Mezhepler yeni bir din değil İslâm’ın anlaşılma biçimleridir (1)

Günümüzde yaygın olarak Kur’an bize yeter, Kur’an varken içtihada, mezheplere ne lüzum var gibi bir anlayış hızla yayılmaktadır. Bu anlayış sahipleri genelde önyargılı yorum yapanların yazı ve konuşmalarından etkilenerek böyle bir kanaate sahip olmaktadırlar. Meselelere ilmi gerçeklerden uzak tamamen önyargılı bir şekilde yaklaşanların ortaya attıkları konular zihinlerde büyük istifhamlar oluşturmaktadır. Bu anlayış sahipleri ileri sürdükleri fikirlerle müslümanların İslam’ı anlama ve yaşamalarına hizmet yerine İslam’ı yozlaştırmak isteyenlerin amaçlarına hizmet etmektedirler.

Peygamber (sav) Efendimizin sağlığında da vefatından sonra sahabe dönemi ve onları takip eden dönemlerde de içtihatlar olmuş bugünkü tabirle fıkhi yorumlar yapılmış ve o yorumlara göre de Müslümanlar hareket etmişlerdir. Hz. Peygamber hayatta iken vahiy devam ettiğinden, günlük hayata, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler ile ilgili karşılaşılan meseleler doğrudan doğruya Rasulullah’a arz edilir, konu hakkında ya ayet iner ya da Peygamberimiz kendisi çözerdi. İçtihadında isabet ettiği gibi isabet etmediği durumlar da olmuş, vahiy devam ettiği için hatalar vahiy yolu ile düzeltilmiştir. 

Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (sav), sahabeleri ile müşaverede bulunmuştu. Sahabelerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalarını, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygamber (sav) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailelerine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu münasebetle nazil olan ayette Cenabı Allah şöyle buyurur: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye) den dolayı size büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Enfal 8/ 67-69)

Bu ayet, Hz. Peygamber’in (sav), her hadisenin halli için vahyi beklemediğini, istişare yoluyla ashabının da reyini alarak zaman zaman içtihada başvurduğunu, şayet içtihadında yanılırsa Allah Teala’nın bu hatayı olduğu gibi bırakmayıp peygamberini ikaz ve irşad buyurduğunu açıkça ifade etmektedir.

Buna benzer bir ayet de Tebük seferine çıkılırken sudan bahaneler ileri süren münafıklara Hz. Peygamberin savaşa katılmamaları hususunda izin vermesi üzerine nazil olmuştur.” Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (Tevbe 9/43)

Peygamber devrinde sahabenin içtihadı

Peygamber (sav) hayatta iken sahabeler de Peygamberden uzak olduklarında zaman zaman içtihatta bulunmuşalardır. Fakat sınırlan çok dardı. Meselâ; Amr İbnü’l-Âs’ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabenin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek namazlarını kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlarını iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber (sav) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. Gerçekten netice değişmiyordu. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (sav) onların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci gurubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.

Ahzab Muharebesinin arkasından Rasulullah (sav): Hiçbir kimse beni Kurayza’ya varmadan ikindi namazını kılmasın” diye ilan etmişti. Hedefe varmadan ikindi vaktinin zamanı daralınca sefere iştirak eden ashab iki kısma ayrılmış; bir kısmı “bu sözden maksat oraya bir an önce yetişmemizdir, yoksa ikindi namazının vakti içinde kılınmaması değildir” diyerek sözün mana ve maksadını dikkate almış ve ikindiyi zamanı içinde yolda kılmışlar. Diğer grup ise lafza uyarak “oraya varılmadan ikindinin kılınmaması emredildi, vakit çıksa bile biz yolda kılmayız” diyerek hareket etmişlerdi. . Durum Hz. Peygamber’e aktarıldığında, o hiç kimseyi bu şekilde anlamalarından dolayı ayıplamamış ve bu durumu tabiî karşılamıştır.

Rasulullah (sav)den sonra Sahabelerin içtihadı

Sahabeler, Peygamberimizin vefatını müteakip, toplumda yeni ortaya çıkan meseleler karşısında içtihatta bulunarak çözüm üretmişlerdir. Vefatın hemen arkasından daha henüz defin işlemi de tamamlanmadan devlet reisinin kim olacağı gündeme gelmiştir. Bu konuda ne bir ayet ne de Peygamber efendimizin hayatta iken bir tavsiyesi olmadığı için Beni Sakifede toplanan bir grup ile Hz. Ebubekir halife ilan edilmiş daha sonra müslümanların mescitte biatı alınmıştır. Arkasından Hülafai Raşidin olarak zikrettiğimiz diğer üç halifenin seçimi de farklı yöntemlere olmuştur. Peygamber efendimizin vefatının hemen arkasından yapılan bu işlemler sahabenin içtihadıdır. 

Sahabîler asrında İran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, müslümanların idaresine, çok eski medeniyetlere mensup milletler girmişti. İslâm medeniyeti, çeşitli milletlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısıyla toplum hayatında Peygamber (sav) devrinde olmayan hâdiselerle karşılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu, durum karşısında İslâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştırma, düşünme ve ictihad’da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaruretti.

Sınırlı sayıda nass sınırsız sayıda karşılaşılan olaylar olunca bunlar da bir şekilde halledilmeliydi. Karşılaşılan olaylara Kur’ân, sünnet ve kıyas yoluyla elde ettikleri sonuca göre reyleri ile içtihatta bulunmuşlar ve buna göre hüküm vermişlerdir. 

Bu itibarla büyük sahabilerin ictihad’da bulunması, Peygamber (sav)’in söz ve hareketleriyle yakından ilgili olanların yeni meseleleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında içtihadlarda bulundular ve Allah’ın hükmünü açıkladılar. 

Sahabilerin bilginleri içtihat hususunda bir metot ortaya koydular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur’an’a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir ayet bulurlarsa onun üzerinde birleşiyorlardı.

Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethedilince sahabiler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımında ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer, devletin reisi ve mü’minlerin emiri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah’ın, “Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’ın, Peygamber’in, O’nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır” (Enfâl 8/41) ayetinin içine girmiyordu. Bu ayette kastedilen ganimet menkul malları ifade ediyordu, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet olmazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahipleri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat savaşçılar, Hz. Ömer’e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur’an’dan şu ayeti onlara okudu: «AlIah’ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği feyz (ganimet) Allah’a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir… Allah’ın azabı şiddetlidir.» (Haşr 59/7) Hz. Ömer, bu Kur’an nassını okuyunca hepsi O’nun emrine uymak zorunda kaldı.

Sahabiler, Kur’an’da bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyorlar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. 

Meselâ; Bir gün bir anne-anne (nine), Hz. Ebu Bekir’e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekir (ra) de Kur’an’da bu hususla ilgili bir ayet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbîlere dönerek, Peygamber (sav) ‘in, böyle bir meselede verdiği hükmü içinizden bilen var mı? dedi. Mugîre b. Şu’be, Peygamber (sav) Efendimizin nineye altıda bir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekir, bu durumu başka bilen var mı? diye sordu. Başka bir sahabenin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıda bir (1/6) miras hakkı tanıdı

Sahabîler, Kitap’ta ve Sünnette bir nass bulamadıkları zaman içtihat yapıyorlardı. Bu, Peygamber (sav) ‘in kabul ettiği bir metot idi. Muaz b. Cebeli Yemen’e hâkim olarak gönderirken Peygamber (sav) O’na “Ne ile hükmedeceksin” diye sordu. O, “Allah’ın kitabı ile” dedi. Peygamber “Ya Kitap’ta bulamazsan?” dedi. O da “Peygamber’in sünneti ile” dedi. “Onda da bulamazsan?” dedi. Muaz, “Re’yimle içtihat yaparım” dedi. Peygamber (sav) bunun üzerine; “Allah’a hamd olsun ki Peygamberinin elçisini O’nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı” buyurdu.

Ömer (ra), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre içtihat yaptığı halde, kaza (yargılama) da, hakkında Kur’an ve Sünnet’den bir nass bulunmayan meseleler de kıyas cihetine gidilmesini emrederdi, O, Ebu Musa el-Eş’ariye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu; “Kur’an ve Sünnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya çalış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et” Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer’î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hadiseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.

Hiçbir sahâbi, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhangi bir nassı terk etmemiştir. Sahâbîlerin maslahata göre vermiş olduğu fetvâlar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvâlar, nass’ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur.

Vahyin ilk muhatapları ve en iyi anlayanları karşılaştıkları problemleri çözerken hiçbir zaman ben Kur’an’a bakarım başka bir şeye bakmam diyerek sorunları çözümsüz bırakmamışlardır.   Devam edecek….

Yorum Yapın

Navigate