FATİH VE FETİH TOPLUMU OLMAK MÜMKÜN MÜ?

İstanbul’un fethinin 566. yılını anıyoruz.

1453’te Osmanlı Devleti kendine has özellikleri ile kurumsallaşma yolundaydı. Yepyeni bir kimlik oluşturuyordu.  Bu aşamada aile içinden, saraydan, ülkeden, Anadolu, Türk ve İslam dünyasından ve Batı’dan kaynaklanan birçok sorunla aynı anda uğraşmak durumunda kalan Fatih, hepsi ile baş edebilme, engelleri bir bir aşma başarısını gösterdi.

İçinde yaşadığımız sorunlar yumağında İstanbul’un Fethinden çıkarılabilecek birçok ders vardır.

KARŞILAŞTIĞIMIZ SORUNLAR İLK DEĞİL, SON DA OLMAYACAK

  1. Viyana Kuşatmasından sonra milletimizin karşılaştığı sorunların ağırlığı çok az toplumun katlanabileceği bir durum arz etmektedir. Öyle ki son üç asır içinde;

Avusturya’dan Hazar’a, Moskova’dan Sahra çölüne, Atlas Okyanusu kıyılarından Yemen ve Basra’ya kadar olan toprakların bugün %4’ü gibi cüzi bir kısmına sahibiz. Yani her yüz kilometrekareden 96’sı elden çıkmıştır.

Bilimsel, askeri, teknolojik, siyasi ve ekonomik üstünlük kaybedilmiştir.

Yönetenler fetihçi siyaseti terk edip savunmaya çekilmiştir.

Macaristan’dan Hindistan’a, Mısır’dan Doğu Çin’e kadar üç kıtada hükümran olan Türk nüfusu ve nüfuzu Doğu Trakya ve Anadolu’ya hapsedilmiş durumda…

Bu durum Göktürkler çağından yani 552 yılından itibaren 1919’a kadar tam tersi biçimde seyrediyordu.

Bu tabloyu verirken kıymetli okuyucumuzun içini karartmak istemiyorum. Amacımız sadece tarihin akışı içinde durumu saptamaktır. Milletlerin tarihinde inişli çıkışlı dönemler olduğunu hatırlatmaktır. Yükselişin anahtarının inişin sebeplerinde olduğunu göstermektir.

ÇÖZÜMSÜZ SORUN YOKTUR, ACİZ İKTİDARLAR VARDIR!

Gelinen hiçbir durum sebepsiz ya da tesadüf olamayacağı gibi, hiçbir sorunda çözümsüz değildir.

Yeter ki iyi yetişmiş yani nitelikli kadroların öncülüğünde bilimsel stratejiler uygulansın. Bu makûs talih değişecektir. Bunu boş umutlar pompalamak için yazmıyorum. Hunlardan beri kesintisiz biçimde süren Türk Tarihinde sayısız örnekleri var. Göktürklerin, Uygurların, Selçukluların kuruluşları incelenirse bütün imkân ve umutlar tükendi dendiği bir zamanda bir bakmışsınız pırıl pırıl yeni bir medeniyet hamlesi başlatılmış. Tıpkı Mondros’tan sonra Anadolu’da başlayan Milli Mücadele ve onun eseri Türkiye Cumhuriyeti gibi.

Bu açıdan baktığımızda bizim “Fatih” unvanını verdiğimiz ve gerçek adını unuttuğumuz Sultan Mehmet ve O’nun toplumu da 1402 Ankara Muharebesi’nin yol açtığı siyasi, toplumsal, askeri ve iktisadi bunalımların ardından ortaya çıkmıştır.

ANKARA SAVAŞI HEZİMETİNDEN İSTANBUL’UN FETHİNE

1402 yılında Timur karşısında sadece bir askeri yenilgi yaşamadı Osmanlı… Tımarlı Sipahi ve Yeniçeri ordusu dağıtıldı. Anadolu’daki sınırları Orhan Gazi dönemine yani 1326 yılındaki duruma geriledi. Beylikler eskisinden daha güçlü –çünkü arkalarında Timur vardı- yeniden kuruldu. Elde kalan topraklar Timur’a haraç vermek şartıyla Sultan Bayezid’in oğulları arasında taksim edilmişti. Timur’un askeri ve memurları öşrü, bac’ı toplayıp Semerkant hazinesine taşıyordu. Toplum başsız kalmış, Bizans için intikam umutları yeniden canlanmıştı. Anadolu ve Rumeli’de eşkıyalık, asi tarikatlar ve yöneticiler türemişti. Bu durum Sultan Çelebi Mehmet ve II. Murat’ı uğraştırmıştı.

Yaklaşık elli yıl süren bunalımlı dönemde, ulema adaleti yeniden tesis etmek için ümera yani yöneticilerle el birliği yaptı. Stratejileri çok basitti. “iki günü denk olan bizden değildi”. Her daim “daha ileriye, daha güzele, daha doğruya”. Geçmişin yanlışlarını tartışmak ve zaman kaybetmek yerine “taş üstüne taş koyma” gayreti ile devlet binasını yeniden inşa etmeyi başardılar. Sultan II. Mehmet de bu anlayış ile başa geçti.

O’nun tahta çıktığı günlerde Bizans’ın eli Osmanlı Sarayının içindeydi. Papalığın, Almanya’nın ajanları hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da cirit atıyordu. Gayeleri Osmanlı Devleti’ni tamamen çökertmek, milletimizin Malazgirt’ten beri elde ettiği kazanımlarını elinden almaktı.

Sultan Mehmet ve kadrosu ufak adımlarla, sorunları önem sırasına göre gündeme alarak çözme yoluna gitti. Bir yandan gözcülerini Bizans içine, İtalya’ya yerleştirirken, diğer yandan uluslararası alanda dostlar ve müttefikler kazanma yoluna gitti. Papalık ve Venedik’e karşı Cenovalıları, Sırplara karşı Boşnakları kazandı. Karamanlılara karşı Dulkadirliler ve Ramazanoğlu ile iyi ilişkiler kurdu. Uzun Hasan’a karşı Timur’un torunlarıyla anlaştı. Halifeyi himayesinde bulunduran Memluk sultanlarıyla ilişkileri bozmamak için büyük çaba gösterdi. Herkesle savaşmadı. Dış politikada dostluk ve ticari ilişkileri geliştirme yoluna gitti. Yaklaşık elli yıl süren kıtlık, darlık, yoksulluk yerini berekete, huzura bırakmaya başladı. “Karanlıklardan aydınlık doğdu.”

Savaş ve çatışma hayatta kalmak için zarurettir. Hayat mücadeledir. Hiçbir devlet ve millet ayakta durmayı düşmanlarının lütfu ile elde etmemiştir. Bu konuda Sultan II. Mehmet’in stratejisinde “ortadan kaldırılması gereken en önemli tehdit Bizans’tır”. “Ya Bizans O’nu alacak (yok edecek); ya da O, Bizans’ı (İstanbul’u) alacaktı.”

Büyük Roma İmparatorluğu’ndan beri bütün dehalarını kullanmalarına rağmen(1204’te Haçlıların Selçuklulara karşı yardım amacıyla şehre girip hile ele geçirmeleri bir yana) hiçbir fatihin alamadığı Bizans’ı almalıydı Sultan Mehmet. Bu amaçla elindeki insan gücünü çok iyi yönettiği gibi, tarih biliminin tecrübelerini de inceledi. Bizans’ın zaaflarını araştırdı. Karamanoğlu, Venedik ve Sırplar gibi azılı rakiplerle anlaşmalar yaparak onların Bizans’a yardım etmelerini önlemeye çalıştı. Bizans’ın savunma olanaklarını masaya yatırarak onları etkisiz hale getirecek teknikler ve taktikler geliştirdi. Bunları yaparken kendi kişisel birikimi (kimileri buna deha der) çevresindekilerin yeteneklerinden en ileri düzeyde yararlandı.

7 Nisan 1453’te başlayan kuşatma o zamanın şartlarına göre kısa sürede 53 günde fetihle sonuçlandı. 1402’den beni bunalımlar ve iç sorunlarla uğraşan Osmanlı “Fetih Toplumuna” dönüşürken dünya yeni bir değişime evirilmeye başladı. Domino taşları gibi düşüncede hümanizm, sanatta Rönesans, coğrafi keşifler, siyasette merkezi krallıklar, ekonomide merkantilizm, toplumda inanç özgürlüğü İstanbul’un Fethinin etkileri ile gelişti.

TARİHTEN DERSLER ÇIKARMAK

Günümüzde içeride tarih bilgi ve tecrübesinden yoksun siyasi ihtirasların sonucu kamplaştırılan toplumumuz, iktidarda kalmak arzusu ile devlet kurumlarını dışarıdan yönetilen bir güruhun eline teslim etme zafiyetine düşürülmüş, ordumuz, emniyet ve adliye teşkilatımız 15 Temmuz 2016’da tarihin en büyük insan kaybına düşürülmüştür. Bunu tarihler yazacaktır. Bölücülük, istismar ve milli imkânların talanı ayyuka çıkmıştır.

Bu şartlarda Sultan Mehmet’in uygulamaları, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’nin stratejisinden çıkarılacak derslerle çok kısa sürede yeni bir medeniyetin inşası mümkündür. Ve bu bir ütopya değildir. Yeter ki ehil kadrolar ve iyi stratejiler geliştirilsin. İçeride ve dış siyasette barış, dayanışma ilkesi öne çıkarılsın. Bilgi kılavuzumuz olsun.

KISSADAN HİSSE

Bir Edirne yolculuğu sırasında Fatih, yanındaki devlet erkânı arasında bulunan Kırım kökenli bilim insanı Abdullah el-Kırımî ile sohbet ediyordu. Fatih;

  • Anlayamadığım bir şey var. Kırım’da her alanda iyi yetişmiş yüzlerce bilgin ve sanatkâr vardı. O insanlara ne oldu? Sorusuna Kırımî;
  • O dönem eskide kaldı. Ben o devrin son şahsiyetlerini biliyorum. Onların devamı gelmedi.
  • O dönemin sona ermesinin nedeni nedir? Sorusuna Kırımî;
  • Bilim insanlarını aşağılayan, onlara önem vermeyen bir vezir işbaşına geldi. Bunun üzerine o değerli insanlar da Kırım’ı terk edip, her biri bir yana gitti. Deyince Fatih veziri Mahmut Paşa’ya dönüp;
  • – Gördün mü Mahmut Paşa, devletin çöküşünde vezirlerin payı büyükmüş? Bunun üzerine Mahmut Paşa;
  • Hayır, sultanım, tam tersine, cevabını verince Fatih;
  • Nedenmiş o? Deyince;
  • Hünkârım takdir edersiniz ki o vezirleri sultanla tayin ediyor da ondan.

Demek ki, devletin başındaki hangi karaktere sahip ise yardımcılarını ona göre seçiyor. At sahibine göre kişniyor.

Yorum Yapın

Navigate