TARİHTEN GÜNÜMÜZE ANADOLU’DA TARİKAT, CEMAAT VE DEVLET İLİŞKİSİ ÜZERİNE KISA BİR BAKIŞ

Tarikatlar; tekke, zaviye ve dergâh gibi kurumların ihdasıyla toplumsal ve dini hayatımızda çok önemli bir yer edinmişlerdir.  Hicri II. asrın ikinci yarısından itibaren, ‘sûfîlik’,  ahlaki eğitim yolu olarak ortaya çıktı.  Önceleri ferdî bir özellik arz eden tasavvufî düşünce ve hayat tarzı, Hicri III. asrın ortalarından itibaren kolektif bir mahiyet kazanmıştır. Bunun tabii sonucu olarak, toplum içerisinde tasavvufî fikirleri yayan üstatlar ve şeyhlerle, bunların etrafında bir halka oluşturan mürîdler teşekkül etmeye başlamıştır. Buna bağlı olarak da, sûfîlerin bir araya geldikleri hânkâhlar, tekkeler ve dergâhlar ortaya çıkmıştır. Gerek fikir sisteminin cazipliği, gerekse pratik hayata yönelik teşkilatlı bir sosyo-dinî yapıya kavuşmuş olması sebebiyle, tasavvufi akımlar bir taraftan Müslüman toplumları hızla kendisine çekerek İslâm’daki rûhî hayatın canlı tutulmasını sağlamış; diğer taraftan birçok bölgelere İslâm’ın yayılmasında birinci derecede etkili olmuştur.1

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in 628 yılında Heraklius’a gönderdiği mektupla, Müslümanlar, Anadolu’yla ilk kez irtibata geçmiş; bizzat Peygamberimiz(s.a.v.) tarafından bu coğrafî bölgenin de İslamlaştırılması gerektiği ortaya konulmuştur.2 Gerek bu idealin düşünceden aksiyona geçirilmesi gerekse dünyayı kasıp kavuran Moğol istilâsının baskısıyla ecdadımız, Anadolu’yu kendileri için yeni vatan seçmişlerdir.

Anadolu’ya yerleşim gelişigüzel olmamış, ustaca bir siyaset gözetilmiştir. ‘Sufi Dervişler’ diye nitelenen topluluklar, yerleştikleri bölgelerin imarı yanında, gerek önceki Hıristiyan unsurların, gerek bu göçlerle meydana gelen kitlelerin İslâm potasında yoğrularak, bunlar arasında İslâm kardeşliğinin, kültür ve irfanının geliştirilip, İslâm’ın müesseseleşip, kalıcı bir hale gelmesinde; sosyal bünyenin kaynaştırılıp bir İslam medeniyetinin oluşturulmasında büyük roller üstlenmişlerdir. Dolayısıyla İslâm dininin, doğuşunu takip eden bu kısa süre içerisinde büyük coğrafyalara yayılmasının ana etkenlerinden biri -belki de birincisi- bu dinin bünyesi içinde barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur.3

İlk devirlerden itibaren İslâm’ın özüne inerek, onu en iyi şekilde anlayıp, duygu, düşünce ve davranışlarını tam manasıyla Allah ve Resulü’nün iradesine tâbi kılmayı gaye edinen tasavvuf ve tarikatlar, İslâm dinini gayrimüslim toplumlara tebliğ edip yaymayı en önemli görevlerinden biri kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, kendilerini Hak yolunda seferber eden ve her türlü fedakârlığı göze alan sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp sevdirmişler ve Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır. İslâm’ın İran, Horasan, Orta Asya, Anadolu, Balkanlar ve Kuzey Afrika gibi bölgelere, öncelikle sûfî dervişler vasıtasıyla ulaştırıldığı bilinen bir husustur. Tebliğ faaliyetini her fırsatta sürdüren sûfîler, gerektiğinde dış tehdit ve saldırılara karşı İslâm’ı müdafaa etme görevini de en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmışlardır. Bunalımlı dönemlerde, tasavvuf erbabı Müslümanları çeşitli tarikatların himayesine alarak, onların dini, ahlâkî kültürel ve hatta askerî bakımdan korunmasında çok büyük hizmeti yerine getirmişlerdir.4

Anadolu’nun İslamlaşmasında, Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapılarını Türklere açmasından sonra, Anadolu’ya ‘Yörük” ve “Türkmen’ nüfusu gelmeğe başladı. Tarikatlar ve bunlara bağlı olarak faaliyet gösteren ‘Tekke’, ‘Zaviye’  ve ‘Dergâhlar’ Anadolu’nun çeşitli bölgelerine hızla yayıldı. Selçuklu ve Beyliklerin takip ettiği siyaseti Osmanlı Beyliği de aynen takip ettirdi. Bu tekke ve zaviyelerin ‘şeyh’, ‘ulu’ ve ‘mürit’leri yerleştikleri bu topraklarda ‘mistik’ ve ‘tufeyfi’ (bedavacı yaşama) yaşama, toplumdan koparak, ‘inziva’ ve ‘uzlet hayatı’ (bir köşeye çekilip topluluktan ilişiği kesme) yaşama yolunu seçmediler. Tam tersine ‘Alperen’ ruhu ile ‘gaza ve cihad’ ettiklerini, bu ruhun devletin yıkılışına kadar da sürdüğünü belirtmek gerekmektedir. Tarikatlar Osmanlı devleti zamanında fetihlere öncülük yapmış aynı zamanda yeni fethedilen yerlerin İslamlaşmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca Osmanlı topraklarına yönelen işgalci güçlere karşı koymak için ellerinden gelen mücadeleyi vermişlerdir. Yani bir taraftan İslam ve Türk kültürünü yaymaya çalışırken, diğer taraftan toprağı işleterek, ekonomik faaliyetlerde bulunmuşlardır. Öbür taraftan ise, ‘Sefer-i Hümayun’ çağrısı yapıldığı zaman yanlarındaki ‘Derviş’ ve ‘Fukara Taifesi’ ile beraber “Sefer-i Hümayun”a iştirak edip hem yurt savunmasına katıldılar hem de “cihat” farizasını yerine getirmiş oldular. Bu davranışlarıyla, tarikat müntesipleri, ‘Alp’, ‘Eren’, “Alp-eren’, ‘Gazi’ unvanlarını alan, dini, vatanı, milleti ve devleti için cihat eden ‘mücahid’ kimseler olarak Anadolu’nun İslamlaşması için aksiyoner, ahlâkçı ve teşkilatçı bir görev üstlenmişlerdir.5

İçtimai Cihad

Bu tarikatlar devletin bekası ve İslâm dininin yayılması için idareciler, ilim adamları ve ordu mensupları ile elbirliği içinde çalışmayı kendileri için ibadet saymışlardır.
Osmanlı tasavvuf ricâli, tasavvufu ferdî cihaddan çıkarıp, içtimaî cihad haline sokan, tekke anlayışını müesseseleştirerek bunu toplumun her ferdine ve her ihtiyacına uzanan bir anlayış haline getirmişlerdir.6 Bu dönemde tekkeler, gönül terbiyesi mektebidir, güzel sanatlar okuludur, şifahanedir, siyasi, askerî, içtimai ve iktisadi ahlâkın, birlik ve beraberlik ruhunun ilmek ilmek işlendiği yuvalardır.7

Yörüngeden Çıkmak Tehlikelidir

Tarihsel anlamda çoğunlukla bir ahlaki eğitim kurumu işlevi gören bu yapılar zaman zaman yozlaşmış, kokuşmuş ve hatta çürümüştür. İslâm’ın ve tasavvufun Batı üzerindeki tesirinde, Ortaçağ’ın sonlarından itibaren bir azalma görülmüştür. Bu hususta 18. yüzyıldan itibaren oryantalistlerin İslam coğrafyası üzerine yaptıkları çalışmalarda elde ettikleri önemli verilerden birisi, toplum yaşantısında ve bölgesel iktidar kullanımında tarikatların önemi olmuştur. Bu çalışmalara ve gözlemlere göre, İslam coğrafyasında Müslümanlar tarikat üyesi olmasalar bile tarikat liderlerinin etkisi altındaydılar. Tarikatlara ve liderlerine karşı saygıyla karışık bir itaatin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, tarikat liderleri, halkı istedikleri noktaya yönlendirebiliyor, iktidar merkezine karşı bir güç oluşturabiliyorlardı. Gücü en fazla elinde bulunduran, merkezle diyalogu en yoğun olan tarikat halk nezdinde daha fazla itibara sahipti. Yine bu çalışmalara göre, güce dayanarak mevcudiyetini, meşruiyetini sorunsuz devam ettirmek, diğer tarikat ve gruplara karşı insanî, siyasî ve iktisadî gücünü korumak ve artırmak tarikatların birincil dünyevî amacı haline gelmişti.

Bu durumu Hıristiyan batı dünyası özellikle de İngilizler gördü ve Osmanlı coğrafyasında tarikatları çıkarları doğrultusunda kullanmayı çok iyi bildiler. Oryantalizm adı altında tarikatların Ortadoğu’daki siyasetlerini sürdürülebilmeleri açısından bu gruplarla ilgi ve ilişkilerini hiçbir zaman kesmediler.8 Hıristiyan batı dünyası yöneticileri için, toplumun bütünü yerine tarikat liderlerini ve üst düzey yöneticilerini etki altına almak, onlar aracılığıyla halkı, siyasi iradeyi hatta askeri idareyi yönlendirmek daha kolay ve ucuz oluyordu. Ayrıca bu yapılanmalar içine kendi yandaşları ve casuslarını yerleştirerek bu grupları uzun süreli etkileri altına almak gibi bir fırsatları da vardı. Tarikatlara mensup devlet adamlarının tarikat liderleri tarafından yönlendirilmesinin kolaylığı yanında, tarikata mensup olanların ülkenin her tarafında var olması, birbirleriyle devamlı iletişim içinde bulunmaları ve şeyhlerinin emirlerini-isteklerini devlet yöneticilerinin emirlerinin üstünde görmeleri gibi avantajlı bir durum da vardı. 19. yüzyıl Bab-ı Âlisi’nde, Osmanlı Sarayı’nda hatta Osmanlı Ordusu’nda yukarıdaki duruma benzer ilişkiler sistemi sıklıkla görülmekteydi. Arabistanlı Lawrence’nin Osmanlı Devletinde faaliyetlerini rahatlıkla sürdürmesinin, Arabistan coğrafyasının bütününde ve Anadolu’nun doğusunda İngilizlerin istedikleri gibi at oynatmalarının altında bu grupların büyük katkıları vardı.

Merdiven Altı

Milli mücadele ve kurtuluş savaşı zaferle tamamlanıp cumhuriyet kurulduktan sonra tarikatlar meselesi sorun olmaya devam etti. Bu tarikatların bir kısmının işgalcilerle iş birliği içerisinde olanları da vardı. 30 Kasım 1925’te kabul edilen 677 sayılı yasa ile tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı. Bu kurumlarla ilgili şeyhlik, müritlik, efendilik, dervişlik, dedelik, emirlik gibi bazı unvanların kullanımı ve bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklandı. Ancak 677 sayılı yasayla faaliyetleri yasaklanan tarikatlar, kanun dışı bir biçimde çalışmalarına devam ettiler. Tarikatlar günümüze değin varlıklarını sürdürdü.

A.B.D. öncülüğünde oryantalizm bu tür çalışmalarına günümüzde de yoğun bir şekilde devam etmektedir.  Müslümanların ve İslam coğrafyasının A.B.D. çıkarlarına göre düzene sokulmasını hedefleyen bu süreç, Kur’an’ın tahrif edilmesine kadar devam etti. İncil, Tevrat ve Kur’an’ın karışımından oluşan “Gerçek Furkan” adlı “kutsal kitap” çalışmasından, Fas’tan Endonezya’ya uzanan her ülkede İslam-demokrasi sempozyumlarının yine ABD ve Batılı istihbarat kuruluşları tarafından organize edilmesine kadar, yüzlerce örnek, yukarıda aktarılan genel stratejinin birer göstergesi olmuştur.9

Oryantalistler kendilerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmişler ve bu çerçevede Demokratik İslam, Ilımlı İslam, dinler arası diyalog, medeniyetler buluşması gibi terim ve kavramları bize oryantalizmin hediyesi olarak sunmuşlardır. Yaklaşık 40 yıl boyunca Türkiye’de tarikatlar ve cemaatlerle yakından ilgilenen Fuller’in  “40 senedir tesbih çekiyorum” sözü meşhurdur.10

Türkiye’de bugün cemaat ve tarikatların büyük bir kısmı dini ritüelleri benimseyen ticari organizasyon ya da siyasi nüfuz teşekkülleri halinde çalışmaktadır. Neredeyse hepsinin şirketleri, holdingleri, yayın kuruluşları vardır. Hatta içlerinde parti kuranlar bile bulunmaktadır. Öte yandan pek çok cemaat ve tarikatın çeşitli siyasi partilerle öteden beri ilişki içerisinde oldukları da bilinen bir gerçektir. Bu tür yapılar çoğu zaman siyasilerin de işine gelmiştir. Zira milyonlarca insanı ikna ile uğraşmak yerine tarikat ve cemaat liderlerini ve üst düzey yöneticilerini ikna etmek daha mantıklı ve netice alıcı olmuştur. Bir anlamda tarikatlar ve cemaatler bazı siyasi partilerin oy depoları olmuştur.

Okyanus Ötesinin Oltası

Müslüman toplumların yaşadığı coğrafyalarda uzun yıllardır sayısız benzerlerini gördüğümüz Fetö yapılanması ve son günlerde istismar ile gündeme gelen Uşşaki şeyhi Fatih Nurullah takma adlı Eyüp Fatih Şağban,   Pakistan’da Tahiru’l Kadri, Irak’ta Kesnizani’ler, Suud merkezli Medhaliler ve diğer yeni bazı guruplar ile bunlara benzer sayısız yapılar İslam’a zarar vermektedirler. Bu tür tarikat, cemaat hatta bazı siyasi hareketler, İslam’ı dünyevi çıkarları uğruna istismar ettiler. Dini istismar edenler, Allah’la ve Peygamberimizle görüştüklerini iddia ederek insanların iradelerini teslim almaya kalktılar. Hatasız ve masum oldukları yalanıyla kendilerini hakikatin yegâne temsilcisi gibi göstermeye çalıştılar. Sözde keramet ve rüyalarla, bidat ve hurafelerle saf ve temiz Müslümanları yönetmek istediler. Bilhassa gençleri hedef alarak toplumun heyecanını, hayal ve ideallerini, dinî inanç ve duygularını sömürerek düşünen beyinleri okyanus ötesine devşirmeye çalıştılar. Din istismarcıları, kendileri gibi düşünmeyenleri dışladılar, mutlak itaat göstermeyenleri ötekileştirdiler hatta tekfir ettiler.

İşin kötü tarafı bu tür pislikleri görüp te ‘bazı çevrelerin adamı’ diyerek bunları görmezden gelmeye çalışmak başka bir garabet. Bunlar bizatihi İslam değil, İslam’a zarar veren zavallı grup ve kimselerdir. Yanlış savunulabilir mi? Bu manada samimi Müslümanların daha dikkatli ve uyanık olması gerekir. Yanlışı kim yapıyorsa yanlıştır. Burada şunu da hemen belirtelim ki Bayrak Dergisi okuyucuları bu konularda her zaman uyanık oldular. Hatta yazı, makale ve kitaplarla milletimizi ve yöneticileri de uyardılar.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi artıları ve eksileri ile tarikatlar bugün de toplumsal bir gerçek olarak varlığını sürdürmektedir. Siyasetin tepesinden varoşlara kadar her biri kendi hiyerarşisini kurmuş yüzlerce cemaat ve tarikat var. Cumhuriyeti oluşturan siyasi elitin dahi yeri geldiğinde cemaat ve tarikatlarla bir şekilde ilişki kurduğu göz önüne alındığında “tarikatlar ve cemaatler kapatılsın” gibi bir yaklaşım yerine bunun sosyolojik nedenleri üzerine kafa yorarak tarikat ve cemaatlerin ıslah yoluna gidilmesi gerekir. Peki, bu nasıl olacak? Yasal olarak yok sayılan bir şey nasıl ıslah edilebilir ve denetlenebilir? Ya da sayıları, ekonomik gelirleri ve diğer durumları nasıl bilinebilir? Cemaat ve tarikatlar hangi boşluğu dolduruyorlarsa o boşluğun ya devlet ya da toplum tarafından doldurulması meselenin çözümüne katkı sağlar.  Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler yasal bir statüye kavuşturulması, denetlenmesi, faaliyet alanlarının belirli olması gerekir. Tarikatlar ve cemaatler belirlenen alanın dışına çıkılmaması gerekir. Mademki bu toplum dindar, insanlar bir şekilde dinlerini öğrenmek istiyorlar o halde devlet insanlara dinlerini öğretmek zorundadır. Devlet bu görevini havaleci bir anlayışla başkalarına devredemez. Eğer devrederse karşımıza daha çok fetö vb. gruplar çıkar.  Bu durumda Müslümanların bilinçlenmesi, bir ‘zihin inkılabı’ yaşanması gerekiyor. Bu nasıl gerçekleşebilir. İlk önce “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın siyasetin vesayetinden kurtarılması için anayasal özerk bir yapıya kavuşturulması gerekir.  “Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumu ahlak, ibadet ve itikat konusunda aydınlatmakta mükelleftir.” Bir zihin inkılabı ve kültür hareketi görevini Milli Eğitim Bakanlığı ve devletin TV kanalları yoluyla birkaç yıl içerisinde bu inkılap gerçekleşebilir.

Müslümanlar, özellikle konumuzla ilgili olarak tarikatlar ve cemaatler, acaba Hıristiyan Batı Dünyası’nın istediği hizaya mı gelecekler, yoksa Yüce Allah’ın emrettiği hizada durup başta da ortaya koymaya çalıştığımız gibi çıkış amaçlarına uygun mu davranacaklar? Ayrıca son ve mükemmel dinin mensupları olarak, Yüce Allah bizlere akıl ve irade vermiştir. Bu nedenle akıl bir başkasına devredilemez.  İslam’da sorumluluk şahsidir. Herkes hesabını kendisi verecek.  Selam ve dua ile.

 

1) Altıntaş, Hayrani; Tasavvuf, İlahiyat Fakültesi Dergisi. Ankara, 1989, c,XXXI, s.75.

2) Mehmet Akkuş, “Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve İslâmlaşmada Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, s. 133.

3) M. Ali Aynî, Hacı Bayram Velî (İstanbul 1334, s. 111-112).

4) Osman Türer, “Batı’nın İslâm’ı Tanımasında Tasavvufun Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, haz. Coşkun Yılmaz, İstanbul 1991, s. 143

5) Osmanlı devletinin tarikat tekke ve zaviyelere karşı takip ettiği siyaset Y.Doç.Dr.Rıfat Özdemir, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1151/13521.pdf

6) Mustafa Kara, “Osmanlılarda Tekke Siyaseti”, Hareket, 9 (1974), Ocak-Şubat 1975, s. 109-110, s. 36.

7) Osmanlı Devleti’nde tekkelerin fonksiyonları ile alakalı bk. Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c. I, İstanbul 1939, s. 192-209.

8) Oğuzhan Alparslan Tarikatlar ve İngilizler. Ortadoğu Gazetesi, 06.07.2008

9) İbrahim Karagül, Neo-oryantalizm ve Amerikan İslam’ı

10) Hasan Erden, ABD şimdi de tasavvufçuları mı “hizaya” sokmaya çalışıyor? Günışığı Gazetesi, 27.06.2011

Yorum Yapın

Navigate