26 Şubat 1992, Hocalı. Ermeni çeteleri yeniden Türk kanı dökmek için görevlendirildi… Hocalı’da o gün 613 masum katledildi. Kadın, yaşlı, çocuk demeden vahşice şehit edilenler Azerbaycan’da yaşadığı için değil, Türk olduğu için katledildiler. Rus sansürü ve görevdekilerin acizliği sebebiyle dünya soykırımın haberini bile günler sonra alabildi. Aradan geçen yaklaşık 30 yılın ardından ne sözde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ne de AGİT toplantıları ve kararları çözüm oldu. Bu sayıda; insan onuruna yakışır şekilde bağımsız bir ülkede, inandığı gibi yaşamak dışında bir hayali olmayan, Eylül ayının sonlarında Ermenilerin yine saldırılarına maruz kalan mazlum ve asil Azerbaycan Türklerinin makus talihinden ve Türkiye’nin yapması gerekenlerden bahsedeceğiz.
Mafya bozuntusu Ermeniler bugün hâlâ Azerbaycan Türklerinin topraklarında işgal planlarını uygulamaya çalışıyor. Ermenilerin, icazetli ve güdümlü bir büyük ihanet planının parçası olan tacizlerini; başkalarının maşası olmayı kendilerine kalleşlik ülküsü sayması bakımından şeytani ikiz kardeşi kabul edebileceğimiz Yunanistan’ın işgal ve ihanet planlarından ayrı düşünemeyiz. Tarih bir asır sonra yeniden aynı senaryolarla tekerrür etmek üzere. Batı’da Yunan kayıkçıları Türk adalarını teker teker işgal ederken, doğuda Ermeni çapulcuları yine yeni bir savaşa hazırlanıyor. Bu satırların yazıldığı saatlerde Rus güdümlü Ermenistan, işgal hazırlığının bir parçası olarak cüretkârca “Savaş ve Seferberlik Hali” ilan etti.
Zafer Kazanılıyor Zannedilirken Kaybetmek
Mareşal Fevzi Çakmak, “Batı Rumeli’yi Nasıl kaybettik?” isimli, askeri tahlillerle, ibret vesikaları ve kendi tabiri ile “ağır bedelleri olan” derslerle dolu eserinde her cephenin ayrı ayrı, uzun ve detaylı askeri mukayesesinin ardından, Carl von Clausewitz’in de “Savaş Üzerine” isimli eserinin ana argümanı olan tezi savunur. Kaybetmemizin sebebi olarak “Savaşın, komutanın ve harp idaresinin zihninde başlayıp bittiğini” anlatır. Bulgar çetelerinin ve Yunan çapulcularının dahi savaşı kazanmakta olduklarına inanamadığına şahitlik ettiğini belirtir. Savaş; birbirlerine karşıt yönlü hareket etme istidadı olan insan ve ekipman unsurlarından müteşekkil iki farklı fiziki gücün, askeri zeka ile stratejiye uygun olarak sevk edilmesi sanatı ve bilimidir. Ancak unutulmamalıdır ki oluşturulan strateji muhakkak ki yüksek bir bilinç ile hazırlanmış, uzun erimli siyasetin ürünü olmalıdır. Aksi halde zafer kazanılıyor zannedilirken, ağır bedeller ödeyerek kaybetmek mümkündür. Sahada kazanılan askeri üstünlüklerin, anlaşma masalarında heba edilmişliğini görmek için tarihteki pek çok hazin tablodan birisine bakmak yeterlidir.
3 Milyonluk Ermenistan
Neyine Güveniyor?
– İslâm Dünyasının birlik olmayışına,
– Dünya Türklerinin birlik olmayışına,
– Rusya’nın asırlık planlarının parçası olmasına,
– Dünyanın pek çok yerinde ekonomiyi elinde tutan, alçak oyunlar kuran, para ile ülke yönetimlerini etkileyen, vatansız Diasporasına güveniyor.
O halde değerlendirmemizi yukarıdaki eksenlerde genişletelim.
Geçmişte Balkanlar ve Kafkasya’da Yaşananlar Bugün Bize Ne Gösteriyor?
Hinterland, Almanca kökenli bir kelime. Hinterland, coğrafi bir terim iken siyaset biliminde; bir ülkenin önemli bir sınır hattı ile bağlantılı olan toprak parçası ve deniz alanı, olarak tanımlanabilir. Hinterland kavramı “Yaşam Alanı” olarak da Türkçeleştirilmektedir. Yaşam alanı bölgesi ile o ülkenin stratejik, coğrafi, ekonomik, kültürel, politik veya askeri bakımdan bağımlılık, yaşamsallık ilişkisi içerisinde bulunulması gerekir. Yaşam alanı bölgelerinde ülkenin hâkimiyeti olmaz ise, “ana kara” coğrafyasında hayati sorunların ortaya çıkması beklenmesi gereken bir sonuçtur.
Türkiye’nin bulunduğu coğrafi konum ile ilgili pek çok tanımlamalar yapılmaktadır. En son kullanılan tabirler ise “Doğunun en batısı, batının en doğusu”dur. Klasik tanımlama ile Asya’dan yani ana vatanımızdan, 1000 yıldır vatan yaptığı Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya uzanan bir kısrak başıdır. Anadolu’nun barış içerisinde olması; Tuna boylarındaki Avrupa Türkiye’si, Kırım’dan Hazar’a uzanan Kafkaslar, Irak ve Suriye’nin kuzeyinden Filistin’e uzanan Türkmeneli ve İran’ın kuzeyinden Hürmüz boğazına uzanan Türkeli “yaşam alanlarında” savaş olmamasına bağlıdır. Bahsettiğimiz Kızıldeniz’den Hürmüz Boğazına uzanan hatta “Türk hilali”ni muhafaza edemediği zaman Anadolu’da düzen hep bozulmuştur.
Bu denli çok aktörlü bölgede muhatapları iyi bilmek gerekmektedir. Dergi sayfalarımızın darlığı sebebiyle buradaki tahlilimizde en ön planda olan unsurların değerlendirmesinin ardından ana konumuz olan Azerbaycan Türkünün millî davasının değerlendirmesine geçeceğiz. Ancak hatırlatmak isteriz ki Ermeni sorunu; Türkiye-Ermenistan meselesi olmasından çok Rusya-Türkiye arasındaki bölgesel etki alanı savaşının ayrılmaz parçasıdır. Elbette; diasporanın etkin olduğu ABD ve Fransa ile Türkiye ilişkilerinin de bölgesel dinamiklere etki edecek potansiyeli olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu konu yalnızca Rusya ile ilişkiler bağlamında değerlendirilemez ancak konunun ana akım hattının Türkiye-Rusya meselesi oluşturmaktadır.
Yunanistan’ın Kuruluşu
veya Bir Millet İcat Etmek
Olayları sadece bugünkü yüzeysel verilerle değil tarihin ışığında değerlendirebilirsek doğru bir tahlil ortaya koymuş olabiliriz. Değerlendirmemize Balkanlarda ve Akdeniz’de her millî meselemizde karşımızda bulduğumuz Yunanistan ile ilgili tespitlerle devam etmeye çalışalım. Tarihler 2020 yılını gösterirken 1821 yılından beri her seferinde Batılı efendilerini ardına alan Yunan, 1430 yılından beri Türk olan Trakya’da beş defa, beş kat toprak genişletti. Yetmedi, hâlâ Adalar denizimizdeki (Ege) Türk adalarını teker teker işgal ediyor. Lozan’a aykırı olarak NATO mühimmatları ile, hibe silah satışları ile göz göre göre adaları silahlandırıyor. Silahlarını Türkiye’ye çeviriyor. Ancak bugün gelinen millî menfaatlerimiz açısından olumsuz nokta dün yapılan yanlışların ya da yapılmayan doğruların kaçınılmaz sonucudur.
Pek çok farklı kaynakta da tespit edilen bir gerçeği biz de ortaya koyalım. Bugün muhatap olduğumuz Yunanistan, Antik Helenlerle uzaktan yakından akraba bile değildir. Onlar, asırlar boyu süren Roma, Bizans ve Osmanlı hâkimiyeti sonrasında sapkın yaşayışlarının da büyük etkisi ile tarihin sayfalarında kaybolup gitmiştir. Antik çağın Helen batıl kültürü, Batı’nın inanç, düşünce ve ticaret hayatını günümüzde de şekillendiyor olsa da Kavimler Göçü sonrasında Avrupa’nın demografik yapısı tamamen değişmiş, eski ırklar yerini yenilerine bırakmıştır. Özet olarak Helen kültürü Batı’nın ruhunu oluştursa da Helenler ya da Antik Yunan asırlar önce yok olup gitmiştir. Günümüzde yaşayanlar; kilise papazlarının ayrılıkçı söylevleri ile kışkırtılmış, İngiltere çıkarlarına uygun olarak bir araya getirilmiş derleme bir halktır. Bölgede bir işgalci devlet kurabilmek için Osmanlı’dan talepte bulunan bir “halkın” olması zorunlu idi. Yani bu işgalci ve paravan devletin, ne gerçek anlamda bir devlet geleneği vardır ne de insanlığa faydalı bir ideali.
Günümüzde yaşanan münhasır ekonomik bölge tartışmaları esnasında Almanya ve Fransa’nın koşulsuz ve açık desteği dikkatle incelenmelidir. Borca batak ekonomisi olan Yunan devletine, Fransa on milyarlarca dolarlık askeri ekipmanı ve ağır savaş sanayi gereçlerini başka hiçbir ülkeye yapmadığı şekilde verdi. Hatta bu silah temininde o denli ileri gidildi ki; Fransız ordusu envanterinde kayıtlı olan, mürettebatı tamamen Fransızlardan oluşan firkateynler Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın “savunmasız” kalmaması için bedeli ileri tarihlerde ödenmek kaydıyla kiralandı ve acilen Yunan donanmasına katıldı.
Yunan devleti 19. yüzyılın başlarında Türk topraklarını işgal için kurulan bir yapıdır. Mora yarımadasının küçük bir kısmında yaşayan azınlık statüsündeki topluluğa Helen kültürünün varisi olma rolü Batı tarafından verilmiştir. 1430 yılından beri Türk ve Müslüman olan bölge, büyük bir ihanet planına uygun küçük aşamalar halinde 200 yıldır işgal edilmektedir. Yunan devletinin resmi ideolojisi Megola İdea’dır. Türk Milletinin tüm hükümranlık haklarını yok sayan bu devletin tezlerinin haksızlığını ispat için çaba sarf etmenin bir anlamı zaten yok. Yunan tezlerinin hatasını ispat çabası; güneşin varlığını bilinçli inkar eden birisi ile bilimsel tartışma yürütmeye benzer. Kulaklarını kendi elleriyle doğruya tıkayandan daha sağırı kim olabilir ki? Milletimize karşı uyguladıkları “Mora”, “Selanik”, “Batı Trakya”, “Girit”, “Kıbrıs” soykırımlarının vesikaları gün gibi ortada olduğu halde en ufak bir pişmanlık duymayan Yunanistan hakkında Batı dünyasından adil bir muhakeme yapmasını beklemek boşadır. Kendi beslediği taşeronu işin ve ihanet planının sahibine şikayet etmek ancak akla ve mantığa aykırıdır. Bizim işaret etmek istediğimiz, Yunan devletinin toprak genişletme uygulamasının doğudaki kukla ile aynılığıdır. Ermenistan da asırlık ihanet planı çerçevesinde aynı yolu izlemektedir.
Ermenistan’ın İpini Elinde Tutan Rusya ile Ayrım Noktalarımız Nelerdir?
Rumi takvime göre 1293 yılında gerçekleşmesi sebebiyle 93 Harbi olarak bilinen 1878 yılında gerçekleşen savaş ve korkunç sonuçları ile hatırlamamız gereken Rusya, 1617 yılından 1918 yılına kadar geçen 300 yıl içerisinde tam 57 yıl savaş halinde kaldığımız bir ülkedir. Rusya, hep Türkiye aleyhine büyümüştür. Rusya’nın menfaatine olan hemen hemen her konu Türk Milletinin aleyhinedir. Rusya ile Türkiye arasındaki en büyük ayrımlara bakacak olursak bunlar; İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının statüsü, Kafkasya, Kırım soykırımları, Ahıska sürgünü, Patrikhane kışkırtmaları, Ayasofya, Asala ve PKK teröristlerinin destekçiliği meseleleri başta gelir. Bu sene başında Şubat ayında 36 kahraman askerimize bilinçli olarak saldıranın Rus uçağı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Temsilcilerimizi Rusya’ya çağırıp aşağılayan Kremlin yönetimi ile olan sorun İdlip’te her an patlamaya hazır bir bomba olarak bırakıldı. Libya’da, Suriye’de ve Ermenistan’da çıkarlarımızın asla uyuşmadığı noktaları harita üzerinde işaretlediğiniz zaman asırlık Rus hayalinin gerçekleşmekte olduğunu görebiliriz.
Yakın tarihteki Rusya ile olan ilişkilerimize şöyle bir bakalım. Rusya karşısında Soğuk Savaş döneminde Batı’nın tampon bölgesi olma hayali ile yanıp tutuşanların beklentileri SSCB sonrası dünyada karşılık bulamadı. Türkiye’nin tarihi misyonunu idrak çapında olmayan yöneticilerin, Batı’nın Rusya karşısındaki feda edilebilir ön savunma hattı olmanın Türk Milletinin “Batılı” olmasını sağlayacağı sapkın hayali Sovyetler Birliğinin dağılması ile suya düşmüştü. O zamanlar “Dış Türkler” ve “Esir Milletler” meseleleri gericilik olarak tanımlandığı için yüz milyonlarca Türk evladının ve milyarlık İslâm dünyasının gücünün farkında olmayıp Batı ve Rusya arasında çırpınıp duran yöneticilerin kurguladığı kompleksli, tutarsız dış politika milletimize onlarca yıl kaybettirdi. Misak-ı Millî unutuldu, unutturuldu. Onlarca yıl yüz milyonlarca Türk, ismi “Orta Asya” olarak bilinçli şekilde değiştirilen “Türkistan”da öz vatanlarında esir edildi. Moskof ideolojisi ile dinsizleştirilip, dilsizleştirilip asimile edilmeye çalışıldılar. Okullarda zorla verilen “ateizm” dersleri ile beyinleri yıkanılmaya çalışılan asil millet evlatları inançlarını ancak fıtri hasletleri sayesinde, el yordamıyla, kulaktan dolma bilgilerle, ibadetten uzak bir inanış halinde muhafaza etmek zorunda bırakıldılar. SSCB’nin dağılması sonrasında ta 1990’larda “bağımsız” kalabilen Türkistan milletlerine farklı farklı devletler kurmaları teşvik edildi. Türkiye hükümetleri bu ülkelere yeteri kadar bağ kuramadılar. Kurulan devletleri Rusya kendi “Yaşam Alanı” alarak tanımladı. Bu ülkeler üzerindeki nüfuzunu Putin döneminde iyiden iyiye arttırmış durumda.
Uzun süre Rus işgali altında yaşayan aziz Azerbaycan Türkü’nün topraklarının beşte biri 30 yıldır çeteci çapulcuların, Rusların mafya tetikçilerinin, zalim Ermenilerin işgali altında. Bu topraklar yukarıda bahsettiğimiz soykırımlar ile işgal edildi. Elbette Azerbaycan ile ilgili meseleler İran yönetimi tarafından öz vatanlarında, Güney Azebaycan’da, Türkeli’nde, Horasan’da esir hayatı yaşayan 30 milyon Azerbaycan Türkünden de bağımsız düşünülemez. Ancak bu hazin İran Türkleri meselesini ayrı bir değerlendirme konusu yapmak zorundayız. Rusya, Rusya’nın yaşam alanı olarak kabul edilen bölgede kurulan “bağımsız” devletleri kendi idealleri yörüngesindeki uydular haline getirebilmek için kontrollü çatışmalar ve ayrım noktaları ihdas etmek zorundadır. Bölge ülkelerinin sorunsuz, gelişen, bağımsız ülkeler olmasını asla istememektedir.
20. yüzyıl Türk Milletinin vatan topraklarının vahşi barbarlar tarafından talan edildiği, Balkanların, Filistin’in, Halep ve Şam’ın etten tırnağı sökercesine milletimizden koparıldığı bir çağdı. Tarihi bugünün bilgileri ile okuduğumuz zaman görmekteyiz ki o korkunç yıllarda gerçekleşen hiçbir olay tesadüfi değildi. 1918 yılında Osmanlı Kafkas İslâm Orduları sayesinde Bakü işgalden kurtarıldı. Ancak iki yıl sonra 1920’de Kızıl Ordu Azerbaycan’ı yeniden işgal etti. Can Azerbaycan’ın bağımsızlığını tekrar kazanması ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra mümkün olabilmiştir.
Azerbaycan’da Gerçekte
Neler Yaşandı?
SSCB, 1989 yılında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin kontrolünün merkezi yönetime devredilmesine karar verdi. Bu dönemde demografik yapısı Ruslar ve Ermeniler tarafından sürekli değiştirilen Dağlık Karabağ’da sokak çatışmaları yaşanmaktaydı. SSCB’nin, Dağlık Karabağ’dan çekilmesinin ardından bölge yeniden Bakü’ye bağlı hâle geldi. Ancak aynı zamanda Ermeni yönetimi de, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlandığını ilan etti.
Olağanüstü hal ilan edilen Dağlık Karabağ’da asker konuşlandırdı. Ermeni çetelerinin Azerbaycan’ın kuzeyindeki yerleşim bölgelerine alçakça saldırı düzenlemesi ile onlarca kişi yaşamını yitirdi. Çatışmalar 1991 yılı boyunca şiddetlenerek devam etti. Ermeni çeteleri çatışmaları sürekli kışkırtmayı sürdürdü. Çatışmalar ve baskınlar korkunç insan hakları ihlallerine sebep oldu. 10 Aralık 1991’de sahnelenen ve Azerbaycan’ın tanımadığı referandum tiyatrosu ile Dağlık Karabağ’a bağımsızlık kararı aldırıldı. Yaklaşık bir ay sonra Dağlık Karabağ, Azerbaycan’dan bağımsızlığını ilan etti.
Bir anlamı ile Sovyetler Birliği’nin dağılışı, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaşın zeminini hazırladı. Ermeniler, 26 Şubat 1992’de, Karabağ’da, masum sivil halka karşı, kalleş bir ‘soykırım’ gerçekleştirdi. Bu felaket Hocalı’da gerçekleşti. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün ‘en kapsamlı sivil katliam’ olarak nitelediği olayda yüzlerce kişi öldürüldü. Rusların 366. Muhafız Motorize Alayı eliyle yapılan katliamda, aralarında 106 kadın ve 83 çocuğun bulunduğu toplam 613 sivilin öldürüldü ve 487 kişi ağır yaralandığını belirtiyor.
Elçibey’in Ardından
Rusların teçhiz ettiği Ermenistan ordusu, 1993’te başlattığı saldırılarla Dağlık Karabağ’da bulunan Ağdere ve başka bölgedeki Kelbecer’in doğusunda da kontrolü ele geçirdi. Ağdere’nin kaybedilmesiyle başlayan başarısızlık algısı Azerbaycan’ın siyaset dengesini değiştirdi. Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in komutan Süret Hüseynov’u görevden alması Hüseynov için darbe girişimi ve kalkışmayı sahnelemek adına bahane oldu. Ülkede siyasi istikrarsızlığın fitili ateşlenmiş oldu. Rahmetli Elçibey başkanlığı bırakmak zorunda bırakıldı. Elçibey’in ardından Haydar Aliyev cumhurbaşkanlığı koltuğuna otursa da sıkıntılı yıllar sona ermedi.
Karabağ’ı Nasıl Kaybettik?
Ermeniler, sahte ateşkes ilanı ile “barış görüntüsünde savaşı sürdürme” stratejisi uyguladılar. Bu sayede dünya kamuoyunu sürekli oyaladılar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 822 no’lu kararı Kelbecer’ın Türk yurdu olduğunu tescil edip Ermenileri çekmeye çağırsa da bu hiçbir zaman uygulanmadı. Ermeniler yine bir siyasi oyun sahnelediler. Devam eden günlerde Rusya, ABD ve Türkiye’nin sunduğu barış planı, Azerbaycan ve Ermenistan tarafından kabul edilse de Karabağlı Ermeniler planı kabul etmedi.
Siyasi bakımdan dış müdahalelerle istikrarsızlaştırılan Azerbaycan, maalesef Karabağ’daki savaşı yönetemedi. Ermeniler tekrar saldırıya geçtiler. Cebrail, Kubatli ve Zengilan’ın da işgal edilmesinin ardından Emeniler, hem Dağlık Karabağ’ı hem de dışındaki Laçin ve Kelbecar’ı işgal etmiş oldu. Farklı kaynaklara göre 5 – 8 bin arasında Azerbaycan askeri şehit oldu.
Türk ve Ermeni dışişleri bakanları ve Dağlık Karabağ sözde temsilcileri Rusya’da ateşkes anlaşmasını imzaladı. Anlaşma ile Karabağ ve çevresindeki sekiz ilçe Ermenilere bırakıldı. Paylaşılamayan topraklarla ilgili sorun askıya alınmış oldu. Aralık 1994’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bölgeye üç bin kişilik çok uluslu bir barış gücü konuşlandırılmasını kararlaştırdı.
Savaştan Sonra Azerbaycan
Nasıl Karıştırıldı?
Ateşkesin imzalanmasını takip eden süreçte, dış etkiler, darbeler ve oluşturulan kaos ile Azerbaycan siyaseti yeniden kurgulanmaya çalışıldı. Ve kısmen başarıldı. Darbe teşebbüsleri dönemin en önemli siyasi manivelasıydı. Hüseynov, Aliyev’i de devirme teşebbüsünde bulundu. Azerbaycan’ın Hazar Denizi’nde petrol ve doğal gaz araması yapmak istemesinin hemen ardından yaşanan darbe girişimlerinin arkasında bölgede oyun kurmaya çalışan Azerbaycan’ın güney ve kuzey komşularının olduğunu görmek çok da zor değil. 13 Mart 1995’te Aliyev yönetimi ikinci kez darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı. Kısa süren çatışmanın ardından taraflar Türkiye’nin girişimiyle müzakereye çağrıldı. Azerbaycan iç kargaşalarla uğraştırılırken, Ermenistan, Dağlık Karabağ’daki Ermenilerle entegrasyonu aşama aşama tamamladı. Serbest dolaşımdan ticari ilişkilere, ulaşım ve ekonomi anlaşmaları ile bir anlamda bölge ilhak edildi. Ermenilerin Büyük Ermenistan ihanet planında bir aşama daha maalesef aşılmış oldu.
Karabağ’ın elden çıkması kahraman Azerbaycan Türk askerlerinin -haşa- yetersizliğinden kaynaklanmamıştır. Binlerce ana kuzusu vatan için gözünü kırmadan şehit oldu. Sorun siyasetin savaşı yönetememesi için tezgahlanan ihanet planlarını göremeyen, görmek yeterliliğinde olmayan ya da görmemek için devlet makamlarını işgal edenlerin acınası hallerinden kaynaklanmıştır. Karabağ’ın göz göre göre elden çıkışı, millî siyasetin savaşı yönetmemesi halinde olabileceklerin belgesidir. Lozan müzakereleri esnasında, Musul ve Kerkük bahislerinin açıldığı günlerde Anadolu’da -ne hikmetse- isyanların birdenbire başlayıvermesi ne kadar tesadüf ise Azerbaycan’daki darbelerin, kargaşaların çıkıvermesi de o kadar tesadüftür.
Türkiye Ne Yapmalıdır?
Tüm dünya tarafından bilinmektedir ki; Kıbrıs ve Trakya Türklerine, Bosna’ya, Azerbaycan Türküne, Filistin’e saldırmak Türkiye’ye saldırmaktır. Azerbaycan’da yaşananları geniş bir perspektif ile değerlendirmez isek olayları doğru yorumlayamayız. Azerbaycan ve Kafkasya, Türkiye’nin yaşam alanlarındandır. Karabağ millî davası ve Ermenilerin işgal planları; Akdeniz ve Adalar Denizi millî davalarından, Batı Trakya ve Selanik meselesinden, Kıbrıs Millî davasından, Türkmeneli ve Türkeli Türklerinin kaderinden bağımsız değildir. Meselenin tüm gerçekliği ile ortaya koyulması gerekir. Mesele sadece 10 milyon Azerbaycan Türkünün meselesi değil 300 milyonluk Türk Milletinin meselesidir. Tüm bu felaketler; Türk Milletinin yeniden İslâm Dünyasının koruyucusu, hadimi olma yeterliliğinin, gerekliliğinin ve gün geçtikçe yükselen farkındalığının vatanımız üzerinde kanlı ihanet planlarını kendilerine ideal edinmiş terör devletlerinin ve onların efendilerinin oyunlarını bozma potansiyelinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Ama ne olursa olsun bir gün Büyük Türk Milleti uyanacaktır. O gün bölgemiz ve dünya insanları için bir barış medeniyeti doğacaktır.
Türkiye’nin tarihi misyonuna uygun şekilde yükselmesi; vatanını işgal ve sömürgeleştirme, Türk Milletini Anadolu’dan soykırımlarla sürme kanlı hayalinin farkında olunmasına ve akla ziyan ihanet planları karşısında savunma tezleri ortaya koymak, temelsiz tezleri çürütmeye çalışmaktan çok kendi haklı tezlerini gür sesle dünyaya haykırmasına bağlıdır.
Kurtuluş Savaşımızdan sadece bir asır sonra Türkiye’nin çevresi yeniden sarılmaktadır. İşgal planları yaşam alanlarımızda adım adım uygulanmaktayken hedefin Türkiye olduğunu ve çözümün de Türkiye’nin elinde olduğunu bilmeliyiz. Rusya, Fransa, ABD, İngiltere ve onların daimi uşakları Yunanistan ve Ermenistan başta olmak üzere bölge ülkesi olmayan 55 sömürgeci, oryantalistler için “Orta Doğu” bizim için ise İslâm Dünyası üzerinde cirit atıyor. Bu işgalci ülkeler Türk Milletini ve Müslümanları bu coğrafyadan söküp yerlerine Büyük İsrail’i, Yunan İmparatorluğunu ve Büyük Ermeni Devletini kurmaya çalışıyorlar. Öncelikle bu gerçekliği tüm açıklığı ile görmek bir zorunluluktur. Bu ihanet çemberini yarıp oyunu bozmak için; kendi gücümüzü tanıyıp arttırmak, karşımızdaki cepheyi tanıyıp cepheyi zayıflatmak dışında çıkar yol yoktur.
– Gücümüzün temel dayanağını aziz ve cefakâr Türk Milleti oluşturmalıdır. Türk Milleti’nin 300 milyonluk Türk Dünyası ve 1,6 milyarlık İslâm dünyasının ayrılmaz bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır.
– Misak-ı Millî ve şehit kanı ile sulanmış ata mirası vatan parçalarımız üzerindeki ileriye dönük haklarımız saklı kalmak kaydıyla sınırlarımız dışında kalan vatan evlatlarının bulunduğu ülkelerde özgür ticaret, etkin siyaset, inancını yaşama, Türkçe konuşma, yazışma ve resmi kurumlar ile irtibat kurabilme, insan onuruna yaraşır hayat sürme haklarının Türkiye’nin denetiminde olduğu dünyaya deklare edilmelidir. Hukuka aykırılıkların tespiti için komisyonlar görevlendirme, uluslararası denetim yapma hakkı ve görevi de elbette Türkiye’de olmalıdır. İran’dan Yunanistan’a Makedonya’dan Rusya’ya ve Arap ülkelerine kadar Müslüman ya da Müslüman olmayan ülkelerdeki Türklerin haklarının korunmasının Türkiye tarafından sağlanacağı bilinmelidir. Devletimiz bu bilinçle hareket etmelidir. Türk Milletinin vatan sınırlarının Edirne’den Kars’a kadar olmadığı unutulmamalıdır.
– Türk Milleti ekonomisini tam anlamıyla bağımsızlaştırmalı, yakın bölgelere göndereceği iş insanları eliyle oralarda söz sahibi olmalıdır. Balon etkisi olan inşaat ve turizm ekonomisi yerine teknoloji ve ağır sanayi üretimine ağırlık vermelidir. Borçlanma yatırımları yerine uzun erimli projeler ve yeni ekonomi alanları oluşturulmalıdır.
– Bölge zenginliklerinin adil paylaşımının sağlanması ile İslâm dünyasındaki fukaralığın önüne geçilmesi gerekmektedir.
– Türk iş insanlarının fütuhat hareketlerinin öncü kolu olarak faaliyet göstermeleri için bu kişiler bilinçlendirilmeli, gittikleri bölgelerde kardeşlik bağlarını pekiştirerek ahilik anlayışı ile yeniden kalpleri fethetmelidirler. Bu kişilerin birer “alp-eren” ve “ahi” olarak adalet, sağlık, güvenlik sorunlarına çözüm götüren birer emin elçi olmalarını sağlamak, bu konularda onları her türlü maddi imkân ile desteklemek Türk hükümetlerinin asırlık projesi olmalıdır.
– Türkiye, İslâm dünyasında gönülleri yeniden fethetmelidir. Arap dünyasındaki ve İran’daki “Türk” kompleksini yıkmak, avamdaki itibarı yükseltmek için devletin kurduğu ve denetlediği sivil toplum kuruluşları vasıtası ile komşu ülkelerden başlayarak gönüller yeniden fethedilmelidir. Bunun için yerel medya organizasyonları da kurulmalı, emperyalist ve oryantalistlerin sapladığı nifak iğneleri sökülmeli insanımıza birlik ideali yeniden öğretilmedir.
– Türk ve İslâm dünyası arasında dil sorunu “Diplomatik Osmanlı Türkçesi” kullanılarak çözülmelidir. Ecdadımız, bölge insanları arasındaki ticaretin ve sosyal hayatın akışını engelleyecek iletişim sorununu bir evrensel dil ihdas ederek çözmüştür. Osmanlı Türkçesi’nin yaklaşık 4’te biri Arapça, 4’te biri Farsça’dır. Bu dil içerisinde Boşnakça, Ermenice, Rumca kelimeler de vardır. Bu dilin yeniden kullanılması ile birbiri arasında hiçbir bağ olmayan 400 Çince dilini üst Diplomatik Çincede suni şekilde birleştirilmesi yanında zaten asırlarca bölgede konuşulan ve halen izleri bulunan Osmanlı Türkçesini, İslâm Dünyası Ortak Dili ya da belki “Müslümanca” olarak düzenlemek çok da mümkündür.
– Türkiye’nin öncülük edeceği “saldırmazlık ve saldırılamazlık” askeri anlaşmaları ile en yakınlardan başlayarak Türk ve İslâm dünyasında askeri müttefiklerimizin sayısı hızla arttırılmalıdır. Bu ülkelerden herhangi birisine yapılacak saldırının tüm üye ülkelere yapılmış sayılacağının deklare edilmesi dahi inanılmaz bir savunma hattını kuracaktır.
– Batının ve Rusya’nın menfaatlerine uygun olarak ortaklaşa körüklediği Şii – Sünni kavgasının önüne geçilmesi için “Ortak Sözde Buluşma” konferansları tertip edilmelidir. Asırlardan beri süren, İslâm dünyasındaki bu en büyük güç kaybının bölge ve İslâm dünyası zararına olduğu işin uzmanları tarafından ortaya koyulmalıdır. Ayrım noktaları değil birlik noktaları üzerine durulmalı, birliğin olduğu noktalar geliştirilmelidir.
– Türk ve İslâm dünyası ile vize anlaşmaları hızlandırılmalıdır. Türk ve İslâm dünyasındaki sınırlar belediye sınırları kadar katı olmalıdır. Bilgi, tecrübe, hikmet, insan, mal ve para akışının kesintisiz olması her şartta sağlanmalıdır.
– Türkiye Savaş Sanayii tamamen bağımsız hale getirmelidir. Unutmamak gerekir ki; barış silahların gölgesi altındadır. Eğer bölge barışı isteniyorsa bölge ülkelerinin askeri teknolojilerinin emperyalistlerden bağmısız olması elzemdir. Peygamberimizin emrettiği gibi “Devrin silahı ile silahlanmamız” gerekiyor. Zaman uçan robot ebabillerini daha da geliştirme vaktidir. Türk askerinin kendi dövdüğü demiri ile süngüsü parladıkça İslâm dünyasında huzur hâkim olacaktır.
Allah, Türk Milleti’ne yeniden kendi yolunda gönüllerin ve şehirleri kapılarını açma (fethetme) imkanı nasip etsin. Onun şanını yeryüzüne yaymamıza, adalet ile hükmetmemize, birliği sağlamamıza izin versin.
Onun davası uğruna can veren Türk askerini, Türk milletinin evlatlarını Hz. Hamzaların, Hz. Hüseyinlerin, Hz. Ömerlerin, Hz. Alilerin, Mete Hanların, Murat Hanların, Fatih Sultan Mehmet Hanların şehitler ordusunda kabul buyursun.
Ermeni saldırıları ile 27 Eylül’de şehit olan Türk’ün Azerbaycan ilindeki evlatlarına rahmeti ile muamele eylemesini Rabbimizden niyaz eder, başlattıkları gazada muzafferiyet için dua ederiz.
Can Azerbaycan var olsun! Düşmanları yerle bir olsun!
Yaşasın Büyük Türk Milleti!