TEHCİRE GİDEN YOL: ANADOLU’DA ATILAN DÜĞÜM

Arş. Gör. Burak BINARCI

(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü)

  1. Düğüm Atılıyor

Ermenilerin Osmanlı Müslüman Türkleri ile arasının nasıl açıldığı aynen bir tahterevalli oyununa benzemektedir. Doğu Anadolu Ruslar için sıcak denize (Akdeniz’e) inmenin yeni yolu olunca bölgede çıkarılacak istikrarsızlıklar ve karışıklıklar Osmanlı’nın oradaki gücünü zayıflatacağından dolayı karlı bir Rus yolu idi. Hasta adam son günlerini ona gözünü dikmiş büyük güçlerin plan ve politikaları dahilinde geçiriyordu. Çarlık Rusya ise bölgede Ermenilerden yana ağırlığını koyunca denge bozulmuş devletin kurucu unsuru olan Müslüman Türkler huzur ve barış seviyesinden çok uzaklaşmış ve Ermeni komiteciler aldıkları dış destek ve cesaret sayesinde bölgedeki düzlemin en etkin unsuru haline gelmiştir. Rusları Hindistan yolundan uzak tutmaya çalışan İngiltere ise Rus politikasına engel olmaya çalışmış ama bu hareketin sadece “Rus” kısmına engel olmuş “politika”yı kendi devralmıştır. Yani Ermeniler komitecilerin eylemleri çoğunluk Müslüman Türklerin varlığından daha ağır basmıştır. Bu ağırlık, kendilerinden çok üçüncü elin yaptığı baskıdan kaynaklanıyordu.     

Sahadaki çatışmaların-isyanların yanı sıra Devlet-i Aliye’nin en büyük problemi propaganda idi. Propagandalar sadece Ermeni Patrikliği ile sınırlı kalmıyor, birçok üçüncü el de aktif propaganda tarafı haline geliyordu. Örneğin Ermeni halkının durumu abartılı birer iç katliam görüntüsü ile dünyaya yansıtılıyordu. Nüfus meselesi ise başka propaganda malzemesi idi. Amerikan tarihçi Justin McCharthy’ye göre Amerikan misyoner raporları Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ermenilerin sayılarını bildirirken rakamları arttırıyor, hatta kimi zaman iki katına çıkarıyordu. Diğer yazarlar ya da kurumlar da genelde Ermeni Kilisesinin rakamlarını kullanıyordu. Raporlar rakamlarını ya Osmanlı istatistiklerinden ya da Ermeni Kilisesi dokümanlarından alıyordu.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermeniler bölgede bağımsız bir devlete ulaşabilmek için nüfuslarının çoğunlukta olması gerektiğinin farkına varmışlardı. Osmanlı kayıtları “Osmanlı Ermenistanı” olarak geçen Vilayet-i Sitte’de (Bugünkü adlarıyla Van, Erzurum, Bitlis, Sivas, Diyarbakır ve Elazığ’da) % 17 oranında bir Ermeni nüfustan bahsederken Ermeniler bu durumu aşmak için pratik bir yol bulmuştu. 1912’de Paris’te Krikor Zohrab tarafından yazılan bir kitapta, Osmanlı Müslüman nüfusu Türkler, Çerkesler, İranlılar, Lazlar, Çingeneler, yerleşik ve göçebe Kürtler olmak üzere etnik temelde sınıflandırılmıştı. Ayrıca diğer dinler başlığı altında da Kızılbaşlar, Zazalar, Yezidiler ve Keldaniler olarak kategorilendirilmişti. Bu sınıflamaların ardından kendi rakamları ile 1 milyon Ermeni (bu rakam Osmanlı kayıtlarında 785.000’dir) 660.000 Türk’ten daha fazla nüfusa sahip oluyordu. Halbuki Osmanlı kayıtlarında Müslüman nüfus 3.174.000 idi. Osmanlı için etnik temelli nüfus yapısından bahsetmek mümkün değildir. İki unsur vardı: Müslüman ve Müslüman olmayan nüfus. Bu bağlamda, Ermeni nüfusu 1 milyon olarak kabul edilse de çoğunluğu oluşturamıyordu. Sonuç olarak demografik temelde bir “Osmanlı Ermenistanı”ndan bahsetmek mümkün değildi.

 

“Ermeni İsyanlarını Başlatabiliriz”

Berlin Kongresi sonrasında Ermeni Patrikhanesi bölge Ermenilerini teskin etmek yerine Osmanlı’ya karşı tahrik etmiştir. En cesur ifade ise Patrik’in İngiltere’nin İstanbul sefirine, “Batı’nın dikkatini çekmek için Ermenilerin isyan etmesi gerekiyorsa pekala Ermeni isyanlarını başlatabiliriz” demesidir. Zira Kongre’de bölge azınlıklarının durumunu iyileştirmek üzere reform yapma yükümlülüğü Osmanlı Devleti’nin üstüne atılınca tahterevallinin Ermeni tarafı biraz daha ağırlaşmaya başladı. Berlin Anlaşması uyarınca ortaya konan reform yükümlülüklerini yerine getirme konusunda İngiltere Osmanlı’ya baskı yapmaya başlamıştı. Hatta bu baskılar birkaç adım daha ileri giderek yerini tehdide bıraktı: Kıbrıs Anlaşması’na göre olası bir Rus tehlikesine karşı hasta adamı korumak üzere Kıbrıs’ın kontrolü mevzilenmek üzere İngiltere’ye verilmişti. İngiltere eğer Osmanlı gerekli reformları yerine getirmezse bir Rus tehlikesi karşısında Osmanlı’ya yardım etmeyebileceğini ifade etti. Ancak bu tehdit de Osmanlıyı söz konusu ıslahatlar konusunda ivedi davranma konusunda harekete geçiremedi. Uzunca bir süre bir reform planı hazırlık çalışmaları yürütüldü ve nihayetinde ortaya konan plan yine diğer devletlerce yeterli görülmedi. Tüm bunlara rağmen İngiltere ne Kıbrıs’tan çıkmıştır ne de Kıbrıs Anlaşması’nı Lozan Barış Anlaşması’na kadar feshetmiştir.

İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasının değişimi karşısında Osmanlı yüzünü Çarlık Rusya’ya dönmeye niyetlendi. Ancak birkaç yüzyıldır devam eden mücadeleler ve Rusların niyetlerin göz önünde bulundurulduğunda bu yönelimin çok da gerçekleşebilir olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Nitekim de öyle oldu. 19. yüzyıl biter 20. yüzyıl başlarken Osmanlı diğer merkezi devletlerle; Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Almanya ile politik işbirliğine girmeye başladı.

Politikanın dış kısmında bunlar olurken iç kısmında ise Ermeniler yeni bir dönem başlatıyordu. Uzunca bir süre Patrikhane önderliğinde örgütlenen Ermeniler artık yeni kurulan partilerin yönetiminde eylemlerine yön veriyordu. İlk olarak 1885’te Van’da Armenakan Partisi kuruldu. 1887’de İsviçre’nin Cenevre kentinde Hınçak daha sonra da Tiflis’te Taşnak Partisi kuruldu. Özellikle son ikisi Ermeni eylem ve isyanlarının organizatörü olarak görev yaptı. Bunlardan da daha başarılı olanı kuşkusuz Taşnak idi. Zira Ermenice Daşnaksutyun’dan gelen Taşnak “federasyon” anlamına geliyordu. Zamanla Hınçak Partisi de etkinliğini yitirerek Taşnak şemsiyesi altına girmiştir. 23 Aralık 1893’te “The Congregationalist” adlı Amerikan gazetesinde Amerikalı misyoner ve eğitimci olan Papaz Cyrus Hamlin Hınçak Partisini, Rus kökenli, Rus altını ve malzemeleri ile yönetilen ve amacının Türkleri Protestan Hıristiyanlar ve Protestan Ermenilere karşı kışkırtmak olan bir kuruluş olarak anlatmıştır.

 

Türklere Karşı Silahlı Mücadele

Hınçak ve Taşnak Partileri’nin programları genel hatları itibariyle Ermenilere Osmanlı’ya karşı silahlı mücadele çağrısı yapıyordu. Bu partiler hem Marksist hem de son derece milliyetçi idi. Milliyetçilikleri Balkanlardaki Yunan ve Bulgar milliyetçiliğini örnek alarak ilerliyordu. Fakat Yunanistan’daki Yunan ve Bulgaristan’daki Bulgarlar gibi bulundukları bölgede çoğunluk nüfusuna sahip değillerdi. Aksine Ermeni nüfusunun fazla olduğu iddia edilen Vilayet-i Sitte’de %17’lik bir Ermeni nüfusu vardı. Ermeni Kilisesi ilk başlarda dinden uzak olan bu Marksist partilere destek vermiyordu. Fakat bu partiler gerektiğinde kendi soydaşlarına ve din adamlarına da şiddet uygulayarak hemen hemen tüm Ermenilerin desteğini topladı. Bu konuda Merzifon Amerikan Kolejinde görev yapan Amerikalı misyoner Papaz George E. White Ermenileri iki gruba ayırarak duruma açıklık getirmiştir. İlki “Türk Hükümetine karşı vefalı davranmalıyız, ihtilal yapmamız doğru olmaz” diyen devlete sadık Ermenilerdir. Diğeri ise “Türk Hükümetini devirene kadar her türlü suikasta ve halkı galeyana getirmeye devam etmeyi” hedefleyen gruptur. İkinci grup amacına ulaşmak için birinci gruptakileri de önce tehdit edip sonra suikast listesine dahil ederek kendilerini Ermenilerin tek temsilcisi haline getirmiştir.

Ermeni isyanları devletin ıslahatları yerine getirmediğini iddia ederek ve dış devletlerin de yardımını alabilmek için birçok kez mahalli nitelikte olaylar olarak vuku buluyordu. Amaç bağımsız bir Ermeni devletine kavuşmaktı. Ama Ermeniler dışında herkes bunun gerçekleşemeyeceğini çok iyi bilmekteydi. Hem dış güçler buna müşterekçe izin vermez hem de bir devlet kurulsa dahi onun geleceği çok şüpheliydi. Çünkü Prof. Dr. Justin Mcarty’nin ifadesiyle Osmanlı sınırları içerisinde nerede bir Ermeni devleti kurulursa kurulsun Ermeni nüfusu asla o devletin çoğunluğunu oluşturamayacaktı. Bunun için ya oradaki Türklerin bölgeden sürülmesi ya da yok edilmesi gerekiyordu. Nitekim isyanlar boyunca hep bu iki yol hedeflenmiştir. Söz konusu isyanlardaki eylemler ve bu eylemlere müdahaleleri bol abartılı bir şekilde basına aksettirerek kendi “dava”larına güç katıyorlardı. Sasun İsyanının ardından büyük devletler Osmanlı’ya karşı ıslahatlar konusunda müşterek girişimde bulunarak Ermenileri daha da cesaretlendirmişti. Sasun isyanı Ermenilere yönelik Batı desteğini ortaya koyan önemli gelişmelerin de göstergesi olmuştur. New York Herald adlı Amerikan gazetesinde yayımlanan bir yazıda, Avrupa’nın yaptığı incelemede Ermenilerin isyanda yabancı ülkelerden gelen tahrikçiler ile birlikte çalıştığını, asilerin İngiltere’den gelen modern silahları kullanarak Müslüman halka her türlü baskı ve eziyeti uygulayarak düzenli askeri birliklere direnerek dağlara sığındığı ifade edilmiştir. Bunun yanında askeri birliklerle Ermeni ayaklanmasına karşı koymaya çalışan aşiretler de payına düşen zulümle karşılaşmıştı. Aşiret liderlerinden biri olan Ömer Ağa’nın yeğeni isyancılar tarafından diri diri yakılmıştı. Yine Sasun olaylarından sonra Associated Press’te yayınlanan bir yazıda isyancıların amacı “Türkleri kışkırtarak, Türklerin Hıristiyan dünyasını şoke edecek katliamlarda bulunmasına zemin hazırlamak” olarak ifade edilmişti.

Ermeni isyancılar tahterevallinin ağır basan tarafında olmanın tadını almışlardı ve artık daha açık hareket etmeye başlamışlardı. Osmanlı Devleti için 19. asrın sonu ve 20. asrın başı bir yanda toprak kayıplarıyla yüzleşerek bir yandan da Ermeni isyanları ile geçiyordu. Devletin isyanları bastırmada çok etkin olamaması Ermenileri bir kez daha cesaretlendiriyordu. Çünkü devletin muktedir bir hali yoktu. Büyük güçlerin etkisi ve müdahalesi altında isyanlar sonucu çoğu kez failleri affetmek zorunda kaldı. Hatta Sultan Abdulhamid’in makam aracına suikast amacıyla bomba koyup patlatanlar dahi affedildi. Birçok isyancı da sahip oldukları ikinci vatandaşlık sayesinde yargılanmaktan kurtulmuştu. Sınır dışına çıkıp Amerika’ya ulaşan Ermeni önderlerinden bir kısmı Amerikan vatandaşlığına girip Amerikan pasaportu ile Osmanlı topraklarına geri dönüyordu. Oysa 19 Ocak 1869 tarihli Osmanlı Vatandaşlığa Kabul Kanununun 5. ve 6. maddeleri şunları söylüyordu: “Hükümetin izniyle yabancı bir ülkeden vatandaşlık alan bir Osmanlı vatandaşı yabancı olarak kabul edilir ve muamele görür. Eğer bunun tersine hükümetten izin almadan başka bir ülke vatandaşlığına girerse bu vatandaşlık hükümsüz kabul edilir ve Osmanlı vatandaşı olmaya devam eder. Hiçbir Osmanlı vatandaşı herhangi bir şekilde kendisine yabancı vatandaşlık alamaz. Ferman ile bu izni alanlar istisna. (5)” “Fakat hükümet kendi başına izinsiz başka bir ülkenin vatandaşlığına geçen veya yabancı bir ülkenin askeri hizmetine giren birisinin vatandaşlığını iptal edebilir (6).”

Birinci Dünya Savaşı başladığında Ermeniler isyanlarını arttırmış ve Rus kuvvetlerine rehberlik-ajanlık yapmaya başlamıştı. Osmanlı ordusunun ikmal ağlarına zarar veren stratejik noktalarda isyanlar ile ordunun gücü zayıflatılıyordu. Bunun yanında önemli miktarda Ermeni birliği ya Rus kuvvetleri dahilinde ya da onların planları içerisinde Osmanlı ordusu aleyhinde hareket ediyordu. Söz konusu isyanların ardından Osmanlı hükümeti bölgede Osmanlı topraklarını ve ordusunu rahatlatmak için Ermeni Tehciri kararını almıştı. Bu hareket üçüncü elin düğümüne güç katıyordu. Zira devlet artık ne ile uğraşacağına şaşırmıştı: Üçüncü el ile mi yoksa üçüncü elin destekte sınır tanımadığı ve yine üçüncü elin desteğini almak için her yolu deneyen Ermeni isyanları ile mi? Düğüm atılmıştı bir kere…

  1. Körleşen Düğüm

Silahlı kuvvetler çarpışmaya başlamadan önce hasta adamın toprakları “imtiyaz sahaları” adı altında paylaşılmaya başlanmıştı. Büyük güçler kendi paylarının pazarlığını kendi aralarında yaparken “düğüm”de kullandıkları Ermenileri hesaba katmıyorlardı. Fransızlar Batı Anadolu’nun bir kısmı ile Suriye bölgesini, İtalyanlar Antalya civarını, Ruslar Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmını, Almanlar Bağdat demiryolu ve çevresi, İngiltere Fırat-Dicle, Irak petrolleri ile Irak’ı imtiyaz sahası paylaşıyordu. Ruslar Doğu Anadolu’ya Ermenilerin adına değil kendi hesabına göz dikiyordu.

Balkanlardaki milliyetçi gelişmelerin ardından yeni yüzyılda Ermeniler Osmanlı Devletinden ayrı bir devlet kurma hedefine daha çok sarılıyor ve Balkanlardaki milliyetçilerin izlediği yolları izliyorlardı: İsyan ve Müslüman halka baskı. Diğer yandan Berlin Anlaşmasının 23. maddesinden doğan Vilayet-i Sitte bulunan Ermenilerin durumunu iyileştirmek üzere yapılacak ıslahatlar konusunda ise Rusya’nın önderliğinde diğer büyük devletler ile Osmanlı arasında müzakereler sonucu bölge 2’ye ayrılıp, 2 yabancı müfettiş atandı. Bu müfettişlerin görevi yörenin idari ve adli denetimini sağlamaktı. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması bu planı askıya alıyor ve plan 31 Aralık 1914’te Osmanlı Hükümetinin beyanı ile son buluyordu.

Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu İngiltere ve Fransa’nın yanında yer almak istese de görüşmelerden beklediği sonucu alamayınca büyük savaşa Almanya’nın yanında yer alarak girdi. Savaş için seferberlik ilan ettiğinde Zeytunlu Ermeniler Osmanlı ordusunda yer almaya itiraz ederek isyan çıkardı ve bu isyan tehcir kararına kadar devam etti. Devlet savaşta olmasına rağmen bir kısım birliklerini bölgeye sevk etti.

Van’da çıkan isyan ise şehrin Rus işgaline uğramasına zemin hazırlamıştır. Van Valisi Cevdet Bey bunu 25 Mart 1915’te hükümete ilettiği raporda “Rus işgalini kolaylaştırabilmek için Ermenilerin Van’da büyük hazırlıklar yaptığını ve her tarafta birden isyan çıkarabileceğini” söylemişti. İsyanlar Muş’a da taşmış, neredeyse Vilayet-i Sitte’nin tümünde, hatta Maraş’tan Urfa ve Antakya’ya kadar olan bölge karışıklık içerisindeydi. İsyancılar harekete geçtikleri yerlerde Müslüman halka ve kolluk kuvvetlerine saldırıyor, askere alma ile görevli memurları hedef alıyor, cephane ve telgraf hatlarına zarar veriyorlardı. Eli silah tutan Türkler cephede oldukları için isyancılar daha rahat hareket etme fırsatı bulmuştu. Osmanlı ordusuna katılmayan asker kaçağı Ermeniler ya Rus kuvvetlerine yardım ediyor ya da onların ilerleyişine zemin hazırlıyordu. Ruslar da Ermenilere cevaben Müslümanlardan ele geçirdikleri silahları veriyor onları cesaretlendiriyordu. Rusya için Ermenileri yönlendirme gücünü kaybetmek savaşa giderken Doğu Anadolu’da erken yenilgi demekti. Nitekim Rus büyükelçisi 26 Kasım 1912’de Rusya’ya gönderdiği raporda “Ermeni Patriği Rusya’ya, Türkiye’deki Ermeni halkının kurtarılması için yalvarmaktadır. Her an düzensizlik ve ayaklanma ortaya çıkabilir. Eğer bir katliam meydana gelirse ve bu halkın militanları bizden destek alabileceklerine güvenmezlerse ‘Üç Devlet’e başvuracaklardır. Bu durumda biz şansımızı kaybederiz, fırsat Avrupa devletlerine geçer” demiştir.

Ermeni İsyanlarına Karşı Tedbir: Techir

Doğu Anadolu’da iki savaş yaşanmıştı. İlki Ruslarla Osmanlılar arasında ikincisi ise Ermeniler ile Müslümanlar arasında idi. Sınır boylarında cephede olması gereken Osmanlı silahlı kuvvetlerinin bir kısmı bu ikinci savaş için iç bölgelere kaydırılıyordu. Buna rağmen ikmal ve iletişim noktaları zarar görmüş olduğundan kuvvetler istenilen sonucu elde edemiyordu. Ağustos 1914’te Bitlis Valisi hükümete gönderdiği raporda “Henüz Ermeni halkı arasında bir isyan hareketinin görülmediği ancak Kars’a kadar gelmiş Rusların başarılarını bekledikleri, Türk askeri sınıra gönderildiği ve yöre askeri anlamda boş bırakıldığı an Ermenilerin isyan edebileceği” gerçeğini hükümete bildirmişti. Yine Erzurum Valiliğinden 13 Eylül’de hükümete gönderilen yazıda “Rusların Ermenileri kendi yanına çekmek suretiyle, Doğu Anadolu’da Türkleri zora sokmak için her an isyan çıkartabileceği ve bunun için her türlü maddi ve askeri yardımı yaptığı” ifade ediliyordu.

Sasun isyanı sonucunda Avrupa’nın fiili baskısı Bab-ı Ali’nin üstüne çekilemeyince Ermeniler 1895’te Hınçak komitacılarının kışkırtmaları ile yurdun birçok yerinde, özellikle Doğu Anadolu’da olaylar çıkardı. Kurban sadece Müslümanlar değil kendilerine destek vermeyen Ermeniler de payına düşeni alıyordu.

Van isyanına kadar Osmanlı Devleti bir takım küçük girişimlerle komitacıları engellemeye çalıştı. Ancak Zeytun’da patlak veren isyan hükümeti çok uğraştırmıştı. Olaylar Antep’e de sıçradı. Zeytun’u inceleyen Mutasarrıf Mümtaz Bey hükümete yolladığı 30 Mart 1915 tarihli yazısında, “Zamanında Ermenilerin Müslümanları baskı altına alarak yöredeki hem demografik hem de maddi gücü ele geçirmesi soncu Müslümanlar ya göçe zorlanmış ya da varlıklarının bir kısmını Ermenilere devretmek zorunda kalmıştır. Ermenilerin bu gücünü kırmak için onların yöreden nakledilmesi gerektiği”ni belirtmişti. Bu dönemde zaten Osmanlı Hükümeti isyancıların etkinliğini azaltmak için toplu halde bir arada bulunan Ermenilerin dağıtılmasını düşünüyordu. Bunun üzerine Hükümet Zeytun ve Antep civarındaki zararlı gördüğü bazı Ermenileri Konya’ya göç ettirme kararı alsa da Konya civarında oluşan/ oluşacak yeni bir Ermeni kaynaşmasını ve kalkışmasını fark ederek bundan vazgeçti. Zeytun’daki ayaklanma bir türlü bastırılamayınca da Dahiliye Nazırı Talat Paşa 6 Mayıs 1915’te Maraş Mutasarrıfına gönderdiği gizli bir emir ile Zeytun’daki Ermenilerin tamamının başka bir bölgeye göç ettirilmesini istedi.

Söz konusu emirden önce ise ordu içi sorunu halletmek için ordu içindeki Ermeniler silahlı görevden alınıp inşaat gibi geri iş bölümlerine aktarılmıştı. Ermeni liderleri takibe alındı. Ayrıca 24 Nisan 1915’te ise Dahiliye Nezareti tarafından Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, evraklarına el konulması ve komite liderlerinin tutuklanması kararı alındı. En büyük tedbir ise bugün tehcir diye bilinen; savaş bölgesinde orduya güçlük çıkartan Ermeni ahalisinin harp sahasına bitişik vilayetlerden harp sahası dışındaki alanlara, Irak’ın kuzey batısına ve Suriye’ye sevk ve iskan kararı alınmıştır. Karar Heyet-i Vukela tarafından geçici kanun olarak alındı. Eylül 1915’te meclis açıldığında kanun meclisten geçmiştir. Kanun uyarınca Ermeniler yerleştirildikleri yerlerde nüfusun %10’undan fazlasını oluşturmayacak ve bir arada 50’den fazla Ermeni hanesi bulunmayacaktı. Ayrıca göçe tabi tutulan Ermenilerin yol harcamaları ve ihtiyaçları devlet bütçesinden karşılanacak, taşınabilir eşyalarını götürebilmeleri sağlanacak, taşınmazların ise değeri belirlenip bedelleri sahiplerine iletilecekti. Ermeniler yeni yerleşim birimlerine gidene kadar mal ve can güvenlikleri devlet kuvvetlerince sağlanacaktı. Tüm bunlar özel komisyonların çalışmaları ile yürütülecekti. Bunların yanında bölgelerin özelliğine göre göç edenlerin Bağdat Demiryolu hattının en az 25 km uzağına yerleştirilmesi, yeni Ermeni köyleri arasında en az 5 saat uzaklık olması gibi bir takım özel tedbirlerin uygulanması da öngörülmüştü.

Söz konusu tehcir sırasında kayıpların yaşanması yaklaşık 100 yıldır Türkiye’nin karşısına çıkarılan soykırım iddialarının temelini oluşturmaktadır. İddialar Ermeni kayıplarını 500.000’den 1.500.000’a kadar çıkartmaktadır. Oysaki Osmanlı kayıtlarına göre o tarihte göç eden 702.900 Ermeni vardı ve göç yolunda Ermeni kayıpları ise yaklaşık 300.000 civarındaydı. Kayıpların ciddi oranını salgın hastalıklar ve açlık oluşturuyordu. Her savaş için en gaddar katil hastalıklar ve açlıktı. Nasıl Osmanlı ordusu Rus ordusu karşısında geri çekilirken Müslüman nüfus zorluklar yaşadıysa Ermeniler de Ruslar geri çekilirken ve Osmanlı tarafından göçe tabi tutulduklarında bu zorluklarla karşılaşmıştı. Devletin o dönemki imkansızlıkları ve yetersizlikleri de hesaba katılınca bu olumsuzlukların bir nebze daha arttığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Tabi ki bunun yanında Türkler tarafından katledilen Ermeniler de yok değildir. Her ne kadar devlet bu konuda önlemler alıp, gerekli cezaları uygulasa da bu olayların önüne tam olarak geçememiştir. Tehcir esnasında Ermenilere karşı olumsuz eylemlerinden dolayı yaklaşık 1.400 kişi mahkemelere sevk edilmiş ve bunların bir kısmı idam edilmiştir.

Müslüman nüfusun asla tehcir sırasında Ermenilerin can ve mal güvenliğinin aleyhine davranışlarda bulunmadığı nasıl saf bir gerçeği ifade etmiyorsa, Türklerin Ermenilere karşı soykırım uyguladığı iddiası da tutarlı bir ifade değildir. Yukarıda bahsedildiği gibi ortada bir savaş vardı, hatta savaşın içinde bir savaş. Ermeniler Osmanlı tebaası olsa da Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında hep Osmanlı aleyhine girişimlerde ve eylemlerde bulunmuştu. Tehcir bu girişim ve eylemlerin cevabı idi. Ya da başka bir deyiş ile savunma araçlarından biriydi. İzmir ve İstanbul gibi önemli şehirlerdeki Ermeniler göç kapsamına alınmamıştı. Bir diğer deyişle hedef tüm Ermeni ırkı değildi. Sadece ordunun ikmal ve iletişim ihtiyaçlarının Ermenilerce sıkıntıya düşürüldüğü ve Müslüman halkın güvenliğinin aleyhine davranan isyancıların bulunduğu yerlerdeki Ermeniler göçe tabi tutulmuştu. Kaldı ki bu da yine Osmanlı sınırları içerisinde gerçekleşen bir durumdu, Irak’ın kuzey batısı ve kuzey Suriye Osmanlı toprakları idi.

Devletin savaş dönemindeki savunma reflekslerinden biri olarak gerçekleştirilen tehcir, bölgede düzen ve otoritesini tesis edemeyen devlet için en ulaşılabilir planlardan birisiydi. Diğer yandan bölgedeki ayrılıkçı isyanlar üzerinde otoritesi ve kontrolü kaybolan devletin, tehcir sırasında Müslüman halkın bir kısmının yine bir kısım Ermenilere karşı işledikleri toptan organize özelliği taşımayan bireysel ya da grupsal nitelikteki suçlar üzerinde de otoritesi yoktu. Savaş, çökmekte olan devleti sıfır noktasına yaklaştırıyordu. Devlet-i Aliye düğümün körlüğünü mecburen uyguladığı tehcir politikası ve bunun sonucunda aleyhinde ortaya çıkan propagandalar ile daha da sıkılaştırıyordu. Dış ortam ve içerideki çözülmüşlük tüm bu süreci var gücüyle hızlandırmıştı.

Devlet savaş ile aynı kaderi paylaşıyor, savaş bittiğinde fiilen o da sonlanıyordu. ASALA faaliyetleri hariç tutulduğu takdirde Ermeni sorununun silahlı kısmının devleti yıkan savaş ile birlikte sona erdiği görülüyordu. Diplomatik alan, savaş sonrası barış görüşmelerinden günümüze kadar sorunun yeni zemini haline gelmiştir.

Yorum Yapın

Navigate