AİHM KARARI NE ANLAMA GELİYOR?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi’nin, 22 Aralık 2020 tarihinde vermiş olduğu “derhal tahliye” kararı, Türkiye gündemin ön sıralarına oturmuştur. AİHM, HDP eski Eş Genel Başkanlarından Selahattin Demirtaş’ın, muhalif bir siyasetçi olarak siyasi amaçlarla ve hukuka aykırı bir şekilde tutuklandığına karar vermiş ve hak ihlali sebebiyle Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasına hükmetmiştir.  

Bilindiği gibi aralarında Demirtaş ve Yüksekdağ’ın da olduğu 9 HDP milletvekili; “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, silahlı terör örgütü üyesi olmak, örgüt adına suç işlemek” gibi suçlardan 2016 yılında tutuklanmıştı. AİHM, 20 Kasım 2018 tarihli ilk kararında Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasına karar vermiş, ancak Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın “karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” açıklamasının ardından tekrar tutuklama gerçekleşmişti.

Büyük Daire, 20 Eylül 2019 tarihli ikinci tutuklamanın, Demirtaş’ın 4 Kasım 2016 tarihli ilk tutukluluğunun devamı niteliğinde olduğunu vurgulayarak, hala bu nedenle tutuklu olan Demirtaş’ın derhal serbest bırakılması gerektiğine yeniden hükmetmiştir.

Biraz geçmişe dönersek Türkiye, 18 Mayıs 1954’te AİHM sözleşmesini onaylamış, 28 Ocak 1987’de de bireysel başvuru hakkını tanımıştır. Mahkemenin zorunlu yargı yetkisini ise 28 Ocak 1990’da kabul etmiştir. Söz konusu Sözleşme, Avrupa Konseyi üyesi 47 devlet tarafından onaylanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalayan ülkelerden biri tarafından Sözleşmede ve Ek Protokollerde belirlenen haklarının ihlal edildiğini düşünen herkes mahkemeye başvurma hakkına sahip olmuştur.

A.İ.H.S 35. maddesine göre başvuru sahibinin iç hukuk yollarını tüketmesi ve kesin karar tarihinden sonra 6 ay içinde mahkemeye başvurması gerekmektedir.

AİHM’in, Demirtaş hakkındaki kararının ardından açıklama yapan Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve İçişleri Bakanı Sayın Soylu, Sayın Bahçeli özetle; bu kararın tanınmayacağını, iç hukuk yollarının tüketilmeden bu başvurunun yapıldığını, AİHM’nin çifte standartlı ve siyasi bir karar verdiğini, Demirtaş’ın PKK ile bağını kesmediğini pek çok katliam ve terör eyleminden sorumlu olduğunu ifade etmişlerdir.

AB/D’nin kucağında doğan PKK ve onun TBMM’ deki siyasi uzantıları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümetlerinin ve özellikle AKP Hükümetinin yanlış politika ve yasal düzenlemeleri ile güçlenmiş ve kuvvet bulmuştur. Avrupa Birliğine Uyum yasaları adı altında düzenlenen ve imza altına alınan yasaların büyük bir kısmı (Özellikle İkiz Yasalar adı altında onaylanan yasal düzenleme), “etnik kimlik sahibi yurttaşların bölünerek federal bir yapıya kavuşup kendi özerk bölgelerini ilan etme” isteğinin alt yapısını hazırlamıştır. Bu amaçla Anayasa’da değişiklikler yapılmıştır.  Öte yandan, AKP tarafından yürütülen açılım süreci, “analar ağlamasın” söylemiyle eşkıya ile kol kola çekilen zılgıtlar, terörist başının Batı’dan gelen emir ve talimatlar doğrultusunda korunup kollanması, Habur’da kurulan çadır mahkemeleri tiyatrosu, Oslo’da sürdürülmüş görüşmeler, PKK ile bağlarını hiç kesmeyen HDP milletvekillerinin hala bu milletin meclisinde sandalye işgal edebiliyor ve bu milletin vergileri ile besleniyor, korunuyor oluşu gibi onlarca yanlış politikalar, AİHM’nin bugün verdiği kararın cesaret verici sebepleridir. Yani alınmış olan kararın temelinde, Türkiye’yi yönetenlerin yaptıkları yanlışların büyük payını görmezden gelemeyiz! Çözümün hamasi nutuklarla olamayacağını da görmek zorundayız!

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendisine yapılan dayatmaları bertaraf edebilecek potansiyele elbette sahiptir. Ancak ülke yönetiminde olanların bu idrak içerisinde ülkeyi yönetmeleri; Türkiye’yi bir Hukuk Devleti haline getirmeleri, adaletin bütün mekanizmalarını işletmeleri, ekonomide, iç ve dış politikalarda milli çizgiden ayrılmamaları, kararlı, tutarlı, caydırıcı, her yönüyle güçlü, ileri bir Türkiye’yi organize etmeleri şarttır.

 

 

Yorum Yapın

Navigate