ÇUVALDIZ

Evveet değerli okurlar, yazarınız Çuvaldız bir ay sonra yeniden evlerinizde. O da ne, bütün kapılar sanki bir duvar! Geleceğimi bildirseydim hazırlık mı yapardınız? Kimi kandırıyorsunuz, yapmışsınız zaten yapacağınızı, kapatmışsınız bütün kapıları. Ne yapalım, ben de artık şansımı pencerelerde, olmadı bacalarda deneyeceğim, yine de evlerinize gireceğim…

Adamım, Boğazımı Sıkma Nefes Alamıyorum

Delidir, ne yapsa yeridir lakaplı Trump’ın başkan olduğu, neredeyse bütün İslam ülkelerini yerle bir eden eli kanlı Amerika, korona virüsle kapışırken birden kendini kor ateşlerin içerisinde buluverdi.

Beyaz bir polisin, diziyle boğazına bastırıp siyah bir Amerikalının soluksuz kalarak ölümüne sebep olmasından sonra ABD birdenbire karıştı. Yıllardır benzer sahneleri İslam ülkelerinde görmeye alışık insanlar da şaşırdı bu işe. Amerika’da ha?

Evet, Amerika’da. Bütün Dünyayı ateşe verirsen, o ateşin seni de sarması çok doğal. Çok doğal, zira ABD denilen o heyula devlet, zaten bu düşüncenin ürünü. İçeride beyazların dışarıda ise kendilerinin üstün olduğu, diğerlerininse adeta bir köle olduğu bir düşüncenin…

İşte bu nedenle sıkılıyor insanların boğazları. Ya gel bize köle ol ya da öl! Bugün özgürlükler ülkesi denilen Amerika’da yıllar önce yaşananları Kökler dizisi bizlere göstermedi mi? Denilebilir ki Kökler dizisi bir filmdi. Doğru, lakin yaşananları anlatan bir filmdi. Öyle Rambo filmleri gibi uyduruk değil.

Karanlık çağlarda gemilerle Amerika’ya taşınan yüzbinlerce Afrikalı sayesinde bugünkü Amerika var. Peki, bugünün aydınlık çağında durum farklı mı? Yooo öyle peşin fikirli olmayın. Artık durum farklı, hem de çok farklı. Çünkü şimdi taşınanlar siyahlar değil, artık ülkelerin zenginlikleri.

Seviyesine ulaşmayı amaçladığımız Batı da tıpkı ABD gibi, sömürülen onca millet sayesinde var. Siz bakmayın günümüzde özgürlüğünü kazanmamış hiçbir milletin kalmadığına. Beyinleri ve de bütün zenginlikleri sömürülüp duruyor hem Batı hem de ABD tarafından.

Siz zannediyor musunuz ki günümüzde sporda başarılı olan bazı zencilerin lüks hayat yaşadıkları Amerika da bütün zenciler özgür. Özgür olmasına belki özgürler ama, evsiz, barksız, sokaklarda veya parklarda yaşıyor çoğu, çalışanlarsa birkaç dolara talim ediyor. Bize hep sokakların önü gösteriliyor. Lakin sokakların arkası kapkaranlık…

Sen; adamım, boğazımı sıkma, nefes alamıyorum diye yalvarsan da bu kahpe dünyada düzen böyle kurulmuş. Egemenlerin kölelerin boğazını sıkması gerekiyor ki kahrolası çarkları hep dönsün enseler kalınlaşıp göbekler şişsin. Senin nefes alamaman ya da ölmen sanki umurlarında…

Bu çarka çomak sokacak, devranı da tam tersine döndürecek bir ülke ve bir millet var. Türkiye ve Türk Milleti! Peki Türkiye bu güçte, Türk Milleti bu azimde mi? Maalesef hayır. Zira bizi yönetenler de bizim boğazımıza çöküp duruyorlar yıllardır. Ve o kahrolası iktidarlarını devam ettirmek için de bizi boğmak istiyorlar dizleriyle. Onlara inat, biz hep nefes alacağız, yaşayacak ve yaşatacağız inşaallah.

HDP İle Hizaya Getirmek

Reis, bir taraftan bizden ve bizden olmayanlar diye bu necip milleti kamplara ayırmaya çalışırken bir taraftan da kendine rakip gördüklerini HDP ile dirsek temasında olmakla suçlayıp duruyor.

Bizatihi kendilerinin kahrolası AB sevdasının bir sonucu olarak bağrımıza bir hançer gibi saplanan HDP ile yıllardır yaptıkları bölücü dansları unutup güya muhalefeti susturmak için birilerinin HDP ile temasta olduğunu söyleyip duruyor bizim Reis.

Şimdilerde birilerini HDP ile görüşmekle itham edenler zamanında öyle gizli saklı da değil, hem de herkesin gözlerinin önünde, neler yapmışlar neler, şöyle bir hatırlayalım mı? Tam da atalarımızın “ele verir talkını kendi yutar salkımı” dedikleri hesap. Üzümü yiyenlere bağını soranlar çıkar bakarsın…

5 Ağustos 2009’da dönemin DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, o dönemin Başbakanı Erdoğan ile bir “açılım” görüşmesi yapar ve açılım süreci başlar. 3 Ocak 2013’te Ahmet Türk ve BDP Milletvekili Ayla Akat Ata, AKP iktidarının izniyle İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan’la görüşür.

Ve bundan sonra İmralı adeta yol olur. 23 Şubat 2013’te BDP’li Pervin Buldan, S. Süreyya Önder ve Altan Tan, 18 Mart 2013’te ise Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan ile Sırrı Süreyya Önder yine AKP iktidarının izniyle İmralı’ya kadar gidip Öcalan’la görüşürler.

“Açılım” başlamıştır bir kere. Bu defa da 21 Mart 2013’te Apo’nun nevruz mektubu BDP yöneticileri tarafından bir toplantıda okunur. Ve sonrasında açılıma bir açılım daha eklenir. 17 Aralık 2013’te BDP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, kapısına Türkçe ile birlikte Kürtçe bir de tabela asar.

Arkasından gelen “çözüm süreci” ve yaşanan o malum olaylar. Gerçi bizim siyasilerin dün dündür bugünse bugündür gibi garip bir düsturları var. Bu bakımdan birilerinin dün yaptıklarını unutup da bugün başkalarını suçlamaları çok normal. Lakin bizim için uyulması gerekli ulvi bir düstur var: Ya hayır söyleyecek ya da susacağız. Biz hayrı seçtik…

Biz Kimiz Türk Milleti mi Yoksa Türkiyeli mi?

Siz duydunuz mu bilmiyorum Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu diye bir kurul var(mış). Ne yapar bu kurul, herhalde hukuk devletine giden yolda fikir üretir diye düşünürken üyelerinin fikir yerine zehir ürettiklerini öğrendim.

Sözünü edeceğim zehir, sizin de çok iyi bildiğiniz bir zehir. AKP’nin olmazsa olmaz düsturlarından biri. Biliyorsunuz ki onlara göre “Türk Milleti” diye bir millet yok! Peki ne var? “Türkiye Halkları” var.

Bakın o kurulun üyesi ve Reis’in danışmanlardan birisi olan M Uçum ne demiş: Türkiye toplumu çok kimlikli bir toplumdur. Bizim toplum farklı kimlik gruplarının bir bileşkesidir. Türkiye modeli biçimi veya milleti dediğimizde insanlar tuhaf bir tepki gösteriyorlar. Türkiye Milleti(!), tek bir etnisiteye dayanmıyor.

Türk Milleti diyenler de Türk Milleti’nin sadece Türklerden ibaret olduğunu söylemiyorlar. Bunun içerisinde Kürtler, Gürcüler, Azeriler de var. Kast edilen şey Türkiye’de yaşayan bütün kimliklerin oluşturduğu bir millettir. Türkiye Milleti, biçimi ya da modeli demek rahatsız olunacak bir şey değil(!)

Hepsi bu kadar mı? Olur mu? Dahası da var. Bu kurulda bir isim daha var. Eski solcu, şimdi ise baş danışman olarak atanan Ayşenur Bahçekapılı. Bu hanımefendi daha 2009’da çözüm süreci sırasında Fetöcü’lerin desteklediği “Taraf” ta tarafını ortaya koymuş ve şu incileri döktürmüş:

Anayasa ne zaman değişir sizce? sorusuna “Bir tarih veremem ama demokratik açılım konusunda atılan her adım bizi anayasa değişikliğine daha çok yaklaştırıyor. Demokratik açılım(!) başarılı olursa anayasa değişir. Çünkü demokratik açılım anayasa değişikliğini kapsıyor. Zaten Anayasa değişikliği olmadan demokratik açılım yapılamaz ki” cevabını vermiş.

Peki, neler değişecek Anayasa’da? sorusunu da “12 Eylül Anayasası askeri zihniyetin dayattığı bir anayasadır. Bu sistemde bir sürü vesayet kurumu var. Bu vesayet kurumların temizlenmesi, haklar ve özgürlüklerle ilgili sınırlamaların azaltılması ve hayatın sivilleştirilmesi gerek. Ayrıca, vatandaşlık tanımı değiştirilecek, herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek. Üst kimlik olarak da kendilerini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diye tanıtacak” şeklinde cevaplamışlar.

Vatandaşlıktaki ‘Türklük’ tanımı kalkacak öyle mi? sorusunu ise “Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi yapamazsınız” diye cevaplamışlar.

Kendilerine “hükümet etme rolü” verilenlere bu rolle birlikte birçok “sufle” de verilmiş anlaşılan. Oyunda sıra o role gelince hiç zorluk çekmiyorlar, ellerine tutuşturulan sufleyi yapıştırıyorlar. Elbet Türk Milleti de bir gün AKP’yi yere yapıştıracaktır.

12 Ada ve Ege’de İşgal Edilen Türk Adaları

Ege Denizi’ndeki adalarımız bir bir Yunanistan tarafından işgal edilmişken Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’dan bir açıklama geldi. “Akdeniz ve Ege’deki haklarımızdan asla vaz geçmeyiz. Sonuna kadar savunuruz. Bu gücümüz de var!”

Peki, gerçekler ne yönde dersiniz. Biliyorsunuz Türkiye, Lozan Anlaşması’nın 15. maddesi gereği 12 ada ile birlikte Rodos ve Meis adaları da dahil 14 adadaki haklarından İtalya adına vazgeçmişti.

  1. Dünya Savaşı sırasında, 12 ada, önce Almanlar, sonra da İngilizler tarafından işgal edildi. 12 ada ile ilgili talebimiz İngilizlerce reddedildi. 2. Dünya Savaşı’na girmediğimiz için 12 adanın kaderinin belirlendiği Paris Konferansı’na davet edilmedik. Ve daha sonra imzalanan Paris Antlaşması ile 12 adanın egemenliği Yunanistan’a verildi.

Paris Antlaşması’nın 14. maddesine göre 12 ada gayri askeri statüde olup, Yunanistan, bu adalara asayişi sağlamak için jandarma ve polis dışında herhangi bir asker yerleştiremez. Ancak bu adalar daha 1960’ların ilk yarısından itibaren Yunanistan tarafından silahlandırılmaya başlanır.

Türkiye bu durumu ilk olarak 1964’te protesto eder. Daha sonra bu defa da Nisan 1975’te BM Genel Sekreterliği’ne nota gönderir, Yunanistan’ın adaları silahlandırmasını tekrar protesto eder. Bu durumun Türkiye’nin güvenliğini tehdit ettiğini bildirir.

Yunanistan, adaları işgale etmeye devam eder ve Rodos’a mekanize tümen; İstanköy’e mekanize tugay, Batnoz, Lipso, İleriye, Kelemez, Sömbeki, İleki, İstanbulya, İncirli, Kerpe ve Meis adalarına da birer tabur veya alay seviyesinde askeri birlik konuşlandırır. Mevcut durum itibarıyla 12 adalar da dâhil, gayri askeri statüdeki 14 adadan 12’si silahlandırılır.

1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne göre; çok taraflı antlaşmaların hükümleri sadece oybirliği ile değiştirilebilir. Türkiye ile birlikte tam 8 devletin taraf olduğu Lozan Antlaşması’nın 15. maddesi, Lozan’a taraf olan 5 devletin (İngiltere, Fransa, Yunanistan, Yugoslavya, İtalya) ve Lozan’a taraf olmayan 16 devletin katılımıyla 1947 yılında değiştirilerek imzalanan Paris Antlaşması ile 12 adanın egemenliği İtalya’dan alınıp Yunanistan’a verilmiştir.

Yapılan bu değişiklik, sözleşme ve antlaşmalara aykırı olduğu için geçerli değildir ve Yunanistan’ın 12 ada üzerinde hiçbir egemenlik hakkı yoktur!

Ege’de egemenlik haklarımızı korumayı, Yunan jetleriyle veya botlarıyla it dalaşı olarak görenlere sorumuz şu. Ne zaman 12 ada silahsızlandırılacak ve son yıllarda işgal edilen 18 ada Yunanistan’dan geri alınacak?

 

Yorum Yapın

Navigate