Tarihi kaynaklar Müslümanların karşılaştıkları problemleri çözmek için içtihat yapanların yalnız müslümanların bağlı bulundukları mezhep imamlarının değil hem peygamberimizin hem de sahabelerin de gerektiği zaman içtihat yaptıklarını göstermektedir. Bu içtihatlar görmezden gelinerek ilk günden günümüze gelen fıkıh mirasını ret etmek İslam’a değil İslam düşmanlarının emellerine hizmet etmek olur. Mezhepleri din olarak değil dinin anlaşılma biçimleri olarak anlamak gerekir. Fıkıh mirasımıza sahip çıkmak karşılaştığımız problemlerin çözümünde Müslümanlara rehber olacaktır.
Her müçtehit kendi anlayışıyla Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarıyor, fetva veriyordu. Kendi fetvalarını Kur’an yerine koymuyorlardı. İslam’ı bir ağaç olarak düşünürsek ağacın kökünde, gövdesinde içtihat sahiplerinin bir ihtilafı söz konusu değildir. İhtilaf ağacın dalları mesabesinde olan tali meselelerde olmuştur.
Peygamber efendimizin irtihalinden sonra vahiy kesilmiş ama insanların karşılaştıkları sorunları artarak devam etmiştir. Sorunların çözümü için Müslümanlar bölgelerindeki ilim adamlarına müracaat etmişlerdir. İlim adamları fetvalarını bir metoda bağlamışlar ona göre çözüm yolları üretmişlerdir. Tarihi kaynaklar birçok müçtehidin varlığından bahsetse de ilerleyen zaman içinde, ümmetin ekseriyeti diğer müçtehitlerin fetvalarını bırakarak dört mezhep imamının etrafında toplanmışlardır. Tabiin döneminden itibaren İmam A’zam’ın fetvalarıyla amel edenlere Hanefi, İmam Malik’in, İmam Şafi’nin ve Ahmed b. Hanbel’in fetvalarıyla amel edenlere de Maliki, Şafii ve Hanbeli denmeye başlanmıştır. Bu fetvalar etrafında insanların toplanması fıtri (doğal) bir şekilde tezahür ediyordu ve suni, zorlama bir durum da değildi. Hiçbir müçtehit “Ben mezhep kuruyorum, bana uyunuz.” dememiştir. İslam’ın tek doğru yorumunu ben yapıyorum diğerleri sapıktır gibi bir suçlamaya girmemişler bugün bazı grupların yaptığı gibi fetvalarından dolayı birbirlerini tekfir etmemişlerdir. Onlar yalnızca kendilerine müracaat eden insanlara Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak fetva vermişlerdir. Neticede onların fetvalarıyla amel eden insanların çoğalmasıyla mezhep dediğimiz hadise ortaya çıkmıştır.
İmam Azam Ebu Hanife fetvaları ile ilgili olarak;kendi görüşünü yanlış olma ihtimali olan doğru diğerleri için de doğru olma ihtimali olan yanlış olarak değerlendirmiş, hatta fetvaları ile ilgili bugün verdiğim bir fetvadan daha sonra ulaştığım yeni bir bilgi nedeni ile vazgeçebilirim demiştir.
Günümüzde yaygın olan dört mezhep imamının metotlarını kısaca tanıyalım:
Ebû Hanîfe (80/ 699- 150/767)
İslâm’da hukukî düşüncenin ve içtihat anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebû Hanîfe veya İmâm-ı Âzam diye şöhret bulmuştur. Onun öncülüğünde başlayan ve talebelerinin gayretiyle gelişip yaygınlaşan Irak fıkıh ekolü de imamın bu künyesine nisbetle “Hanefî mezhebi” adını almıştır.
Ebû Hanîfe’nin, “Biz önce Allah’ın kitabında olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in sünnetine bakarız. Orada da bir şey bulamazsak ashabın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilâf etmişlerse dilediğimizin görüşünü alırız. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz. Ancak Hasan-ı Basrî, İbrâhim en-Nehaî, Saîd b. Müseyyeb gibi tâbiîn âlimlerine gelince onların içtihatlarına bağlı kalmayız. Onlar gibi biz de içtihatta bulunuruz. Aralarında müşterek illet bulununca bir hükmü diğerine kıyas ederiz” sözünden onun içtihat metodu anlaşılmaktadır.
Ebû Hanîfe bir meselenin hükmünü önce Kur’an’da aramış, nassın her türlü lafzî delâletini, umum-husus, ıtlak-takyid, nâsih-mensuh gibi lafızlar arası metodolojik ilişkiyi göz önünde bulundurmuş, aksine bir delil ve gerekçe olmadığı sürece ayetlerin açık, genel ve doğrudan ifadelerini esas almıştır. Eğer Kur’an’da konuyla ilgili bir nas bulamamışsa Hz. Peygamber tarafından Yemen’e vali olarak gönderilen Muâz b. Cebel’in, Kur’an’da bulamadığı bir meselenin hükmünü sünnette arayacağını bildirmesiyle ortaya çıkan ve Peygamber’in de tasvibine mazhar olup bütün sahâbenin uyguladığı sıraya göre sünnete müracaat etmiştir. Esasen sünnetin delil olduğu ve delil olarak alınmasının önemi ve gerekliliği Ebû Hanîfe’nin içtihat ve fetvalarında da açıkça görülür.
Ebû Yûsuf’un naklettiğine göre Ebû Hanîfe kendisine bir mesele sorulduğunda önce talebelerinin bu konuda bildikleri hadisleri ve sahâbî sözünü sorar, ardından kendi bildiği rivayetleri nakleder, meseleyi değişik yönleriyle ele alır, talebelerinin görüşlerini ayrı ayrı dinler, daha sonra da o meseleyi hükme bağlardı. Sorulan konuda bir hadis ve sahâbî görüşü bulunmadığı takdirde kıyas yapar, kıyasın da mümkün olmadığı yerde istihsana giderdi. Onun ders verme usulüne göre soruların önce öğrencilerle tartışılması, o mesele hakkında nas bulunup bulunmadığının araştırılması demektir. Verdiği bazı hükümlerin o konuda mevcut bir hadise aykırı görünmesi ise bazen hadisin Ebû Hanîfe’ye ulaşmamış olmasıyla, çok defa da hadis Ebû Hanîfe’nin aradığı sıhhat şartlarını taşımadığı için onunla amel etmeyi uygun görmemesiyle izah edilebilir. Bu durum yalnız Ebû Hanîfe’ye mahsus bir metot olmayıp kendisine göre aradığı sıhhat şartlarını taşımadığı için belli bir hadisi almayan pek çok müctehid vardır. Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemde ve özellikle bulunduğu bölgede hadis uydurma işi yaygın hale gelince daha ihtiyatlı davranarak haber-i vâhidleri almada bazı şartlar ileri sürmüş olması onun ilmî ciddiyetinden kaynaklanmaktadır.
Fetva verdiği bir konuda görüşüne aykırı bir sahih hadis nakledildiğinde de tereddütsüz onu almış ve kendi içtihadından vazgeçmiştir. Ebû Hanîfe mürsel hadisleri de delil olarak kullanmıştır. Hatta sahâbenin mürsellerini başkalarının müsnedlerinden üstün tutmuştur. Ebû Hanîfe ahad hadisi Kur’an’ın genel ve zâhirî hükümleriyle, İslâm fıkhında yerleşik genel ilkelerle, kavlî veya fiilî meşhur sünnetle, hatta bazen de sahâbe ve tâbiînden gelen ortak uygulama ile karşılaştırarak değerlendirir, arada çatışma olduğunda genelde daha kuvvetli gördüğü ikinci grup delillerle amel ederdi.
Ebû Hanîfe’nin fıkhî düşüncenin gelişmesine olan büyük katkısı, diğer mezhep imamları ve İslâm âlimlerince de değişik üslûplarda ifade edilmiştir. İmam Şâfiî’nin, fıkıhla meşgul olan bütün âlimlerin Ebû Hanîfe’ye teşekkür borçlu olduğunu dile getiren “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe’nin iyâlidir” meşhur sözü onun fakihler nezdindeki itibarını anlatmaya kâfidir.
Malik b. Enes (93/712-179/795)
Fıkıh usulü müstakil bir disiplin olarak büyük ölçüde mezhep imamlarının yaşadığı dönemden sonra ortaya çıktığı için diğer Sünnî fıkıh mezheplerinin usulleri gibi Mâlikî mezhebinin usulü de Mâlik b. Enes’in vefatından sonra yazılmıştır.
Mâlikî usulünün kaynakları şöyle sıralanabilir: Kur’an, sünnet, icmâ, amel-i ehl-i Medîne, kıyas, sahâbî kavli, mürsel maslahat, örf ve âdet, sedd-i zerâi‘, mürââtü’l-hilâf, istishâb ve istihsan.
Mütevâtir olmayan kıraatler delil olarak kabul edilmez. Sünnet, diğer mezheplerdeki gibi mütevâtir ve âhâd olarak ikiye ayrılmıştır. Mütevâtir sünnetin kesin bilgi ihtiva ettiği ve hem itikad hem amel bakımından kesin bir delil olduğunda ittifak vardır. Âhâd haber ise bazı Mâlikî müellifleri tarafından müstefîz (hadis terimi olarak “senedinin râvi sayısı baştan sona her tabakada üçten aşağı düşmeyen, fakat mütevâtir derecesine de ulaşmayan hadis” mânasına gelmektedir.) olan ve olmayan şeklinde tasnif edilir.
Mürsel haber Hanefî mezhebinde olduğu gibi Mâlikî mezhebinde de delil kaynağıdır.
Mâlikî fıkıh usulünü diğer mezheplerden ayıran en meşhur husus, herhalde amel-i ehl-i Medîne’nin icmâın hemen ardından bağlayıcı bir delil olarak kabul edilmesidir. Amel-i ehl-i Medîne tabiri, Hz. Peygamber’den tebeu’t-tâbiîn nesline kadar süren zaman dilimi içerisinde Medineliler’in üzerinde ittifak ettikleri fıkhî görüş ve uygulamaları kapsamaktadır.
İmam Şafii (150/767- 204/820)
Şâfiî’nin düşünce yapısında genel olarak vahiy, özel olarak Resûlullah’ın sünneti merkezî bir konuma sahiptir. er-Risâle’nin başında kaydettiği ayetlerle bir yandan vahye bağlılığı temel ilke edinmenin önemini vurgularken diğer yandan Resûl-i Ekrem’in özel konumuna ve sünneti vahyin ayrılmaz parçası sayma gereğine dikkat çeker. Sünneti hak ettiği konuma yükseltmek Şâfiî’nin fikrî mücadelesinin ana mihverini oluşturur.
Şâfiî’ye göre dinî hüküm ancak dinî bilgi sağlayan bir kaynağa dayanılarak verilebilir. Bu kaynaklar ise Kur’an veya Sünnet’te yer alan haber, icmâ ve kıyastır.
“Ben Resûlullah’ın sünnetine muhalefet edene muhalefet etmişimdir” diyen Şafii Nebevî sünneti Kur’an’ın doğru anlaşılmasının ve sakat yorumlardan korunmasının güvencesi olarak görmüş, sünneti içeren sahih hadisleri belirlemeye ve bunları başarılı şekilde yorum sürecine katmaya gayret sarf etmiştir.
Şâfiî’ye göre müslümanın karşılaştığı her olayın mutlaka dinî bir çözümü olduğuna göre bu çözüm ya naslarda doğrudan ifade edilmiştir ya da onlarda çözüme dair bir işaret (delâlet) vardır. Naslarda doğrudan bir hüküm mevcutsa ona uymak, değilse doğruya ulaştıracak delâleti araştırmak gerekir. Bu delâleti araştırmak içtihat, bir diğer adıyla kıyastır; zira Şâfiî’ye göre içtihat kıyasla bir yönüyle özdeştir. Kıyas ancak ehil olanlar tarafından yapılabilir. Kıyasa ehil olmak için farz, edep, nâsih, mensuh, âm, hâs ve irşad yönleriyle kitabın hükümlerini, Arap dilini, geçmişten gelen sünnetleri, selefin görüşlerini, icmâ ve ihtilâfları bilmek, ayrıca birbirine benzeyenleri ayırt edebilecek düzeyde sağlam bir muhakemeye sahip bulunmak gerekir.
Ahmed b.Hanbel (164/781- 241/855)
Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezhebinden sonra ortaya çıkmış dördüncü büyük Sünnî mezhebidir.
Hanbelî mezhebinin kurucu imamı olan Ahmed b. Hanbel, hayatı boyunca fıkha dair görüş ve fetvalarını yazdırmamaya özen göstermiş ve kendi re’yi yerine zayıf dahi olsa hadise itibar etmiştir.
Bir mesele karşısında önce Kitap, sonra Sünnet ve daha sonra da sahâbe görüşlerini delil olarak kullanması, onun zihninde özellikle hukukun kaynaklarına dair bir hiyerarşinin varlığını göstermektedir. Ayrıca usul ve metot bakımından ihtiyaç duyduğunda selef-i sâlihînden saydığı ve hadise bağlılığına inandığı Şâfiî’nin görüşlerine müracaat eder ve hadiste hükmü bulunmayan meseleleri onun hükmüne bırakırdı.
Hanbelîler, Hz. Peygamber’in sünnetini nas olması bakımından Kur’an’dan ayrı düşünmezler. Resûl-i Ekrem’den gelen haberleri mütevâtir ve âhâd olarak iki kısma ayıran Hanbelîler’e göre mütevâtir haberin ifade ettiği bilgi üzerinde bütün insanların icmâı şart değildir.
Sonuç
Hz. Peygamber’in (sav) vefatını müteakip ortaya çıkan, dinî nitelik taşıyan bütün oluşumlar, İslâm’ın anlaşılma biçimleridir. Bir kimse, kim olursa olsun, hangi mezhebe mensup bulunursa bulunsun, Allah’a, ahiret gününe, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıyorsa, İslam dairesi içindedir.
Mezhepler yeni birer din olmayıp dinin anlaşılma ve yaşanma biçimidir. Mezheplerin ortaya çıkışını hazırlayan başlıca faktörlerin başında Nasların Özelliği gelmektedir. İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te zarûriyyât-ı dîniyye denilen ana ilkeler genel hatlarıyla anlaşılır olmakla birlikte bunların ayrıntılarıyla ilgili hususlar naslarda açık biçimde yer almamıştır. Kur’an’da namaz kılın, hac edin, zekat verin… gibi birçok emir verilmiştir. Bunların nasıl yerine getirileceği konusunda da Allah Rasulü; “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın”… gibi uygulamaları ile göstermiştir.
“Gerek Kur’an-ı Kerim’de yer alan âyetler, gerek Hz. Peygamber’den sadır olan hadisler içerik olarak iki çeşide ayrılmaktadır: Birincisi; anlamı, manaya delâleti, maksadı açık, net, sarih olanlardır. Bu tür dînî metinleri herkes anlayabilir. İkincisi ise; anlamı açık olmayan, neyin kastedildiği net bir şekilde belirtilmeyen, çeşitli anlamlara gelebilecek ihtimaller taşıyan hitaplardır. Bu tür hitaplar, farklı şekillerde anlaşılabilir. Allah ve Rasülü bu tarz hitapların böyle anlaşılmasında bir beis görmemişlerdir.
İlk devirlerde sahabî, tâbiî ve müctehidlerin bazı âyetleri farklı şekilde anlamaları ve bir kısım hadisleri sıhhat ve içerik yönünden değerlendirirken farklı yaklaşımları, Müslümanların yabancı fikirlerle karşılaşmaları, yeni olaylar ve problemler için yeni çözüm yollarının aranması ve kimlerin devlet başkanı olacağı konusu, İslam’da itikadî, fıkhî ve siyasî farklı görüş ve mezheplerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak bilimsel ölçülerin dışına çıkmamak şartıyla inanç, ibadet ve uygulama alanlarında samimi düşünce ve iyi niyetle yapılan yorum ve içtihatların oluşturduğu mezhep ve görüş ayrılıkları, Müslümanlar için kolaylık sağlamıştır. Gerek duyulunca bütün mezheplerin içtihatlarından yararlanmak, gayet tabiîdir. Hatta yeni içtihatlar yapmak gerekirse, bu yola da başvurulabilir.
Ayrıca bir toplumda herkesin aynı görüşte ve bütün Müslümanların tek mezhebe bağlı olması şart değildir. Üstelik buna imkân da yoktur. Yeter ki Müslümanlar, Kur’an ve sahih sünnetin dışına çıkan zorlamalara gitmesinler, akıl, bilim ve mantık sınırlarını aşmasınlar. Aynı Allah’a, aynı Peygamber ve Kitaba inanan; kıblesi, mihrap ve minberi bir olan Müslümanlar, elbette Hanefisi, Malikîsi, Şafîsi, Hanbelîsi… kardeştirler.
Sonuç olarak, yapılan içtihatlara saygılı olalım Peygamber Efendimizden Sahabe-i Kirama, Tabiun döneminden günümüze kadar yapılan içtihatları yok sayarak yalnız bana Kur’an yeter anlayışı ile sorunların çözümü karşısında İslami anlayışı donuklaştıramayız. Dinamik bir İslam anlayışı ile müslümanları uyandırmak, buhranlar içerisinde kıvranan, arayış içerisinde olan insanlara İslam’ın mesajını ulaştırmak için aramızdaki ihtilafları ortadan kaldırarak fıkhi mirasımıza sahip çıkmalıyız. İhtilafları olabildiğince aza indirmeye çalışmalı, en önemlisi var olan ihtilaflarımızı düşmanlığa ve çatışmaya dönüştürmemeliyiz. Her Müslüman kendi görüşünü din olarak görürse düşmanlık ve çatışma kaçınılmaz olur. Zira bu tartışmalar bizâtihî din değil, dinden anladıklarımıza yönelik farklılıklardır. Unutmayalım ki mutlak doğru Kur’an’dır içtihatlar ise muhtemel doğrulardır.
İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak temennisi ile…
Kaynaklar
Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi
Hayrettin Karaman, İslam hukukunda İctihad
TDV İslam Ansiklopedisi; Mezhep, Ebu Hanife, İmam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel maddeleri