Toplumsal çöküşümüze, yok olup giden ahlaki değerlerimize bakıp hep birlikte şu soruyu soruyoruz: “Nereye gidiyoruz?”
Şüphesiz çok bilinmeyenli, çok faktörlü bir soru bu. Toplumsal hayata etki eden,
“gidişatımızı” yönlendiren unsurların çokluğu kafamızın daha da karışmasına neden oluyor.
Geleceğimiz adına endişe ve sorumluluk hisseden herkes bu sorunun da cevabının da muhatabı durumunda.
İstersek sosyal medyanın, televizyonun, eğitim sisteminin, olumsuz örneklerin etkilerini sayıp kendimizi etkisiz bir konuma yerleştirip cevabın muhatabı olmaktan sıyrılabiliriz. Böylece, şikâyet etmeye ve kaygılanmaya devam eder, eleştirdiğimiz çarkın içinde yuvarlanıp gideriz. Oysa sorumluluğunu almadığımız bir durumu değiştirme şansımız da yoktur.
Özellikle gelecek nesiller için endişeleniyoruz. Ahlaki ve kültürel mirasımızı çocuklarımıza aktaramadığımızı, toplumsal bağlarımızın hızla zayıfladığını görüyoruz. Anne babaların değerleri ile çocukların değerleri ve öncelikleri giderek birbirinden uzaklaşıyor. Halbuki çocuk gelişimi ve eğitimi alanındaki çalışmalar ahlaki değerlerin aileden öğrenildiğini gösteriyor. Kohlberg’in ahlaki gelişim kuramı bu konudaki bilimsel yaklaşımlardan en çok bilinen ve kabul göreni. Bu kurama göre birey, çocukluk yıllarında ailesinden ve yakın çevresinden öğrendikleri ile sosyal gelişimini önemli ölçüde tamamlıyor. Yani çocuklar bebeklikten itibaren anne babalarını gözlemleyerek, model alarak hayatına yön verecek değerleri, davranışları kazanmaya başlıyor. Daha sonra öğretmenler ve yaşanılan çevrede görülen, beğenilen büyükler örnek oluşturuyor. Bu konudaki kritik nokta söylenenlerle yapılanlar arasındaki tutarlılık. Büyüklerin sözleriyle davranışları arasında çelişki olması çocukların doğruyu ve yanlışı ayırt etmelerini güçleştiriyor. Böyle bir çelişki varsa söylenenlerin değil yapılanların kalıcı etkiler bıraktığını ve çocukların çok iyi gözlemciler olduğunu unutmamalıyız. Duruma ve kişisine göre davranmak, menfaati ile çeliştiğinde doğrularından vazgeçmek, yakalanmadığı sürece kuralları çiğnenebilir görmek bu çelişkinin en acı sonuçlarından. Kısaca ne söylediğimizden çok ne yaptığımız etkiliyor ahlaki gelişimi. Çocuklar anne babalarının ayak izini takip ediyor. Öğütlerimiz de genellikle bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyor.
Öyleyse anne babalar olarak sorgulamaya önce kendimizden başlamamız lazım. İnandığımız, savunduğumuz değerlerin ne kadarını yaşıyoruz? Dürüstlükten, yardım severlikten, saygıdan, alçak gönüllülükten, ahlaktan özlemle bahsederken kendi payımıza düşen “örnek olma” sorumluluğumuzu ne kadar yerine getiriyoruz? Bu sorulara verdiğimiz cevaplar tam da “nereye gidiyoruz” sorusunun yol haritasına karşılık geliyor. Söyleyip yapmadıklarımız, bilip yaşamadıklarımız, önemsemediklerimiz, çizdiğimiz rotadan ne kadar saptığımızın göstergesi. Nereye gittiğimizin de habercisi.
Tabii ki toplum hayatını etkileyen tüm unsurların iyileştirilmesi, kalıcı ve uzun vadeli politikaların oluşturulması gerekir fakat bireyin ahlaki eğitiminde ailenin rolü çok büyük. Bu yüzden önce kendimizden başlamak, sonra ailemize ve yakın çevremize iyi, doğru, güzel, ahlaklı davranışların tohumlarını yaymak zorundayız. Çünkü ‘sen değişirsen, dünya değişir’.
HİKAYE
Çok eskiden ülkenin birinde genç bir kral yaşarmış. Kral bir gün neşeli neşeli gezerken yoldaki çakıl taşları ayaklarına batmış. Sızlayan ayaklarını tutarken bütün öfkesiyle:
“Yarın bütün şehir deriyle kaplatılacak.” diye bağırmaya başlamış.
Herkes telaş içinde;
“Aman kralım yapmayın ne olur. Bütün şehri nasıl deriyle kaplatırız.” dese de nafile, kral dinlememiş ve “Bana karşı mı geliyorsunuz!” diye bağırmış. Kralın öfkesinden korkan halk böyle bir şeyi nasıl yapacaklarını düşünmeye başlamış fakat işin içinden çıkamamışlar.
Halk böyle telaş içindeyken kralın soytarısı olan bitenden habersiz gezinmekteymiş. Bütün halkı üzgün görünce ne olduğunu sormuş. Olayı öğrenince de kahkaha ile gülmeye başlamış ve kralın fikrinin komik olduğunu söylemiş.
Bunu duyan kral çok kızmış, hemen soytarıyı çağırtmış ve ona;
“Bana daha iyi bir seçenek göster. Yoksa şimdi kelleni uçurtacağım.” demiş.
Soytarı hiç beklemeden cevap vermiş:
“Kralım sizi anlıyorum ama bütün şehri deriyle kaplatmaktansa neden sadece ayaklarınızı deriyle kaplatmıyorsunuz?”
Kralın öfkesi bir anda dinmiş, keyifle gülmeye başlamış. O gün şehrin en iyi deri ustası çağrılmış, kralın ayak ölçüsü alınmış ve kralın ayağına uygun şahane bir ayakkabı yapılmış.
Ayakkabıların böyle doğduğu söylenir.
Bütün ülkeyi deriyle kaplayamayabiliriz ama işe ayağı kaplamakla başlayabiliriz.
HİKAYE ALINTIDIR