FERASETİN İFLASI, FELAKET TACİRLERİNİ AZDIRIR

Merhum Cemil Meriç, Mağaradakiler kitabının başında ne demişti?

“Hey ne sırıtıyorsun? Anlattığım senin hikâyen!” Bu sesleniş bugün için insanlığın adeta bütün hayat ve kaynaklarına hükmeden batılıya idi. Ama inanın, ben de utancın katmerli balçığında ibadet zannıyla debelenirken, suratıma inen bir tokat gibi hissettim bu asil sözü. Üstüme aldım, alınmadım. Payıma düşen çok şey var içinde… Çünkü sırıtan olmasak da ağlayanız biz.

Mert ve yiğitten bir tokattı atılan. Suratımda ve yüreğimde ağrısını hep hissederim. “Ağlama be adam, ayağa kalk! Zulmün keyfiyle semirenlerin yaptıklarına mani ol” diye anlıyorum.    

“Kendini uyandır, aklını lütuftan ihsana tırmandır” der gibiydi hikâye!

Heyhat, ben yaşlandım amma sanki yaşamadım! Anlamlı bir varlık kılamadım kendimi. “Öldürmeyeceksin” ama vakti gelince de “Öleceksin” diyen hakikati çok çiğnedim. Bunun için ne kavgam, ne sükûnetim, ne de barışım adam gibi olmadı!

Necis işler ve beldeler benim eserimken, beton putlarımdan emân dilerken kendisi olmuşları hiç duymadım. Tüketerek büyümeyi (haşa) iman şartı haline getirmiş kapitalist bir düzeni kabûlün sadık bir mensubu olarak hep teslimiyet gösterdim.

 

KENDİMİZ OLMAK

‘Kendin Ol’ demedim, ‘Bana gel’ dedim herkese. Palazlanmış halimin sarhoşluğuyla, kurtuluşa, gelişmeye yönelik hiçbir yolu göstermedim. Seçenlerimi kuyruk olmaya mahkûm kıldım. “Kurtuluş yolu budur, ben de esaretin yolcusuyum” demedim. ‘Kurtaran benim’ dedim. İlâhlık taslarcasına ben kurtuldum ki kurtarıcıyım!’ dedim. Sapmış benzerlerimle, azgınlıkları kahramanlık halinde sundum. Akıl yollarını kapattım, nakil yollarını bulandırdım. Bunun içindir ki, uyuşturucusuna bağlanarak tapınan bir serkeş gibi asırlık mirasa eklemeler yaparak sürünürüm. ‘Manevî kılıklı şirklerimle’ kendimi en yüksek makamda sandım, hâlâ da sanmaktayım!

***************

Niye “bir şey ve kendin olmuyorsun?” gibi sorularla uğraşayım ki, dedim!

***************.

Batı çiğner, doğu ise çiğnenir! Bense hem çiğnenirim, hem de debelenirim. Ardından halkımı sükunet için çiğnerim. Hakikatten ve hakikatin gerçek dünyasından, ilimden kopukluğun şirkini, çirkinliğini yaşatırım. İlmin ışığından sakınarak, batıl bir iman ve küflü ibadetlerle gerçek halimi örtmeye, gizlemeye çalıştım. Her tekrarım budur!

Anlamama yeminiyle bunun için taşlaştım. Bundandır telaşım, eldir sırdaşım!

***************

Akıl; doymuş akılsa hem geçmişi, hem de geleceği iyi görür, anlar ve öngörür. Aklın bilgisi, imanın tevhidiyle insan dolambaçları bile görebilir. Aklın gözü keskinse, dağın ardına bile nazar etmek yeter. Buna feraset denir, yakını zayi etmeden uzağa görsel erişim denir. Göz görülesi hakikati görmeyince, aklın nasibi karanlık olur!

Böylece feraset iflas eder, felaketin tacirleri kârlı görünür bize! Esiri oluruz cehaletin.

 

GÜCÜN ÖRTTÜĞÜ SUÇA ORTAK OLMADAN…

Doğuyu, batıyı ve dünyayı bir bütün halinde anlamış bir kafa, mesulü olduğu nimeti güzel sunabilir. O zaman ne kendi acımız, ne de insanlığın acısı bu kanlı kerteye gelmezdi. Gücün örttüğü suç; var olacaklara ve sahih insan olması gerekenlere bunun için bugün korku veriyor. İlâhî korkuyu ve çabayı kendine rehber edinip ‘fikriyle direnişte bulunanlar’ acaba ne zaman kendi milleti ve insanlık tarafından görülüp, anlaşılacak? Yaralar birlik içinde ne zaman tedavi edilecek? Millî potansiyeli tek bir güç haline kim getirecek?

Dert bizimse, dermanı da bizden olmalı. Fermanı da bize has olmalı. Siparişle kurtuluşun olmayacağı, kölelik getireceği tarihi bir hakikattir.

Öyleyse arınalım, silkinelim ve insan olmanın hakikatiyle buluşalım. İnsan kalmak isteyenlerle el ele olalım. Biz, doğruyla doğrulmadan, sefaletimiz ferasetimize yol vermez.

İmanın tepesine çıkarılmış ibadeti; doğru yerine taşıyıp, imanı takip eden bir güzellik haline getirmeliyiz. O zaman ibadet değerli olur. Yoksa imanı ahlakıyla kıymetli bir değer haline getiremeyiz. Çünkü dinimizde ibadet vardır ama “İbadet Dini” diye bir din, bizim dinimiz değildir! Din, en önce akletmeyi emreder. Faaliyetlerimizin idrakle, idrakin de doğru bilgiyle bütünleşmesini gerektirir. İdrak ise; bilgiyle başlayan, fikrî bir zenginliğe ulaştıran, çabayla ziyadeleşen ferdi aydınlıktır. İdrak olmadan şuur oluşup gelişemez. İnsan eksik kalır. Bununla beraber insan, imanıyla asalet ve anlam kazanır. Sahih bir iman için ibadet; tahkik ve teslimiyetle varlığına sığınılan yaratanı tazimdir. İman, tescil; amel, tamirdir. İman, bir yanıyla; doğruları anlayıp, birleştirebilecek düşünce yetkinliğidir. Sorumluluktur. Kendimizi ve dünyayı doğru bilmek, sapmadan izlemektir. İlmin ışığını imana katmak ilk vazifemizdir. Sonrasında irademizi adil bir hayat için işbaşı yaptırabiliriz. Yoksa cehalet, zulme saltanat sağlar. Yalan katığımız, dert ise dostumuz olur.

 

KATIĞIMIZ ‘DOĞRU’ İSE; HUZUR, DOSTUMUZ OLUR

Ne gibi mi? Mesela;

*Yabancı Teknolojisinin ürünü olan telefonu, bir çuval paraya alıp keyifle kullanmak,

*İş makinalarıyla yol yapmak,

*Onun arabasıyla o yollarda ve köprülerde gezinmek,

*Onun ilacıyla ve bilgisiyle sağlıklı yaşamayı arzulamak,

*Gözlüğüyle görmek, ayakkabısıyla yürümek, eşofmanıyla spor yapmak,

*Onun uçağına binmek, onun yaptığı havaalanlarına inmek,

*Havaya alan yaptırıyoruz da bindiğimiz ‘hangi kuş bizimdir’ ki demeden, aslan postuna bürünüp kükrüyoruz?

*Demek ki önce aklımız, sonra edebimiz işgale uğradı! Dilimiz boya küpüne renkli yalanlar için bandırıldı.

*Utanılacak bir gerilik içinde olduğumuzu niye görmek istemiyoruz!

*Bununla gururlanıp, yolların nerelere vardığını kestirememek; utanılacak şeylerden sakınmak, derdimiz olmalı değil midir?

Evet! Hem muhtaç, hem de kırbaç olmanın hafifliği boş kafaları sevindirik yapar. Vakit heyecanın ve galeyanın vakti değildir! Vakitsiz söz, cellatların vakitsiz halline sebep kılınır.

Bulmadan, bilmeden hayata hiçbir şey katmadan gelişmişlere adeta yük haline gelerek varlık sürdürmenin cevabı ne şahlanmakla ne de efelenmekle verilebilir. Gereken, gerçeğimizi doğru bellemektir ve gerilikten kurtaran tedbirleri almaktır.

Sırıtan batıysa, halinden arlanmayan ve utanmayan da biziz, biz! Bizi yok sayan, biz! Bizi sandıktaki bir kâğıt parçasından ibaret sayan, biz! Millî Gücü oluşturmayıp, küresel güce hizmet eden, biz! Sahiciliği kârlı sayacak (ilim ve siyasette), millet mensubiyetine muhtacız.

‘Gelişmişler bunca şeyleri yaparken, ben niye yanlışlar yaptım, niye çağa uygun şeyler yapmadım?’ diyerek üzülmüyoruz.

 

GÜDEN BİR Mİ, GÜDÜLEN BİN Mİ BÜYÜKTÜR?

Harabesine dönüp tüneyen baykuş olmamak için, elin yaptıklarıyla kendimizi gelişmiş sanıp havalanmasak bari… Önce akıllarımızı yetkin kılalım, bakışımızı kuşatıcı bir büyüklüğe erdirelim hele… Sonra gelişerek kalkınalım bir. Öyle konuşalım, ama tevazuuyla… Tahrik de etmeyelim, vakitsiz de ötmeyelim! Aklına mukayyet olan, diline de ülkesine de mukayyet olur. Başını belaya sokmaz.

Unutmayalım ki; güden bir, güdülen binden büyüktür. Bir devlet büyüğümüzün söylediği; “Dünya beşten büyüktür” sözü; doğru görünse de özü çürüktür, içi boştur. Güç ve sömürü üzerine bina edilen ittifakın (BM) tarifi, duygularla değil, devlet adamlığı mesuliyetiyle saf edilir. Tahrik ihtiva etmemeli. Rakamların ağırlığı, içine konulan değerlerle, kazanımlarla ve güçle ifade edilir. Yoksa ilk mektep talebesine sorulan sorunun cevabı gibi mütalaa edilirse (iç siyasette tatmin amaçlı ise), ülkenin başı ağrır. Bunu en iyi, siyasilerin bilmesi gerekir. Milletine baş olma keyfiyetine erenler, anlamları kaydırma hakkına sahip değildir. Önce onlar kadar olursun, sonra da onların yaptığı haksızlıkları yapmayarak hak ve adalet üzere gerekeni yaparsın. Bir vatandaş olarak sorumluluk üstlenenlere bunları hatırlatmak selametimiz içindir, katkı ve dua niyetinedir.

Yoksa akıl gözümüz kör olur. Tarih ise körleri çöpüne göndererek yutar!

Dirisine güç vermeyenin ölüsüne vereceği, mezarındaki ağaca bir çaput bağlamaktan başka ne olabilir ki? Hep de yapageldiğimiz gibi…

Gelin çaput bağlamaktan ve çaput olmaktan ilk vazgeçen biz olalım!

Ama “Hakikatin İzi” ne yönelmeyi ve o izde yürümeyi de unutmayarak…

Yorum Yapın

Navigate