasın. Bir bedel de ödemezsin, çaba da göstermezsin bu kavramları yaşatmak uğruna.

Galiba bendeki de böyle lakırdı imiş. Arabesk yapmıyorum fakat son zamanlarda bir şey fark ettim ki biz sevgiyi koşullu öğreniyoruz. Peki bu nasıl oluyor?

Duygular bebeklikten itibaren bizler için önemlidir. Duyguları öğrenme ile ilgili yine bir deneyden söz etmek istiyorum. Dileyenlerin internetten bulabileceği belgesel dizisi var: “Yaşamın Başlangıcı” Belgeselde bir deneyden söz ediliyor. Deneyde bir yaşında bebek annesinin kucağında oturmuş bir yetişkini izliyor. Yetişkin elindeki çubuğu masa üzerinde duran makinada bir deliğe sokuyor ve hoş bir ses geliyor makinadan. Bu durum bebeği de neşelendiriyor. Birkaç kez böyle yaparak bebeğin model alarak öğrenmesi sağlanıyor. Deneyin ikinci aşamasında ortama 2. yetişkin  giriyor (adı Ninna ). Ninna,  1. yetişkin çubuğu makinaya sokup ses çıkardığında sinirleniyor. Bebeğe değil, yetişkine sinirleniyor ve sanki kabul edilemez bir hareket yapmış gibi çok can sıkıcı ve sinir bozucu bulduğunu söylüyor. Bebek ise iki yetişkinin bu halini izliyor.

Peki, çubuk bebeğin eline verilirse ne olur? Bebek Ninna’ya bakıyor, daha sonra makinaya, tekrar Ninna’ya, yapmaktan vazgeçiyor.

Kendisine yönelik herhangi bir tehdit deneyimlemese bile tehdit orada görüyor ve bunu göze alamıyor.

Kısaca duyguları öğrenmede Allah vergisi (bunu şükür ile anıyorum) muazzam bir yeteneğimiz var. İşte benim kafamı karıştıran husus da buradan başlıyor. Sevginin sağladığı “temas” ve “ilgi”ye ihtiyacımız demiştim hatırlarsanız üst sıralarda. Yani sevgi görünmüyor, bazı ipuçları ile biz sevgimizi gösterdiğimizi yorumluyoruz, ya da sevildiğimizi.

İstiyoruz ki biri bize dikkatini versin, bizden hoşnut olduğunu göstersin, bizim ihtiyaçlarımızı memnuniyetle karşılasın.  Biz de bunları yapalım ve sevmek/sevilmek hayat bulsun.  Bebekken de tam olarak böyle cereyan oluyor hadise. Birinin kaka yapmasından bile haz aldığınız bir dönemden, eğer sözünüzü dinlemezse küsüşülen (pasif bir tepki olarak yok saymak) biri olup çıkıyor çocuğumuz. Yani sevgi şartlı olarak itaate bağlanıyor. Çocuğumu düzenli, çalışkan, itaatkâr, tutumlu olursa sevdiğimi gösterdiğimde sevgi kodları bu şekilde vücut buluyor.

Koşullu sevgiyi fark etmeden yaptığımızı düşünüyorum. Bize sevgi nasıl ve hangi koşullarda sunulduysa biz de muhataplarımıza o şekilde sunuyoruz. Çünkü sevgiye layık olanın bu koşullar olduğuna dair sağlam inançlarımız oluşuyor. Eğer biri bunun aksini yaparsa, yani çok doğal hakkı olan “bana itaat etmezse”; o asi tarafından sevilmediğimi düşünüyor ve düşünsel konularda duygusal tepkiler vermeye başlıyorum.

Basit bir örnek ile ben yapmış olduğum yemeklerin sevilmesini ve övülmesini seven biriyim. Sevdiklerim benim bu beklentimi karşılarsa bu övgü dolu kibar yaklaşım karşısında sevildiğimi ve kabul gördüğümü hissediyorum. Akşam yemeğinin biraz fazla piştiği (yandığı diyelim) bir akşam ev halkı “bu akşam aç kaldıklarını” söylüyorlar. Gerçekte ve açıkça olan durum bu iken benim bunu tehdit olarak hissettiğimi, ailemin bana değer vermediğini, bir hatam karşısında hemen nankörlük yaptıklarını düşündüğümü farz edin.

İşte bu durumu analiz edelim.

Ben, evin hanımı olarak neler bekliyorum:

1- Takdir, bu elbette en doğal hakkım ve hepimiz yaptıklarımızın onaylanmasını ve kabul görmesini isteriz. Bu durum sevildiğimizi hissettirir.

2- Nezaket ve kibarlık, olumsuz durumların yok sayılarak sevilmeye devam etmek istemek.  Eleştirildiğimde ya da açık bir şekilde hata ya da kusur dile getirildiğinde sevilmediğimi hissediyorum. Bu durum size nasıl geliyor bilmiyorum ama bana sevilme karşısında sunulan bu koşulun işlevsel olmadığını düşündürüyor. Demek istediğim bu akşam aç kaldığını ifade eden ailem bir bakıma haklı ve bu sadece o akşamki yemek ile ilgili bir durumdur. Yemeği yakan bir anne ya da abla olarak ailemin beni sevmediği anlamına gelmez. Benim duygusal olarak varmış olduğum bu hüküm, eleştiren aile üyelerine karşı öfke veya üzüntü hissetmeme neden olur ve vermiş olduğum geri bildirim çatışma yaratır.

İnancım; “Eğer biri beni seviyorsa bana ilitifatkar olmalıdır.” Gerçekte olan ise: Bazı durumlarda insanların birbirlerine karşı, birbirlerini severek de açık ve dürüst olabilecekleridir.

Bir müddet sonra aile üyeleri beni öfkelendirmemek ya da üzmemek için gerçekleri söylememeye, her zaman nazik olmaya çabalarlar. Yani bana karşı yoğun bir tahammül süreci başlar. Bu sürecin sonunda onlar benim “Sevgi Kölelerim” olur.

Ben de onlardan daha fazla övgü alabilmek, nezaketlerini daha fazla görebilmek için kusursuz iş yapabilmek ve eleştirilmemek amacıyla aile üyelerimin “sevgi kölesi” haline gelirim.

Uçuşan düşüncelerimi derlemeye çalıştığım bu yazıyı beğenmezseniz sizi de sevmem.

Yorum Yapın

Navigate