Yakın tarihimizde gerçekleştirilen bazı yasal düzenlemeleri tetkik ettiğimizde ve bunları Türkiye’de yaşanan bir takım sosyal, siyasal hadiselerle birleştirdiğimizde karşımıza açıkça bir “ihanet tablosu” çıkıyor. Görünen o ki; bölünme yoluna yasal taşlar döşenmekte ve Türkiye bu yoldan uçuruma sürüklenmekte…
Biz burada, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Avrupa Birliği’nin dayatmaları neticesinde, özellikle son on beş yıldır yürürlüğe giren veya girmesi planlanan ve ülkemizde bölünmenin zeminini Bölünme Yasalarıyla oluşturan yasal düzenlemelerin can alıcı olan yerlerine kısaca değinmek ve tehlikeye dikkat çekmek istedik. İstedik ki çirkin oyunun, tehlikeli gidişatın önüne geçmek gayretinde olan Millet Davası savunucuları, millet düşmanlarının hain ataklarına karşı alınması gereken tedbirleri planlayabilsin…
3 Ekim 2001 Anayasa Değişiklikleri
Avrupa Birliği’nin talepleri ile Türkiye, 3 Ekim 2001 tarihinde 4709 Sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı maddelerinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun” kapsamında, Anayasamızın Başlangıç Metni ile 13. ve 14. maddelerinde çok önemli değişiklikler yapmıştır.
Özellikle Başlangıç Metninde yapılan değişiklik ile (ki anayasaların başlangıç metinleri, ait oldukları devletlerin temel felsefe ve ilkelerini belirler) her türlü şer düşünce ve mülahazanın açıklanmasının ve yayılmasının, bu düşünce ve mülahaza suç sayılacak bir faaliyete dönüşmediği sürece, “Türk milli menfaatleri, Türk varlığının devleti ve ülkesi ile bölünmezliği esası, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliği” temel ilkeleri karşısında tehdit olarak kabul edilmeyeceği ve suç sayılmayacağı kararlaştırılmıştır.
Öte yandan 13. ve 14. maddelerde yapılan değişiklikleri Başlangıç Metni’nde yapılan değişiklik ile birlikte ele aldığımızda, tehlikenin asıl boyutları ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;
13. madde değişikliği sonrasında, kişi temel hak ve hürriyetlerini kullanırken, Anayasa’da o temel hak ve hürriyetin kullanımını düzenleyen maddenin metninde, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin… korunması” ibareleri ayrıca ve açıkça yazmıyor ise, bu hak ve hürriyetin kullanımı sözü edilen değerleri açıkça ihlal etse bile, artık suç olmaktan çıkarılmış oluyor. Oysa değişiklikten önce, “Devletin ülkesi ve milletiyle…” başlayıp devam eden bu korunma kriterleri tüm hak ve hürriyetlerin kullanımında “genel sınırlandırma” ilkesi idi. Yani hak ve hürriyetleri düzenleyen maddelerin her birinde bu ibarelerin ayrıca ve açıkça yazılı olması aranmazdı.
14. maddede yapılan değişiklik ile de temel hak ve hürriyetlerin kullanımının “dil, ırk, din, mezhep ayrımı yaratarak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla olamaz” hükmü kaldırılmıştır. Böylece milli menfaatlerimize güvence teşkil eden bir sınırlandırma maddesi daha tamamen yok edilmiştir. Oysa yaşanan tarihi gerçekler bize şunu çok iyi göstermiştir ki, “devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” en ciddi tehdit, dil, ırk, din ayrımı yapanlardan ve devletin yapısını bu temeller üzerine şekillendirmek isteyenlerden gelmektedir.
İkiz Yasalar
Kamuoyuna “İkiz Yasalar” olarak yansıyan düzenlemeler, iki ayrı uluslararası antlaşmanın TBMM’de iki ayrı yasa ile onaylanmasıdır. Öncelikle belirtmeliyiz ki, bu sözleşmeler anayasamıza göre iç hukuk hükmündedir. Yani yasal olarak bağlayıcıdırlar ve başka bir yasa ile çelişkili olduklarında da onların yeğlenmesi gerekir. Bu sözleşmeler;
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme
Türkiye bu sözleşmeye uzun bir süre katılmamış ancak 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamıştır. AKP Hükümetinin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra 2003 yılında da TBMM tarafından kabul edilmiş 18 Haziran 2003 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Sözleşmenin en çarpıcı maddeleri şunlardır;
– Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Bu hak gereğince halklar kendi siyasal statülerini özgürce kararlaştırırlar.
– Bütün halklar kendi doğal zenginlik kaynaklarından özgürce yararlanabilirler.
Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Sözleşme
Diğer sözleşme ile aynı tarihte kabul edilerek yürürlüğe giren bu sözleşmenin en önemli maddesi şudur:
– Etnik, dinsel ya da dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup olan kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi dillerini kullanma haklarından yoksun bırakılamayacaktır.
Bugüne kadar, sözüm ona “Kürt Sorunu”nun çözümü gerekçesi ile verilen ödünler ve AB’nin dayatmaları, Kürt kökenli Müslüman Türk vatandaşlarımızı da fiilen azınlık statüsüne sokmuştur. Her ne kadar 2. sözleşmenin 27. maddesinde Türkiye,
“Lozan Sözleşmesi’nin hükümlerine aykırı olmamak” kaydı şartını koymuş ise de, Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Yahudi olmak üzere üç azınlığın varlığı kabul edilmiş, Müslüman azınlık olmadığı belirtilmiş idi.
Oysa Türkiye’de sürekli yeni azınlık yaratma sevdasında olanların, hatta Alevi vatandaşlarımızı bile azınlık gibi göstermeye çalışanların olduğu göz önüne alındığında, bu sözleşmelerin kabulü ile ülkemizin başına ne türlü bir belanın açıldığı daha iyi anlaşılacaktır.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı
Bu kanun, Avrupa Birliği, IMF ve Dünya Bankası’nın isteği ile gündeme gelmiş ve 2003 yılının Nisan ayında Bakanlar Kurulu’ndan tasarı olarak geçmiştir. Bu tasarı ile Türkiye’nin tüm idari yapısı alt üst edilerek aşağıda belirtilen kuruluşların çıkarlarına göre biçimlendirilmiştir. Buna göre:
Bölge Kalkınma Ajansları (Belediye, Dernek ve Odalar şeklinde) kurulmakta, Devletin özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile ortaklaşa çalışması öngörülmekte, Merkezi Devletin yetkileri ve faaliyetleri “piyasa” lehine kısıtlanmaktadır.
Geçici hükümlere göre ise; Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlıkları’nın taşra teşkilatları İl Özel İdareleri’ne devredilmektedir. Başka bir deyişle, bu bakanlıklar artık yetkisiz kılınmaktadır.
Ayrıca belediyelere ve belediye sınırları dışında ise İl Özel İdareleri’ne, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün görev ve yetkileri devredilmektedir.
Bu bağlamda 25 Ocak 2006 yılında kabul edilerek 8 Şubat 2006 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan Kalkınma Ajansları’nın Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 3. maddesine göre; bu ajanslar, bölgeler esas alınarak kurulacak, tüzel kişilikleri olacak, özel hukuka tabi olacaklar ve kamu hukuku alanı dışında bırakılacaklardır. Böylece, devletin yetkilerini kullanarak kamu malları üzerinde bu ajanslar söz sahibi olmakta, bu yolla merkezi devlet yönetiminin görev ve yetkileri sınırlandırılarak yerel yönetimlere devredilmektedir. Buna karşılık yerel yönetimlerin görev ve yetkilerinin sınırlandırılamayacağı kanunen hükme bağlanmış olmaktadır. Bugün ilk etapta özellikle Van, Hakkâri ve Bitlis illerinde bu ajanslar (belediye, dernek ve odalar şeklinde) kurulmuştur. Seçilen iller dikkat çekicidir.
Yeni Türk Ceza Kanunu Düzenlemesi
Herkesin bildiği üzere Yeni Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi değiştirilmiş, böylece “Türklüğe hakaret” suç olmaktan çıkarılmıştır. Ayrıca 305. maddede yapılan değişiklik ile vatanın bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve rejimine yönelik suçların bir kısmının kovuşturulmasının, yalnızca Adalet Bakanı’nın izni ile olabileceği hükme bağlanmıştır. Yine 76. ve 77. maddelerinde yapılan değişiklikler neticesinde ise, yoruma dayalı olarak, terör ile mücadele eden güvenlik güçleri için adeta Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nin yolu açılmıştır.
Yeni Türk Ceza Yasası ayrıca yeni bir takım suçlar ve cezalar öngörmüş olup, konulan bazı hükümler içinden çıkılamaz, mevcut hükümlerle çelişkili, hatta uygulanması olanaksız biçimdedir. Dolayısı ile seksen yıldır oluşan Yargıtay İçtihatları’nın büyük bir kısmının artık anlamı kalmamıştır. Yargıçlar bu içtihatlara bakarak karar vermek yerine, artık yeni hüküm kurmak zorundadırlar.
İstinaf Mahkemeleri
5234 Sayılı ve 26 Eylül 2004 tarihli yasa ile kurulması kararlaştırılan üst denetim makamı niteliğindeki İstinaf Mahkemeleri, Avrupa Birliği’nin dayatması olup, oradan gelen istek üzerine öncelikle Diyarbakır, Ankara ve Erzurum’da kurulmaları kararlaştırılmıştır. Öyle ki Diyarbakır İstinaf Mahkemesi’nin binası, AB fonları ile yaptırılmıştır.
AB, ne hikmetse, kurulması yönünde bize adeta baskı yaptığı bu mahkemelerin, AB üyesi diğer ülkeler için sakıncalı bulduğunu beyan etmekten bile çekinmemiştir. Zira çok iyi bilmektedirler ki bu yolla bir devletin varlığının en başta gelen koşullarından biri olan “hukuk birliği” ilkesi yerle bir olacaktır. Ve ortaya tıpkı Federal Devlet yapılanması bir görüntü çıkacaktır ki, böylece federal hukuk düzeninin yanı sıra federe devlet hukuk düzeni de yerleştirilmiş olacaktır.
Yeni Anayasa Taslağı ile Ne Hedeflenmektedir?
Ülkemizin bölünmesi yolunda atılan adımlara örnekler olarak sunduğumuz tüm bu yasal düzenlemeler Batı ve AKP tarafından yeterli görülmemiş olmalı ki, bilindiği üzere yeni anayasa kabulü uzun süreden bu yana ülke gündeminin en önemli meselesi haline getirilmiştir.
Hemen ifade etmiş olalım ki, yaygın anlayışa göre “Bölünme Anayasası” olarak da tanımlanan bu Anayasa Taslağı’na egemen olan anlayışın kabul görmesi halinde, Türkiye’nin AB’ne üyelik statüsü elde etmesi ile birlikte (ki, bu aşamaya gelinebilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vermesi beklenen ödünler yüzünden zaten hukuki varlığından söz edilemeyecektir), Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sahip olduğu bazı yetkilerin AB’nin yetkili organ ve kurumlarına devri kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan, yine bu Taslak’ın kabulü halinde, Devlet’in varlığının temel felsefesini ve ilkelerini ortaya koyan “Başlangıç Metni” de hukuken artık geçersiz olacak, bu yolla Millet, Anayasal korunmadan yoksun bırakılacaktır.
Sonuç Olarak
Toparlayacak olursak bugün gelinen noktadan bakıldığında;
2001 yılında anayasada yapılan düzenlemeler ve yeni anayasa taslağı ile yapılması düşünülen değişiklikler,
İkiz Yasalar’ın her halkın kendi kaderini belirleme hakkını tanıması ve öngördüğü diğer hükümler,
Merkezi denetim yetkilerinin, yerel yönetimlere,
Türk ve yabancı özel sektöre devri ile ilgili yasal düzenlemeler,
Dil ve benzeri konularda verilen ödünler,
Yargı birliğinin bozulması,
Özelleştirmeler yoluyla kamu varlıklarının (bunların çoğunun askeri ve ekonomik anlamda stratejik kuruluşlar olduğu göz ardı edilerek) yabancılara adeta bedava dağıtılması ve son olarak daha geçtiğimiz günlerde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’daki 25 AKP’li, 8 CHP’li, 4 HDP’li ve 3 MHP’li vekil tarafından, Türkiye’de neredeyse tüm kamu kurumlarının satılmasına karar verilmesi,
Tüm bunlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok oluşa götürecek ve en ince ayrıntısına kadar planlanmış çok sinsi bir bölme planının, aşama aşama hayata geçirilmekte olduğunu göstermektedir.
Son müşahhas (somut) örnek Türkiye’yi parçalamak niyetinde olduğunu gizlemeyen, Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi gerektiğini beyanlarıyla açıklayan bir şahıs şimdi cumhurbaşkanı başdanışmanı olarak atanabilmektedir.
Nihayet 15 Temmuz 2016 Darbe Kalkışmasını da bu perspektiften değerlendirdiğimizde; Kalkışmanın mimarları ABD, kendi eserleri olan ve iktidar sahiplerinin yardım ve yataklığı sayesinde devletimizin kılcal damarlarına kadar sızmış F. G. yapılanmasını, başarısız olacağı önceden tasarlanan bir kalkışma bağlamında OHAL ile Kanun Hükmünde Kararnameleri’nin insafına terk etmiştir. Emperyal odakların kırk yıllık emeklerini feda edişleri şüphesiz boşuna değil!
Ülkemizin bölünmesine yönelik bugüne kadar yapılan yasal düzenlemeler dikkate alındığında, başarısız darbe girişiminin kaotik ortamı buna eklendiğinde, ayrıca Türk Silahlı Kuvvetleri’nin böylesine zaafa düşürülmesine bakıldığında; muhalefetin adeta sıfırlandığı dönemde; ilaveten arkalarına da büyük halk desteğini aldıklarını, hatta itirazı olanın vatan haini ilan edileceğini bildiği bu korku döneminde, tüm bu yasal düzenlemelerin son altın vuruşu yapılmak üzere: “Bölünme Anayasası”nın, İktidarda olan AKP Hükümeti tarafından kabulünü sağlamak ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne doksan yıllık Sevr’i uygulatmak.
Çözüm mü? Çözüm, bu aziz Milletin derhal uyanarak Millet’in milli kadrolarını demokratik yollardan ezici bir çoğunlukla iktidara getirmesidir. Yasama ve yürütme yetkisine haiz olacak bu kadroların yukarıda ele almaya çalıştığımız tuzak yasal düzenlemeleri ulusal çıkarlarımıza uygun olarak, Türk Milleti’nin varlık ve bekasına hizmet edecek şekilde yeni baştan düzenlemesinden ve bunları ehliyetle pratiğe dökmesinden ibarettir.
Türk Milleti için hiçbir şey imkânsız değildir.