İMANIN TA KENDİSİ

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in ashabından bir kısmı ona sordular:

“Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz.”

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

“Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?” diye sordu. Oradakiler “Evet!..” deyince: “İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez)”dedi.”[1]

Okuduğunuz bu hadis Mişkâtü’l-Mesâbîh[2]’in iman bölümünde Ebu Hüreyre radıyallahu anh’ın (v.58) rivayet ettiği bir hadisi şeriftir.

İnsanın hayatta olmanın doğal seyrinde karşılaştığı, onu tefekküre sürükleyen olaylar karşısında, bir fanusa kapatılan ateş böceklerinin cama kıvılcımlarla çarpması gibi, aklının ve gönlünün içinde ateş parçaları çarptığını hisseder. Neden ve niçin soruları o an içinde bulunduğu belirsizlik hissinden fırsat bularak zihin duvarlarına çarpan kıvılcımlar olur.

Aslında bu hisler ve terefekkür anları insanın iman ve teslim olma ihtiyacının can bulduğu anlardır.

İşte böyle anlardan birinde, bu hadis ile karşılaştığında içinize su serpilir. İnsan, kendisini tüm maddi ve manevi yönleriyle bilen yaratıcının varlığını tasdik ile rahatlar; bu sözün, Allah’ın nebisinin vicdan, akıl dolu sözleri olduğuna aklı ve gönlüyle kanaat getirir. Zira hadisi şerifte bir grup ashap denildiğinde kast edilen Peygamberimizi (sav) ömrünün bir döneminde görmüş ve iman etmiş kişiler değil, sürekli Peygamberimiz (sav) çevresinde bulunup imanı ve imana bağlı amelleri öğrenmeyi hedefleyen şuurlu ve seçkin bir gruptur.[3]

Bu seçkin kişilerin bile akıllarından geçen bazı sorularla nasıl baş edeceklerini bilemedikleri anlar yaşadıkları anlaşılıyor. Bizim de aklımızda kelam ilminin dairesinde kalan ve sonu gelmeyen sorularla mücadele etmek zorunda kalmamızın hoşgörüyle karşılanacak, hatta tefekkürün ve imanın kıvamının artmasına vesile olması münavebesinde takdir de edilecektir.

Hadisi şerifin metninde en dikkat edilmesi gereken husus Peygamberimize hisleri ile ilgili endişesini ileten sahabenin “söylenmesinde büyük vebal” olduğu bilincinde olmasıdır. Bu bilinç dairesinde olunduğu müddetçe, insanoğlunun aklının doğası gereği oluşan bu sorular ile mücadelesi ve bu düşünceler ile amel etmenin imana zarar vereceğinin farkında olunması, Peygamberimiz (sav), “imanın ta kendisi, halis iman” olarak tanımlanmıştır. Bu farkındalık kâmil bir iman ve İslâm bilincinin neticesidir. Hadis sarihlerinin ileri gelenlerinden olan el – Hattabi de hadisin açıklamasını bu şekilde yapmıştır.[4]

İman Doğaldır

Akaid, düğümlemek manasındaki “akd” kelimesinin çoğuludur. Gönülden bağlanılan, kesinlikle karar verilen, düğüm atmışçasına kat’iyyetle inanılan şey manasına gelmektedir. Gönülden bağlanmaya ve kesinlikle karar vermeye ‘itikad’ denir. ‘İman’ da aynı manaya gelir.[5]

İmanın bir gönülden ve düğüm atmışçasına sıkı bir bağ ile bağlanmak olduğunu bildiğinizde, bu manada en doğal şey olduğunu hissedersiniz. İnsan mutlak bir güven ile inanmadan yaşayamayacak bir manevi[6] yapı ve maddi kısıtlama ile dünyaya gelir. Dünyaya gelen bebeğiniz yaşayabilmek için beslenme gibi maddi ihtiyaçlarının giderilmesi yanında şefkat ile kucaklanmaya da muhtaç olarak açar gözlerini. Sonra da büyüdüğü süre boyunca kendisine bakan ve sevgi gösterenlere sorgusuz sualsiz bir güven ile bağlanır. Bu bağ öyle kuvvetlidir ki öz annesi – babası olsun olmasın kendisinden büyük olan çevresinden gelen tüm bilgilerin doğru olduğuna güvenerek yaşar. Çocuğunuz büyürken sorduğu sorularda imanın ilk filizlerini de görmeniz kaçınılmazdır.

Gönlünüzde şu anı canlandırmaya çalışın; dört yaşındaki küçük kızınıza ne zamandır istediği saka kuşunu hediye ediyorsunuz. Minik ellerine sakayı aldığında, heyecandan ve mutlulukta gözlerinin dolduğunu görüyor ve içinizi huzur kaplıyor. O anda kızınız: “Baba, bu kadar küçük bir hayvanın nasıl kalp atışı oluyor? Ve ben onu elimde tutunca nasıl sıcaklığını, yumuşaklığını ve narinliğini hissedebiliyorum? Nasıl onu bu kadar çok sevmek ve korumak isteyebiliyorum?” sorularını art arda sıralayınca ona “Allah” demek istiyorsunuz. İşte inanmak böyle doğaldır, o kadar ki iman etmeden bir iç huzuru bulunması mümkün değildir.

Şimdi de 5 yaşındaki oğlunuz ile çamaşır makinesini çalıştırmakla meşgulken hayal edin kendinizi. Oğlunuz makinenin kapağı kapandıktan sonra neler olacağını meraklı sorularla soruyor size. Nasıl makinenin sıcak suyu ve yıkama süresini ayarladığını, durduğunda nasıl kapının açılmasına izin veren bir mekanizma olduğunu merakla soruyor. Sorularına yanıt veriyorsunuz ve bu soruları sorabildiği için oğlunuz ile gurur duyuyorsunuz. Sonra size diyor ki; “Anne, geçen gün dünyanın güneşin etrafında dönüşünü okumuştuk ya, bu makine aslında onun gibi, değil mi? Makineyi talimatlara göre kuruyoruz ve süre bitene kadar çalışıyor. Yani güneşi ve dünyayı böyle çalışması için biri kurmuş olmalı.” deyince ona Allah demek istiyorsunuz. İşte inanmak böyle doğaldır.

Yine çocuklarınızı düşünün, birlikte araba yolculuğu yaptığınız sırada bir tepe boyunca ilerlerken aşağıdaki köyde görünen binaların perspektifinin görüş açınıza göre nasıl değiştiğini, güneşin ve ayın sizin güzergâhınızda her an konum alışını izleyip hayret ile kendi aralarında konuşuyorlar, size yukarıdaki fikirlerle gelen çocuklarınız bu kez de “Anne eğer aynı şeylere bakıyorsak, biz yer değiştikçe nasıl farklı görünüyorlar, gördüğüm şeylerin şekli ve boyutu, ayın biz gittikçe gökyüzünde hareket edişi nasıl oluyor?” diye soruyor. verdiğiniz cevaplar onların küçük zihin aleminde öyle hayret verici ki ikisi birden şöyle diyor: “O zaman gözlerimizle gördüklerimiz bizi yanıltabilir, doğru olanı bulmak için sadece gözlerimiz ile gördüklerimiz yetmeyecek”. Bu cümle de size her ne kadar akıl ve duyularımız vasıtasıyla bilgi edilmemiz mümkün ise de yanılmamızın kaçınılmaz olduğunu, hakikatin peygamberler vasıtası ile bize iletilmesinin çok mantıklı olduğunu izah etmeniz için bir imkân sağlıyor. Ve… görüyorsunuz ki küçük çocuğunuz büyük bir samimiyet ve arzu ile iman ediyor.

Bunlara benzer çocuk sorularını ve anne baba cevaplarını çok duymuşsunuzdur. İşte bunlar çocuğun bir yaratıcıya inanma, yönelme ihtiyacını, dünyayı ve yaratılışı anlama, yaradan ulaşma çabasını, sonunda da yaratıcıya ilişkin bilgilere ancak bir nebi vasıtası ile alınabileceğine doğal olarak inandığı sürecin örnekleridir. Sağlıklı bir insan zihni ve bedeni nasıl konuşmayı, yürümeyi, yazmayı öğrenmek üzere yaratılmış ise iman etmeyi de öğrenmek üzere yaratılmıştır. Çocuklar, soyut zekasının geliştiği dönem olan altı, yedi yaşlarına yaklaştıkça sordukları sorularda bunu görürsünüz. Yürümeye hazırlanan bebeğin yavaş yavaş kendi bedenini kontrol etmeyi, emeklemeyi ve sonunda da yürümeyi öğrenmesinde nasıl bir doğallık, önünde durulamazlık var ise insanın iman etmesi de böyle doğal bir ihtiyaçtır ve öğrenilmesi kaçınılmazdır.

İman Şekil Alır

“O halde sen hanif olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzerine yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğı bilmezler.”(Rum 30/30) ayeti kerimesini okuduğumuzda imanın insanın doğuştan sahip olduğu bir yeteneği, bir özelliği olduğunu görürüz.

Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde fıtrat kelimesinin, insan kişiliğinin çevresindeki etkenlerden bağımsız olarak var olan özünü ve bütün insanlar için ortak olan gelişim kapasitesini belirtmek üzere kullandığı görülür. Her insanın geliştirdiği kişilik özellikleri bu fıtrattan beslenir. Her canlıda kendine özgü olarak var olan kabiliyetler gibi insanlarda da maddi ve manevi kabiliyetler vardır. Kuşun uçabilmesi, arının bal yapabilmesi, tırtılın koza oluşturup kozadan çıkabilmesi nasıl kendi fıtratlarının gereği ise insanın da iman kabiliyeti vardır.

Hz. Peygamber’in (asm.),“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) hadisi de doğuştan gelen iman kabiliyetinin ve hanif olma eğiliminin bir açıklamasıdır. Ancak doğası gereği inanma ve güvenme ihtiyacında olan insanın bu imanını, en başta çevresinde güvendiği kişilerden edindiği bilgiler şekillendirir.

Hanif kelimesi Kur’an dilinde, her türlü şirk izinden arınmış, tanrı inancına sahip olan, sapkınlıklardan uzak duran, kısaca tevhid inancına samimiyetle teslim olup yalnız Allah’a kulluk eden manasına gelir. (bkz. Bakara 2/135). Her ne kadar fıtratımız hanif olmak üzere ise de insan zihninin soyut zekasının geliştiği ilk yıllarda hiçbir sorgulama yapmadan kendisine iletilen bilgilere inanması kaçınılmazdır. Sorgulamadan inanma dönemi, çocukluk evresinin en önemli gereğidir ki, çocuk bu şekilde hayatta kalabilir.

Çocukluk çağında, yaşadığı çevrenin kendisine bildirdikleri doğrultusunda iman şekil alır. Delil istemeden, derin bir tefekkür gerekmeden, sadece çevresine duyduğu güven neticesinde şekil alan iman “taklili iman”dır.[7]

Bir yetişkin olmaya başlanılan ilk gençlik yıllarında, insan kendini mantıksal sorgulamaların kaçınılmaz olduğu bir dönem içinde bulur. Bu da fıtratımızın bir gereğidir. Aslında hanif kalabilmek için fıtratımızın insana tanıdığı kaçırılmaz bir fırsattır da diyebiliriz. Kuşak çatışması denilen vakıa da çocuğun, mantıklı, kendi sorumluluğunu üstlenebilen bir birey olma tekâmülünde bir basamaktır. Kişiliğini bulma ihtiyacında olan, bir bağımsız birey haline gelmeye başlayan kişinin manevi dünyasını da olgunlaştırmaya başladığı süreçtir.

İşte o zaman yeniden başa döner insan zihni, çocukken annesine babasına, fıtratı gereği sorduğu kelam ilmi dairesine giren sorular artık daha sağlam ve bağımsız bir mantıkla sorgulanmak zorundadır. İlk iman eden sahabelerin çocuk denecek gençlerden ve zamanının en dürüst kamillerinin[8] de aralarında bulunduğu, sistemin adaletsizliğine boyun eğmek istemeyen fakir ve kölelerden oluştuğunu görme sebebimiz de sorgulama sürecinin gençlerde ve sıkıntıya duçar olmuş kişilerde kaçınılmaz bir ihtiyaç olmasından kaynaklanır. Elbette ki gençlerin kaçınılmaz olarak yaşadığı bu asi sorgulamayı çevresi her zaman kabul edemez.

İyiyi ve Kötüyü Ayırt Etme Vasıtası Olarak Akıl

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve sorumlu kılan yönü “bilebilme” yetisidir. İnsanın fıtratında var olan bilme ve bilgi üretme kabiliyeti ile diğer varlıklara karşı elde ettiği üstünlükten Kur’an-ı Kerim’de[9] bahsedilir.[10]

 “Ve (Allah) Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların ismini bana söyleyin, dedi. Cevap verdiler: ‘Sen bütün eksikliklerden uzaksın, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen ve hikmetle yapan sensin ”(Bakara 31 -32) ayeti kerimesi ile insanın bilen bir varlık olarak vurgulanmasını yanı sıra bilginin kaynağına da işaret edilmektedir.

Allah insanı bilgi varlığı olarak yaratmış, bilgi elde edebilmesi için de maddi ve manevi unsurlarla donatmıştır. Beş duyu ve aklı insana bahşetmiştir. Kur’an’da hakki bilgiye ulaşmada aklın kullanılmasının önemine sıkça işaret edildiği görülmektedir. Akıl tek başına bir bilgi kaynağı olmasa da bilgiye ulaştıran bir güç ve kabiliyettir.[11]

Kur’an-ı Kerim’de akletmeyi ve tefekkürü emreden ayetler ile doludur.[12] Kur’an-ı  Kerim’de sık sık “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[13] sorusu ile insanın tefekküre davet edildiğini okuruz.

Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde düşünen bir topluluk için elbette nice deliller vardır.” Bakara 2/ 164 ayeti kerimesinde insanı karşılaştığı her vakıa karşısında tefekkür etmek ile imana ulaşabileceğini bildirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği olan akıl ve mantık yoluyla bilgi edinme ve sonuca ulaşabilme, öğrendikleri arasında düzgün bir illiyet rabıtası kurarak gelişme kabiliyeti, iyi ile kötüyü ayırt etme vasıtasıdır.

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)? (Bakara 2 / 170) mealindeki ayeti kerimeyi okuduğunuzda ise insana, ana babasının öğrettiklerinden, içinde bulunduğu toplumun genel geçer kabullerinden, örf ve adetlerinden öğrendiklerini, akıl süzgecinden geçirmesinin hatırlatıldığını görürüz. Bu ayeti bilip, imanına ve geleneklerin öğrettiklerine ilişkin sorular ile karşınıza gelenlere anlayış ile yaklaşmamak olmayacaktır. Zira içinde bulunduğu toplum değerlerini, tefekkür etmeden kabul eden iman taklidi iman olarak tanımlanır ve arzu edilen taklid değil tefekkür ile imandır.[14]

“O kimse, kainatı müşahede ettikten sonra Allah’a inanmışsa mü’min’dir, yoksa değildir.” cümlesi dayanağını Kur’an-ı Kerim’de akletmeyi emreden ayetlerden alır ve İman-ı Azamdan naklen İmam Maturidi’nin sözüdür.[15]

Taassuptan ve kibirden arınmış, sadece hakikate ulaşmak gayesine yönelmiş olması şartıyla, akıl süzgecinin imana ulaşmaktaki yeri Kur’an-ı Kerim’de takdir edilmiş ve peygamberimizin hayatında da gerçekleşmiştir.

*****

 

İyiyi ve Kötüyü Ayırt Etme Vasıtası olarak Kalp

Çocukken fark edilen ilk bilgiye ulaşma sorunlarından biri olan doğru bilgiye ne vasıta ile ulaşılabileceği sorunu kelam ilminin de cevaplandırdığı imanın en temel sorusu olarak karşımıza çıkar. İyinin ve kötünün ayrıd edilmesinde, doğru ve yanlışın seçilmesinde şaşmaz bir bilgi kaynağına ihtiyaç duyar zihnimiz.

Matematik dersinde hepimiz öğretmenimizden şuna benzer bir söz duymuşuzdur: “eksik bilgi = yanlış sonuç”. Problem çözmeyi öğretmeye çalışan kişi ilk olarak öğrencilerine soruda verilmiş olan hiçbir bilginin gereksiz olmadığını ikinci olarak da her biri veriyi adım adım, yerli yerinde kullanmazsa matematik problemini çözemeyeceğini öğretmeye çalışır. Böylece daha çocukken bir soru varsa, önce doğru ve yeterli bilgi edinmek ve bu verileri yerli yerinde kullanmak gerektiğini de kavramış olursunuz.

Çocukluk çağında iken hiçbir çıkar gözetmeksizin saf bir iman ile Allah’a yaklaşır insan. Zaman zaman, insan hayatta kalma mücadelesi içinde peşinden koşulan maddi çıkarlar ve rahat yaşama arzusu, içinde bulunduğu toplumun öğrettikleri ile şekillenen mantık karar vermek ve çocuk kalbinin saflığı ile karar vermek arasında bir mücadele verilmesine sebep olur. İşte o zaman kalp ile bulduğunu aklı ile yitirmeme sınavı başlamış demektir.

İyi ile kötünün ayırd edilmesinde, hatta imana ulaşılmasında akıl bir güç ve kabiliyet iken, gücünün verdiği sarhoşluğa kapılıp, kontrolünü kaybedebilir ve tüm hakimiyeti ele almak isteyebilir. O an şu hadisi akla getirmenin vakti gelmiş demektir:

“-Vâbisa ibni Ma’bed[16] radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi:[17]

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna varmıştım.

Bana: “-İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.

Ben de: “-Evet yâ Rasûlallah!” dedim.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bana şunları söyledi:

“- Kalbine danış.

Kalbin danış sözü ile kast edilenin ne olduğunu hadisin devamında “Bir işi yapman için başkaları sana binlerce fetva verse bile, onlara aldırma! Sen fetvayı kalbinden al! Kalbinin vereceği fetvaya uy!” sözleri ile açıklanmıştır. Kalbe danışmak ise herkesin sıradanlıkla ve kolaylıkla yapabileceği bir şey değildir. Bunun için saf ve kişisel çıkarlarının ötesindeki değerleri gözeten bir anlayış beklemek gerekir.

İnsan olarak herkes önce kendi çevresi nezdinde sonra da kendi benliği nezdinde kendini değerli bulmak ister. Değerli olmayı belirleyen de iyi ve doğru olan eylemleri gerçekleştirme kabiliyeti ile belirlenecektir. Kendisi ve içinde bulunduğu toplumu ileriye götürecek, iyi olanı, güzel olanı seçtikçe insan kendinde bir değer bulmaya başlayacaktır.

İyi ve güzel olanı seçmenin karşılığı ise elbetteki her zaman yaşam içinde kendini derhal belli etmeyecektir. İnsanın en temel arzularından olan adalet duygusu, iyi ve doğru olanı yapmasının bir karşılığı ve değeri olmasını ummasına neden olur. İşte bu adalet arzusu imanın doğallığına, fıtriliğine neden olan en önemli sebep olarak kendini gösterir. Hiç kimsenin kınamasından çekinmeden[18] ve karşılaşılacak maddi zahmetten çekinmeden iyi olanı seçme kudretini veren imandır. Eğer iman ediyorsa, o zaman iyiliklerinizin toplumda takdir edilmesine ve maddi imkânlar sağlamasına ihtiyaç duymayacak bir olgunluğa ulaşmak ile bizatihi değerli addeder insan kendini.

İman sahibi olanlara Kur’an – ı Kerim’de Allah’ın (cc) vaad ettiği de bu iyiyi bulma kabiliyetidir.

“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırd edecek bir anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. (Enfâl sûresi: 8/29)

Ahirete İman Doğaldır

İyiyi ve doğruyu değerli bulan kişinin, başına gelebilecek sıkıntılardan ve adaletsizlikten çekinmeden yapması nasıl mümkün olabilecek sorusu itikadi manada başka bir temel inanç sorusu ile karşı karşıya bırakır bizi.

Adalet duygusu, adaletsizliğe razı olmama hissi sadece insana değil, hayvanlardan bazılarında da gözlenen temel bir içgüdüdür. Maymunlarda, fillerde, kedilerde ve köpeklerde adil olmayana karşı çıkan davranışların izlendiği deneyler yapıldığını bilirsiniz. Ancak şu bir gerçek ki, insanın zorlandığı noktalardan biri de iyi olanı bulmaktan sonra başlar. İyi olanı yapmanın ödülü, kötü olanın yapanınkinden az mı olacak? Buna razı olmak nasıl mümkün olur?

İnsan aklınız ve kalbi tüm dinlerde bu soruya şöyle ya da böyle aynı yanıtı verir: “her türlü adaletsizliğin giderildiği bir sorgulamadan sonra başlayacak yeni bir hayat… Sadece iman eden ve iyilik yapanların kabul edileceği yeni bir yurt olmalı.” cevabını tüm dinlerde bulursunuz.

Ahirete iman insan doğasının öyle temel bir gereksinimidir ki neredeyse izahtan varestedir. Toplum düzeninin bireysel menfaatlerin önünde tutulmasının ve ahlakın muhafazasının mantıklı izahı olduğu kadar çocuk saflığında kalbi bir gerekliliktir. Yazının başındaki küçük kızınızı ve küçük oğlunuzu hatırlayın şimdi yeniden. Ansızın küçüklerinize annelerinin artık yaşamadığını haber vereceksiniz. O değerli ve vazgeçilmez anne yok olup gitti mi diyeceksiniz. Yoksa…tüm iyiliklerinin fazlasıyla ödüllendirileceği yeni evinizde çocuklarını beklediğini mi?

 

İmanın Tekamül Ettiği Yer: Nübüvvet

İnanma yolunda tekamüle ulaşmaya çalışan insanın Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşması, ahirete iman etmeye başlaması, adalet hissinin ve aklının ve duyularının kendisini götürdüğü doğal sonuçtur.

İnsan, aklının ve hislerinin tüm bilgileri temin edebilmesi mümkün olmadığını da doğal bir süreç ile fark eder. Allah’ın varlığına, birliğine ve ahirete iman edilmesi, ardından bu hususlarının muhtevasını[19] da bilmeyi gerektirir.

Bu notada iman bahsinin nübüvvetin gerekliliği sorununa dalmış buluruz kendimizi. Popüler dille deizm problemini çözmeye çalışmaktasınızdır aslında. Ancak bu sorun ne kendisi yenidir ve de cevabı.

Deizm kavramı, Batı’da Aydınlanma düşüncesi içerisinde Eski ve Yeni Ahit kaynaklı teolojilere ve kilisenin, temsil ettiği dogmatik akideye karşı bir aksu’l-amel olarak XVII. yüzyılda özellikle İngiltere’de kullanılmıştır. Kutsal olarak kabul edilen bir metni ya da kutsal ile ilişkisi olduğuna inanılan bir peygamberi kesin olarak reddeden bu düşünce, ilk kez İngiliz düşünür Edward Herbert (ö.1648) tarafından savunulmuş; sonrasında ise Newton (ö.1727), Voltaire (ö.1778), Jean-Jacques Rousseau (ö.1778) ve Thomas Paine (ö.1809) gibi önemli isimlerle temsil edilmiştir.[20]

İslam’ın vahiy ve nübüvvet ilkesi de, benzer şekilde, yukarıda belirtilen gayr-i islamî bir kesim tarafından yöneltilen deist eleştirilere muhatap olmuştur.

İmanın şekilini, usulünü ve esaslarını, toplumsal düzen içindeki yerini belirleyecek kuralların bilinmesi için İlahi kaynak ile insanlar arasında, bir peygambere gerek olup olmadığı sorusu, kendini aklının yeteneklerine ve kurduğu toplumsal düzenin kendi aklından menkul olduğu hissine kapılan insanın sorusu haline gelmiştir. İyiyi ve kötüyü ayırd etmek için insan aklı yeterli midir? İslamın yayılma döneminde, itikadi mesheplerini cevaplamak zorunda kaldıkları sorular olmuştur.

İnsanın akıl yolu ile bir yaratıcının varlığını bulmasının mümkün olduğu ve bundan sonra artık bir peygamberin varlığına ihtiyaç duyulmayacağı, doğruyu bulma ve bilme sorumluluğunun tanrıya iman etmek ile sona ereceğine ilişkin eleştirilere karşı yapılmış savunmalar III. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hemen hemen her nübüvvet eserinde yer alır[21].

Ebu’l-Huzeyl el-Allaf, Câhız, Farabî, Bakıllânî, Kâdî Abdulcebbar, İbn Miskeveyh, İbn Sina, İbn Rüşd ve Matûrîdî gibi muhtelif felsefeci ve kelamcı, nübüvveti, insan, akıl ve ahlâk ekseninde bireysel ve toplumsal bir ‘gereksinim’ ve ‘zorunluluk’ olarak tespit etmeye çalışmışlardır. Nitekim felsefî mirasa bakılırsa nübüvvet, bir yandan insan kapasitesi içerisinde adına ‘muhayyile’[22] denen ve aşkın olanla iletişimi mümkün kılan zihin kapasitesi içerisinde açıklanabilir bir düzey, diğer yandan ise ilahî hitaba değerlerin sosyo-politik açıdan tesisini sağlayan bir ‘otorite’ üzerinden yapılmıştır. Kelâm literatüründe ise durum, Allah’ın, Kur’ân’ın fesahat ve belağat düzeyi ile temellenen icâzı, nazmı, geçmiş ve gelecekten haber veren muhtevası temelinde ya da Allah’ın insanların yaşamını kolaylaştıran ve teklîf doğuran ‘hikmet’ yüklü iradesi olarak ele alınmıştır.[23]

Müslüman alimlerinin bu çabası hem mantık ilminin prensiplerine hem de usulü’d – din prensiplerine göre değişik eserlerde cevaplandırılmıştır. Ancak İmam Matûrîdî[24], diğer kutsal kitaplar ile Kur’ân’ın muhtevası arasındaki bağa[25] dikkat çekerek Hz. Muhammed’in (sav) nübüvvetinin meşruiyeti üzerinde durmuş ise de, öncelikli ve önemli konusu Berahime adıyla bilinen felsefî-teolojik bir çevrenin deist eleştirileriyle gündeme gelen makuliyet tartışmaları ile ilgilenmek olmuştur.

İmam Maturidi’nin Matûrîdî, Te’vîlât adlı eserinde, bir deizm ve teizm karşılaşması ve tartışmanın odağında nübüvvetin metafiziği ve kaynaklık ettiği ilahî buyrukların makuliyeti gibi son derece önemli konuları ele alır.

Nübüvvetin, âlemdeki her şeyin, varlığını Allah’tan alan ‘hikmet’ (amaçlılık, anlamlılık) eksenine bağlı olmasının bir gereği olması, diğeri ise nübüvvetin aklın delaletinin gereği insan tabiatının bir gereksinimi olması.[26] İmam Maturudi’nin savunmasının temelini oluşturur.

Nübüvvet, özü itibarıyla, akıl-vahiy ilişkisini kurma biçimine bağlıdır. Matûrîdî, Mu’tezile gibi[27], akıl ile vahyi ahlâkî zeminde ‘aynı’ bütünün birbirine indirgenemez iki ögesi olarak ele almış; onu, delâlet ve hikmet bütünlüğü içerisinde açıklamıştır.[28] Dîn, ona göre, gerekliliği ve geçerliliği açısından akla dayanırken; ibadet ve insana sorumluluk getiren (şeriat) yönüyle ise nübüvvete dayanır.[29]

Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd’ün de benzer bir sosyo – politik bakış açısından nübüvvet savunması yaptığını biliriz. İnsanın sosyal bir varlık olmasının neticesinde herkes için bağlayıcılık değeri taşıyan bir otorite gereksinimi üzerinde durulur. Böyle bir otorite olmaksızın herkesin kendi lehine olanı adil, aleyhine olanı ise adaletsizlik olarak göreceği bir kaos ortamına gidilmesi kaçınılmaz olacaktır. Doğruluğu sorgulanmayacak bir kaynaktan alınan bilgi ile mutlak bir adalete yönelmiş olarak yaşamak arzu edilmeyecek gibi değildir. Toplumun sadece bir grubun menfaatini değil ortak iyiliği gözeten kuralların bildiricisi olan bir otoriteyi mantıklı bulması ve bağlanması da gayet doğal kabul edilmiştir.

Enes(b. Malik)’ten rivayet edilen bir hadis bu kısımda insanın yaratıcısından gelecek emir ile hataların düzeltilmesini nasıl arzu ettiğini açıklar:

Hz.Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer’e “Hadi Allah Resulü’nün ziyaret ettiği gibi biz de Ümmü Eymen’i ziyaret edelim.” dedi. Yanına vardığımızda Ümmü Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? Allah katındakiler Resullah (sav) için daha hayırlıdır.” dediler. “Ben Allah’ın katındakilerin Resul (sav) için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden ağlamıyorum. Asıl gökten inen vahiy kesilmiş ona ağlıyorum.” dedi. Ümmü Eymen (bu sözüyle) Hz. Ebu Bekir’i ve Hz. Ömer’i de duygulandırdı. Onlar da birlikte ağlamaya başladılar.[30]

Ümmü Eymen, Peygamberimizin (sav) “Annemden sonraki annem” diye taltif ettiği, onu büyütmüş müstesna bir hanımefendiydi. Ancak Ümmü Eymen, Peygamberimizin artık dünyada olmayışına değil vahye ulaşılmayacak olmasına üzüldüğünü ifade etmiştir. Bu durum vahyin nübüvvet vasıtasıyla tarihe doğrudan müdahale etme ve onu olması gereken istikamete dönüştürme niteliğine duyulan bağlılıktan ileri gelmektedir.

İmam Matûrîdî de, insan aklının, belirsizlik, keder, kuşku gibi insanî durumlarla kuşatılabileceğini, hakikati kavrama olanağını zedeleyebileceğini, şehvet, kuruntu ve hazlarla sarmalanabileceğini kabul etmiş, ve bu zaafın, , hakikati açık bir dille ortaya koyacak ilahî bir bilgilendirmeye (nübüvvet) gereksinimi açıkladığına vurgu yapmıştır.[31]

Böylelikle Matûrîdî, nübüvveti, Yaratıcı fikrini reddeden ve modern ateizmin ‘Tanrı yoksa her şey mubahtır’ anlayışına yöenelen görüşüne karşı, varlık ile değer arasında ayrılmaz bir bütünlük arzettiğini; Yaratıcı fikrini kabul ettikleri halde ilahî iradenin bağlayıcılık doğuran ‘şer’î’ hitabını reddeden Berahime’nin deist eleştirilerine karşı insan gerçekliğinde bir gereksinim, hatta değer otoritesini sağlaması bakımından zorunluluk olduğunu savunmuştur.[32]

Görüldüğü gibi nübüvvete iman da, insan doğası gereği kabul edilen bir kavramdır. Zira nübüvvet olmadığında hakikate ulaşmayı da zor buluruz. Ümmü Eymenin ağlayışının sebebi de insanlığın yaşayacağı bu zorluğu idrak edebilmesindedir. Ancak bu kaygıyı hakikate ulaşmaya çalışan her kişi duyacaktır. İşte onları içini rahatlayacak olan açıklamayı, Peygamberimiz (sav)’ın “kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.” dediği Muaz bin Cebel (ra) yapmıştır:

“Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberi’mizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve imânı İbrâhîm aleyhisselâma ihsân etmiştir. Halbuki o zaman, imânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhîm aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsân etti. İlmi, Hazreti Ömer’den, Hazreti Osman’dan ve Hazreti Ali’den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü’d-Derdâ’dan, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan, Selmân-ı Fârisî’den ve Abdullah İbn-i Selâm’dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkati kim bildirirse kabûl ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!”[33]

 

Sonuç

 

İmam-ı Azam Ebu Hanife ileri yaşlarında bir gün oğlu Hammad’ı “kelam” tartışırken görmüş ve onu sakındırmıştır. Bunun üzerine Hammad, bilge babasına şöyle demiştir: “Siz kelam konularında tartışmaya giriyordunuz. Neden bizi “kelam”dan men ediyorsunuz? Ebu Hanife de şu cevabı vermiştir: “Evet biz tartışıyorduk. Ancak biz tartışırken arkadaşımız yanılgıya düşer korkusuyla, başımızda her an uçup gidecek bir kuş varmış edası takınırdık. Siz ise tartışıyor ve arkadaşınızın yanılgıya düşmesini diliyorsunuz. Kim arkadaşının yanılmasını dilerse (tefrit ederse), arkadaşının küfre düşmesini dilemiş olur. Arkadaşının küfre düşmesinin dileyen ise arkadaşından önce küfre düşür.” nasihatinde bulunmuştur.

Kelam ilminin temelini oluşturan bu meseleler üstünde düşünürken ve müzakere ederken aklımızda bulunması gereken en önemli hususlardan biri de İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin oğlu Hammad’a verdiği bu nasihattır.

Tüm bu müzakerelerde ve soruların cevaplandırılmasında amaç hem kendi eksiğimizi gidermeye çalışmak hem de muhataplarımızın imanına bir katkı sunmaya çalışmaktır.

Kelama ilişkin sorulara zihnin çalkalanması insanın doğası gereği olduğundan, ola ki tanıdığımız veya tanımadığımız bir kimse bu müzakereye girmek isterse Hz. Peygamber kendisini en çok üzen olayın ne olduğunu soran Hz.Aişe’ye verdiği cevabı aklımıza getirelim:

Peygamberimiz (sav) kendisini en çok üzen olayın Tâif’te İbn Abdüyâlîl b. Abdükülâl’den (Abdüyâlîl b. Amr) kendisini himaye etmesini istediği zaman onun bu teklifi reddetmesi olduğunu söyler. Bu olaydan sonra üzgün bir halde Mekke’ye dönerken Hz. Peygamber’e gelen bir melek Ebûkubeys ile Kuaykıân dağlarını (Ahşebeyn) göstererek, “Eğer bu iki dağın Mekkeliler üzerine çökerek bütün müşrikleri ezmesini istersen onu da yaparım” deyince Hz. Peygamber, “Hayır! Ben onların soyundan Allah’a şirk koşmayan bir nesil gelmesini isterim” buyurmuştur (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7).

Peygamberimiz maddi eziyete duçar olduğu kadar nübüvvetin sorgulanmasına da manevi bir eziyet olarak katlanmak zorunda kalmıştı. Buna rağmen dileği, intikam değil, Allah’a şirk koşmayan bir nesil olmuştu. Kıyamet gününde ümmetinin çokluğu ile iftihar edecekse karşılaştığınız her kimsenin bir mümin olduğunu hatırlamak veya müstakbel mü’min olmasını dilemek düşmeli bize de.

[1] [Müslim, İman 209 (132); Ebu Dâvud, Edeb 118 (5110)]

[2] Hatîb et-Tebrîzî (ö. 741/1340) tarafından Ferrâ el-Begavî’ye ait Meṣâbîḥu’s-Sünne’yi tamamlamak için yazılan eser.

[3] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, İmanın Ta Kendisi, 2006 – Eylul, Sayı: 247, Sayfa: 024, Altınoluk Dergisi

[4] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, İmanın Ta Kendisi, 2006 – Eylul, Sayı: 247, Sayfa: 024, Altınoluk Dergisi

[5] Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Giriş, s 44.

[6] İnanç kavramı, insanın hayat karşısında her tutumuna dayanak yaptığı ancak anlaşılması güç bir kavramdır. Bu kavram hususunda din psikolojisi alanında temel iki yaklaşım ağırlık kazanır. Bunlardan ilki inancın bir çeşit zihinsel durum olduğu bu zihinsel durumun içe bakışı gerektirdiği yöndedir. İkincisi ise inancın içe-bakışı gerektiren zihinsel bir durumun ötesinde bir huy, karakter ve temayülü içerdiğidir (Price, 1969: 19). Psikoloji bilimi, inancı şüphe ile başlayıp olasılıktan geçerek kesinliğe ulaşan bir süreç olarak tanımlar (Vergote, 1999; Allport, 1960; Hökelekli, 2001). Din psikolojisi bilimi de inanmanın bir insan ihtiyacı olduğunu ve insanın bu ihtiyacı karşılamaya yönelik eğilim içerisinde bulunduğunu vurgular ( Allport, 1957; Jung, 1950).Dr. Nuran ERdoğruca Korkmaz, İnanç ve İnançsızlığın Psikolojisi, Kelam Araştırmaları, 12:1 (2014), ss 274 -294.

[7] Ömer Nesefi Akaid, s. 42

[8] Hz. Peygamber bu kişileri bir hadisi şerifinde hem cahiliye hem de saadet devrinin değerli cevherleri olarak tanımlamıştır.

[9] Bakara 2/ 31-32

[10] Hadis Ansiklopedisi Cilt 1, s.376

[11] Hadis Ansiklopedisi Cilt 1, s.377

[12] Bakara 44, 73, 75, 76, 164,170, 171, 242; Al-i İmran, 65, 118; Maide, 58, 100; En’am 32, 126, 151; A’raf 169; Enfal, 22; Yunus, 16, 42,100; Hud, 51, Yusuf, 2, 109; Ra’d, 4; Nahl, 12, 67; Enbiya, 10, 67; Hac, 46; Mü’minun, 80; Nur, 61; Furkan 44;Şuara, 28; Kassas, 60; Ankebut 35, 43, 63; Rum, 24, 28; Yasin, 62; 68; Saffat, 138; Zümer, 43; Mü’min, 67; Zuhruf, 3; Casiye, 5; Hucurat, 4; Hadid, 17; Haşr 14; Mülk 10

[13] Bakara 2 / 44

[14] Hz. Aişe, Hz. Peygamberin (sav) bir gece ibadet etmek için kalktığı sırada, sakalları ıslanıncaya kadar ağladığına şahit olduğu ve niçin ağladığını sorduğu o meşhur hadisi bu noktada hatırlamakta fayda vardır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler nâzil oldu ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun! buyurdu ve şu âyet-i kerîmeleri tilâvet etti:[14] «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allâh’ın varlığını ve birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi Cehennem azâbından koru!(derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)”

[15] Ömer NEsefi, Akaid, s. 50

[16] Vâbisa ibni Ma’bed radıyallahu anh çok duygulu ve gözü yaşlı bir sahâbi idi. Peyganberimizin bu hadis esnasında, Vâbisa ibni Ma’bed’in (ra) göğsüne parmakları ile dokunarak işaret ettiği de nakledilen rivayette yer almaktadır.

[17] (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimi, Büyû’ 2)

 

[19] Tüm muhtevasını tefekkür ile kabul ederek iman etmeye tafsili iman denir. Ömer Nesefi, Akaid, s.41

[20] Yrd.Doç.Dr., İbrahim ASLAN Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı, İmâm Maturidî’nin Deist Eleştirilere Karşı Nübüvvet Savunusu, KELAM ARAŞTIRMALARI 12:2 (2014), SS. 33-54.

[21] Yrd.Doç.Dr., İbrahim ASLAN Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı, İmâm Maturidî’nin Deist Eleştirilere Karşı Nübüvvet Savunusu, KELAM ARAŞTIRMALARI 12:2 (2014), SS. 33-54.

[22] Farabî, Kitâbu Ârâ-i Medînet-i Ehli’l-Fâdıla, s.75 vd

[23] Yrd.Doç.Dr., İbrahim ASLAN Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı, İmâm Maturidî’nin Deist Eleştirilere Karşı Nübüvvet Savunusu, KELAM ARAŞTIRMALARI 12:2 (2014), SS. 33-54.

[24] İslâm akaidinin temel ilkelerini kapsamlı şekilde izah ederek itikadi temellin izahında bir ekol olan İmam Maturidi, bugünki Özbekistan’ın Semerkant kentinde yetişmiştir. Basra, Bağdat, Kufe ve Medine gibi öne çıkan merkezlerinde oldukça uzak olan bir bölgede yetişmiş olması, savunulmasına önem ve öncelik verdiği hususlarında farklı olmasına sebep olmuştur.

[25] Matûrîdî, Te’vîlât, I/s.187.

[26] Matûrîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s.67.

[27] Kâdî Abdulcebbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s.564 vd

[28] Matûrîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s.65-66

[29] Ömer NEsefi, Akaid, s 49

[30] Hadislere İslam Cilt I, s. 385

[31] Matûrîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s.253.

[32] Yrd.Doç.Dr., İbrahim ASLAN Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı, İmâm Maturidî’nin Deist Eleştirilere Karşı Nübüvvet Savunusu, KELAM ARAŞTIRMALARI 12:2 (2014), SS. 33-54.

[33] İslam Ansiklopedisi, http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/MUAZ-BIN-CEBEL-radiyallahu-anh/869

Yorum Yapın

Navigate