TARİH ŞUURU VE DEMOKRATİK DEVLET YÖNETİMİ

“Mazi, ibret ve misallerle dolu en kıymetli bir kitaptır.”

Ülkemizin gündemine cumhurbaşkanlığı sisteminde revizyon (yenilenme-düzeltme) değişimi oturdu. Bu gündem bizzat cumhurbaşkanı tarafından dillendirildi.

Sayın cumhurbaşkanı neden böyle bir söylemi yapma gereği duydu? Bu söylemi yapmada 31 Mart ve 23 Haziran mahalli seçimlerinin sonuçlarının payı büyük. Her iki seçimde de AKP özellikle büyükşehirlerde başarılı olamadı. Aynen önceki parlamento seçimlerinde başarılı olamadığı gibi.

AKP her geçen gün katıldığı seçimlerde yaralı çıkmakta. Ülke meseleleriyle ilgili çözüm üretilmemekte. Parti içinde şeffaflık, adalet ve hukukun üstünlüğü konularında tartışmalar yapıldığı gibi özeleştiri ve zayıflama refleksleri görülmektedir. Her ne kadar parti içinde revizyonlar yaparak, cumhur ittifakını oluşturarak, beka ve tehdit algıları ile geçim sıkıntısı çeken seçmenlerini tutmaya çalışsalar da AKP kurmayları seçmenlerini küstürerek kaybettiklerinin farkında.

Küskünler, kırgınlar; eğitim, ekonomi ve dış politikada başarısızlığı ve partide çıkar gruplarının kendilerini güçlendirmekte olduğunu gözlemlemede. AKP’nin kadrolaşma adına ehliyet ve liyakate durumlarına bakmaksızın yakınlarına görev vermesi de partiden kopmaları artırmakta. Kopanların bazıları siyasetten uzaklaşırken, bazıları başka partilere katılmakta ya da yeni parti kurmaktalar.

Bazı AKP kurmayları parlamenter sistemi savunmakta. Cumhurbaşkanlığı siteminin aksayan, uygulanamayan ve olmayan yönlerinin olduğunu, yasamanın güçlendirilmesi gerektiğini ve bu sistemin panzehir olmadığını vurgulamaktalar.

Sayın cumhurbaşkanı halkın desteğini almadan iktidar olunamayacağını düşünerek sistemde revizyon diyerek milletle gönül bağını güçlendirme, üzülen ayrışan küskünleri yeniden bünyesine alma ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bütünlüğünü sağlama telaşında.

Şu kesinlikle bilinmelidir ki; Bugün toplumumuzdaki pek çok rahatsızlıkların ilaçları Türk tarihinde mevcuttur. İyi araştırıp peşin hükümlerle hareket etmezsek ilaçları buluruz.

Bu amaçla tarihimizi iyi araştırıp onun bize bıraktığı, siyasi sosyal, ekonomik, kültürel ve askeri bütün değerleri öğrenerek geleceğe ışık tutmasını sağlamamız gerekir. Çünkü tarih, geçmişin hata ve sevaplarını bilerek geleceğe yön verme sanatıdır.

Tarihini bilmeyen milletler ilelebet payidar olamazlar. Hele hele kazancını, çıkarını ve belden aşağısını düşünen insanların çoğaldığı, tarihsiz, töresiz ve mefkûresiz insanların her tarafta kaynaştığı, taşıdığı misyondan habersiz insanların tefekkürde değil ama tembellikte yarıştığı şu günlerde, tarihimizi bilmenin ve tarihin önemini kavramanın ayrı bir tadı ve önemi olacaktır.

Tarih bilmek olayların ruhunu anlamaktır. Özellikle devletlilerimizin iyi bir tarih bilgisine sahip olması gerekir. “Mazi, ibret ve misallerle dolu en kıymetli bir kitaptır.” Dünya bir tecrübe evidir. Her şeyi tecrübe etmeye değil, edilmiş tecrübelerden istifade etmeye çalışmalıdırlar. Misal olması bakımından;

“Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerde Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken Bizans döneminden kalma suyollarına tesadüf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.

Bu işlerde son derece deneyimli Nikola isimli Rum bir mühendisi bulur. Düşüncesini açar ve eski suyollarının tamir edilmesini ister.

Nikola, amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Veziriazam (başbakan) Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişahın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı nezarete attırır…

Bir süre sonra padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün? Kazma dahi vurulmamıştır.

Talimatın Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki Nikola hapistedir.

Kanuni Sultan Süleyman, Veziriazam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar: “Suyollarını yapan gayrimüslimi neden hapsettin?”

Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye layık cevabını bugünkü dile çevirelim:

“Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfi kararlarınla masraf kapılarını açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle temasına mani olmak için mühendisi nezarete ben attırdım.

Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “d”si yokken, hâkim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.

Bu ağır cevap karşısında muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz.

Maalesef geçmişte okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi “mutlak iradesiyle yerinden fırlayıp” padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; “Tiz sadrazamın boynu vurula!” mı dedi?

Hayır….

“Seni azlittüm! Bütün malını mülkünü hazineye irad kaydettim. Var Allah’tan bul!” Diyerek sürgüne mi gönderdi?

Yine hayır….

Sadece boynunu büktü, veziriazamına hak verdi, salâhiyetini aştığı için kabul edip adeta özür diledi: “Benim vezirim, münasip olanı yapasın!”

Bugün bile bu tablo bir hasret tablosudur! Türkiye maalesef “kuvvetler ayrılığı prensibi’ni hâlâ oturtamamıştır.” Biz Osmanlıyız Yavuz Bahadıroğlu Sayfa 156-157)

“Osmanlı Devleti, bugünkü Bakanlar Kurulu karşılığı olan divan tarafından yönetilirdi. Divana Sadrazam (Başbakan) başkanlık ederdi. Divan toplantıları, Topkapı Sarayında Harem dairesinin ve Enderun’un dışında kalan bölüm olan devletin dış hizmet avlusundaki kubbe altında yapılırdı. Kubbe altını Fatih Sultan Mehmet yaptırmıştır. Burada Divan-ı hümayunun toplantı mekânları oluşturulmuştur. Bu toplantılara bir süre Fatih’te katılmıştır. Sonra katılmama kararı almıştır.

Divanda, Sadrazam en ortada oturur. Sağında ve solunda diğer divan üyeleri, Nişancı, Defterdarlar, Kazasker, Kaptan-ı Derya, Şeyhülislam, Reisülküttap, Kubbealtı vezirleri sıralanır. Dilekçeler okumaya başlanır. İnsanlar sıraya girerler ve divana arzlar yapılır. Kararlar divan heyeti tarafından alınır. Burada en dikkat çekici nokta padişahın divan toplantılarına katılmıyor olmasıdır.

Neden? Çünkü büyük devlet olma yolundaki protokol kurallarını belirleyen kişi Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih bu dönemde diyor ki, “Ben bundan sonra bu toplantılara katılmayacağım.” Neden? Çünkü kararları etkiliyor. Mesela şöyle düşünün: biz burada divan heyetiyiz. Aramızda padişah da var. Bir dilekçe okunuyor. Karara varılması gereken mevzular var. A’mı diyelim, B’mi diyelim? Şimdi ben A derim, padişah B der. Zıtlaşırız, tezat dişeriz, yarın beni kabineye sokmaz, çizer, her şey olabilir. O zaman ne yapacağım? Kendi irademi, görüş ve düşüncelerimi bir kenara koyarak padişahın keyfine göre karar vereceğim. Kendi özgür irademi öteleyeceğim. Bu yönetimde çok önemli bir sıkıntıdır.

Fatih ne diyor? Divanda herkes özgür düşüncesini dillendirsin. Bakıyor katılımcılarda bir çekinme, tedirginlik, “Bundan sonra toplantılara ben katılmıyorum, kararları siz alıyorsunuz, sonra bana arz ediyorsunuz, ben de onaylıyorum ya da reddediyorum.” diyor.

Evet… Fatih Sultan Mehmet demokratik bir yönetim şekli denemiş. Resmen bugünkü cumhurbaşkanının veto sistemi gibi bir şey.

Padişah her ne kadar toplantıya katılmasa da divan üyelerinin performansını görmesi için bir pencereden divan toplantısını izlerdi. Kaldı ki divan üyelerini atayan ve azleden padişahtı.” (Osmanlının Şifreler Talha Uğurluer- Cansu canan Özgen Sayfa 143)

Osmanlı devletinde; İslam’ı sade ve samimi bir şekilde özümseyen ve hayata geçiren Türk milletinin gözünde “Bütün müminler kanun nazarında eşittir” kanun önünde eşitlik ilkesi hayata öylesine derinden hâkimdir ki, sıradan insanlar kimi padişahları mahkemeye verip yargılatmış, hatta mahkûm ettirmişledir. Bunu yapabilmek bugünün demokratik anlayışı içinde bile zordur. Bu anlayışın temelinde, kuşkusuz, İslam’ın “kul hakkını yememe kuralı yatar Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.”

“İnancın gereği olarak Osmanlılarda “imtiyaz/ayrıcalık” yoktur. Asiller sınıfından ya da Hristiyanlıktaki gibi “ruhban sınıfından bahsedilemez.”

“Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra Hristiyan halka yayınladığı ahitnamede İnanç özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, kıyafet özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, Ticaret özgürlüğü hakkı tanımıştır.”

Osmanlı devlet sistemi, pek çok yabancı düşünürün tetkik ve tecellisinden geçtiğine göre “mutlakıyet” değil, insanı merkez alan ve insana değer veren, bugünkü anlayışla yatkın demokratik bir yapıdır.” Bu özelliği ile Osmanlı Devleti demokratik hak ve özgürlüklerin teminatı olan hukuk devletidir. “Sultan I. Mahmut’un dışişleri bakanı Emarzade Hacı Mustafa Efendi, Fransız sefirine “Aslına bakarsanız Osmanlı Devleti, adı henüz konmamış bir cumhuriyettir.” der.

Demokrasi, bir milletin kendi kendisini yönetmesi ise demokratik devletlerin yönetim biçimi de Cumhuriyettir. “Cumhuriyet, yücelik ve adalete taraftar olan ruhların meydana getirdiği hükümettir.” “Adil hükümetlerin en âli, en yüce şekli cumhuriyettir.” “Cumhuriyet fazilettir.” Milletimizin yaratılışına uygun yönetim şekli cumhuriyettir. “Hukuk devleti gerçek anlamda inşa edilmeden demokrasi gelişmez, demokrasinin gelişmediği bir toplumda ise bilge toplum idealine erişilemez.”

Yukarıda iki misal, devlet yönetiminde bize ışık tutmaktadır. Kuvvetler ayrılığı prensibinin mükemmel bir şekilde işletilmesi gerekir. Kanun yapma millet adına vekillere verilmişse, her milletvekili hür iradesini kullanarak meclisten çıkacak kanun maddesini reddetmesi veya kabul etmesi gerekir. Mensubu olduğu siyasi parti genel başkanının etkisinde kalmamalı onun emrine amade olmamalı, “meclis çalışmaları, tamamıyla siyasi partilerin dar bir grubun liderlerinin tekeline, insafına terk edilmemelidir.”

Devlet başkanı da yetkisi dâhilinde hareket etmeli, başkalarının sorumluluğundaki işlere müdahale etmemeli ve son derece adaletli olmalıdır. “Kuvvetin hâkimiyeti geçicidir. Bâki olan hakkın ve adaletin hâkimiyetidir.” Hz. Ali’nin ifadesiyle “Milletlerin ölçü ve terazisi adalettir.” “En hayırlı hükümdar, zulmü ortadan kaldıran, adaleti ve hakkı ayakta tutandır.” “Devlet başkanı esas prensiplerden ayrılmamalı, ikinci planda olan şeylere önem vermemeli, aşağılık adamların ön safa geçmesini engellemeli, erdemli kişilerin de arka plana atılmasını sağlamamalıdır.” (Diyanet İşleri başkanlığı Yayınları Hz. Ali’nin Ölmeyen Özdeyişleri Sayfa 6-20-46)

“Devlet başkanı, birleştiren, barıştıran, anlaştıran, kaynaştıran ve milletini ortak projeler, hedefler, ortak idealler etrafında toplayan olmalıdır.”

Öte yandan bakanlar kurulunda görev yapan milletvekillerinin ülke yönetiminde alınacak bütün kararlarda dahi haktan ve adaletten yana olmaları gerekir. Çoğunluğa uymazsam, devlet başkanın rızasına uygun hareket etmezsem bir daha bakan olamam korkusu yaşamamalıdır.

Elbette ki ülke yönetiminde millete de büyük görevler düşmektedir. Her ne kadar ülke yönetimini milletvekillerine vekâleten verse de ülkeyi yönetenlerin yegâne denetleyicisi milletin ta kendisidir. Millet siyasetin bizzat içerisinde olmalıdır. “Siyaset umumi hayattır. Siyasete karışmam, siyasete karışma demek vatan işine, millet işine karışmam ve sende karışma demektir ki, son derece tehlikeli bir durumdur.” .” (Hikmet Deryasından Damlalar Bıçakçızâde Ahmet Hakkı Sayfa 86)

Toplum çoğunluktan yana değil hak ve adaleti gözetenlerin yanında olmalıdır. “ Topluma, cumhura muhalefet hatadır, toplum nereye gidiyorsa sende oraya gideceksin derler. Cumhur hükmettiği şeyin alimi ise, bu söz doğrudur. Alimi erbabı değilse, ona muhalefet hata olmaz. Hastalığı bilmeyenlere karşı bir doktorun muhalefeti hata olmayıp aksine hak olduğu gibi.” (Hikmet Deryasından Damlalar Bıçakçızâde Ahmet Hakkı Sayfa 34)

“Bu ülkenin sorunlarını, yine bu ülkenin insanları çözmek zorundadır. Dindar, dine kayıtsız, düşünce zevk ve menfaatler bakımından farklı öbeklerde toplanmış insanlarımız çözecek. Ama sağlıklı ve isabetli çözümlerin ilk şartı, milli mutabakattır… Bu ülkenin insanları, yüzlerle, belki binlerle, milyonlarla ifade edilebilecek farklılıklarıyla karşılıklı saygı içinde, asla vazgeçilmez, ihmal edilmez uzlaşmaları sağlamak mecburiyetindedir. Türkiye’nin dününü, bugününü, yarınını birleştiren mukaddes bağları kurmak, milyonlarca insanı birbirine bağlayan mübarek temeller, ölçüler, hedefler üzerinde anlaşmak mecburiyetindedirler.” ( Aykut Edibali Millet Davası sayfa 224 Bayrak yayınları )

İçinde bulunduğumuz durumdan en büyük mesuliyet payı idarecilere düşmektedir. Fakat malumdur ki, idareciler halkın aynasıdırlar, onlar toplumların eseridirler, onları halk çıkartmıştır. Hadisi Şerif’te de “ Nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz.”(Beyhaki, Taberani) buyrulmuyor mu?

Bu bakımdan ülkemiz, cumhuriyeti tam manasıyla anlamış yüksek fikirli ve namuslu insanlara muhtaçtır. Zira cumhuriyet, “serseri hükümeti değil, temiz ahlâk ve fazilet hükümetidir.” “Hükümet, kuvveti ile tebasını kötülükten, adaleti ile zarardan ve zulümden himaye eden topluluktur.” Türkiye Büyük millet Meclisi sadece iktidarda bulunan partilerin ve gurubu bulunan partilerin kendi görüşlerini şov yaparak beyan ettikleri bir kürsü haline gelmemelidir. Milli iradenin mükemmel bir şekilde temsil edildiği yer olmalıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hakimler meclisi gibi vakur, azametli, ciddi, âlim ve ince fikirli olmalıdır. Onun için Türkiye’yi kuran, yöneten, istiklâle kavuşturan gazi ve kahraman meclis geleneği unutulmamalıdır…

İktidar sahipleri, kurumları ayağa kaldırmalı, Ülkemizi üretmeyi üreten bir ülke haline getirmelidir. Hamlelerini kendi çıkarları için değil Muhteşem Türkiye’yi kurmak için yapmalıdırlar. Siyasette başarı, onun ihlaslı ve ehil kişilerce yerine getirilmesine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki “güzel bir siyaset, iktidarı sürekli kılar.”

Yorum Yapın

Navigate