Kimileri ölü, kimileri ölgün, kimileri ise beyinlerindeki üretkenliği, imkânlar içinde veya imkânsızlıklar içinde üretemedikleri için perişan. Üretememenin zindanında mahpus veya hür kalmanın değerlerine ulaşamamanın hiçliği içinde çöpleşme veya sosyal intihara doğru azgınca itilmedir topluca yaşanan…
Boşluğun ve hiçliğin dayandığı eşiktir, bu düğüm hali. En zorun kararı, insanın kendi hayatına yanlış müdahale etmesi veya kast etmesi değil midir seyre mahkûm olduklarımız? İnsana amacı unutturulmuşsa, umutsuzsa, yanlış, yapılabilecek tek doğru görünür. Umudun, idealin, verimli olmanın, özgür ve çağını doğru anlamış bir şekilde eğitimli olmanın yolları da kapalıysa eğer, çürüme yani sosyal intihar kaderiniz olur.
Anlam ve güzellik yüklü değerlerden habersizliğin, kopukluğun uçurumundaysa insan, insanın da ülkenin de kayıpları hesaba gelmeyecek kadar çoktur. Kayıp insanların, izzetle değil, zilletle yaşadığı ülkesi de kaybolma felaketine adım atmış demektir. Yaşayanların büyük kısmı ve idare edenleri, değer fakiri olduktan sonra karınların tokluğu ne işe yarar? Beyinler ve gönüller açsa ve boşsa, yaşamayı güzel kılan, başka ne olabilir ki?
“KENDİMİZE GELECEĞİZ!”
Kayıpları tespit etmek, bulmak ve her şeyi ıslahla başlamak lazım!
Bunu kim yapar? Bunu, ‘millet kalma’ genleri bozulmamış olanlar yapar!
Millete ait kayıpları bulmak, kaybedenin, kaybettirenin yapacağı iş değildir. Böyle sananlar, destur bilmezin ardına toplumu düşürüp tüketen gidişe vesile olanlardır.
Aklın büyük teknesinin bundan niye haberi olmaz?
Zaman kaybettirenlere, derdi azdıranlara söylenecek tek söz şu olmalı:
–“Gölge etme, başka ihsan istemem!”.
Yolsuza yol sormanın kabahatinden vaz geçecek bir iradeyi kılavuz edinmeliyiz, bu kara ve kanlı bulutların altında!
Servetin, zenginliğin, kıymetin ve hayatın gül bahçesi olan insan dardaysa, sahipsiz ve boşluktaysa, ‘hayatımız imardan mahrumdur’ deriz. Cehalet binası, gafletin ustalığıyla gecekondu mantığıyla yapılıyor demektir. ‘Sığının’ dedikleri yer işte burasıdır! ‘Bir harabenin enkazı arasında keyif çatanlardan olamam, olamayız!’ diyoruz. Kendimize gelemediğimizin ve kendimiz olmadığımızın nedeni bu olsa gerek! Kaçışın, boşluğun, diğer boşlukların nedeni de bu olmalı.
Önce, en önce kendime gelmeliyim, kendimize gelmeliyiz. ‘Yok olmaya’ değil, ‘var olmaya’ gelmeliyim, var olmaya ve varlığımı devam ettirmeye!… Beni, biz olmaya taşıyan benliğin inşasından fışkıran bir şahsiyet olmalıyım! Çünkü ilk kaybım bu! Benliğin esaretinden, birliğin hürriyetine kapıyı açacak yola ermeliyim! Kendime, aileme, ülkeme ve insanlığa ait bir değer içinde yer almalıyım, özümdeki olmalıyım. Kendimi ve kendim gibi olan onları hissetmeliyim.
BİR NOSTALJİYLE GÜNÜ ANLAMA
Ama hayır, inkârın pazarlarında bu fakirlik, kopukluk, ıstırap ve yoksulluk gözükmez. Vitrinlerin ardı yokluktur, yoksulluk ve hiçliktir aslında. Ben yaşarım, yaşadım, yaşayanlarla beraberdim! Görebilenleriniz de aşinadır buna zaten.
Eksikler, yanlışlar, aldırmazlıklar, kopukluklar oluk oluk! İnsan insandan uzak, yalnız ve kendinden uzakta… Yaşanan zaman içinde insan, geçmişten ve gelecekten de uzak! El ele olanları bile gönül gönüle değil! Buzu tutan eller gibi soğuk, iğreti, isteksiz…
Ama böyle olamazmış ve değilmiş toplumumuz! İnsanlar, komşular, akrabalar, mahalleler… Anneannemin, babaannemin anlattıklarıyla farklıymış. Yürekler merhamet, şefkat, sevgi ve saygının hem bunaltmaz ovası, hem de heybetli kalesiymiş. Herkes haddini de halini de bilirmiş insanlar! O kuşatan himaye, doğalken ve çıkardan habersiz ilişkileriyle, her insanı değerli kılarmış. Dünya insana uzak ve kapalıymış amma insan insana çok yakın ve açıkmış. Zaman; dizilerle, aile ve gençliği mahveden ‘kadın pazarı’ evlilik programlarında erimez bir altın kıymet gibi dururmuş. Merhem gibi yaralara sürülürmüş…
Sonra dijital bir sel almış dünyanın zamanını, katmış ülke ve insanları önüne… Zaman selinde yüzmeyi bilmediğinden, hazırlıksız olduğundan dolayı insanlar, ana-babalık yetmez olmuş hanelerine! Ama en çok da zarar gören, yalnızlaşan ve sele kapılıp kopanlar gençler olmuş… Kendinden, evden, toplumdan, gerçekten, akıldan ve ülkeden kopanlar olmuş… Birileri intiharla, diğerleri baş edemediği imtihanlarla, doyumsuzlukla, hazla, kaygıyla ve “niçin varım?” ın cevabını bulamadan, yok olmuşluğa adeta mahkûm kılınmaya sürüklenmiş!
BENİ ELLERE MUHTAÇ KILASIN DİYE SEVMEDİ SENİ
Ah ülkem ve insanım, ah! Sizi sevdim. Ama acı veren haller yüzünden sevmekten hiç vazgeçmedim. Sevdim sizi… Seni sevdim! Sevdim ve sordum! Şimdi de soruyorum: Beni ellere tasmalıyasın, beni ellere muhtaç kılıp işkence çektiresin diye seni mi sevdim? Ah sevdalım, ah, sen beni ne hallere koydun, ah! Seni sevdim, öyle sevdim ki; dönüp sana baktığımda acıların acım oldu ve yüreğime hançerler saplandı. Beynimde düşünmekten ödemler oluştu. Ama ben yine seni sevdim. Bu büyük sevdamın yanında, büyüttüğün yeni çocuklara baktım; hazırcı ve ezberci. Üretmeyi ibadet saymış halden uzaklaştırılmış…
Yoz düşünceli, kör zihniyetli, ağızındaki yabancı kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden senin ve senin dilini hiçe sayanlar ‘bay bay’ diyenleri gördüm! Gösteriş meraklılarını, kendi üretmediği ama hastası olunan marka takıntılılarını, gelenek ve göreneklerini hiç bilmez yozlukları, geleneği cahillik diye algılayan birçok somut kopukları, soyut ölüleri gördüm. Bu ölülerin yanında uyuyanlar da vardı hani… Her şeyi olduğu gibi kabul eden uyku halindeki insan ve insan sürüleri vardı. Başını ezsen, yine de ağzını açıp ‘ne yapıyorsun?’ demeyen korkakların, çıkarcıların, gösterişli hayatının hipnozuna kapılmış, tükenmek için güdülen, ‘hazırloplar’ için bekleşen çocukların vardı.
Fikrimi haykırarak söylesem; emperyalist düşüncenin tasmalıları, doların sevdalıları, ithal malın aşığı olanlar; ya beni linç edecekler veya işkence ederek zevkle ölümümü izleyecekler! Ya da alıp başımı gitmemi isteyecekler. Senden uzaklara yani….
‘MUHTEŞEM YARIN’ HATIRINAGİTMEYECEĞİM!…
Gitmeyeceğim, gitmeyeceğim! İdeallerimin, hayallerimin uğruna, senin aydınlığın uğruna, bu canı acı çeke çeke de olsa sana vereceğim. Bağına hizmet, dağına hürmet edeceğim! Evlerini bulacağım, imar etmek için… Evlatlarını bulacağım; hizmetine yeniden adanmak için… Onlar senin çocukların kendini hatırlat onları sen anasın, Anadolu’sun, topraksın ve anasın! Sulandığın al kanlar hatırına, seslen! Uyandır onları, canlandır onları ey büyük sevdam! Ver ellerini evlatlarının eline, ışıkları sönmüş bedenini imar etsinler can versinler, kan versinler sana!
Bak bunları vermeye başladılar, artık toparlan, ayağa kalk sevdamın yükü ülkem! Kalk ki, bizi mahsur kılanlardan geri al özümüzü ve özgürlüğümüzü.
Sev ve konuş onlarla, konuştur çocuklarını! Sen onları dinle ve bil, onlar da seni dinleyip sözünü tutsunlar. İçinden değil hep dışından ateş saçıldı bu topraklara. “Dini adalet” olan devletin milleti yaşadı dün üzerinde! Sen bizi bil, biz de seni ve kıymetini bilelim. Nimetlerinle gıdalanalım ve insan komşularımıza, insan kardeşlerimize de ikram edelim, pay edelim güzellikleri! Dünya tadına, gelişine hasret, senin medeniyetini ve çözümünü beklemede!
Düşündür bizi, düştüğümüz yerden tut elimizi ve kaldır, bu yeter! Tarihin ve toprağının fikirlerini meyve kıl bize… Düşüncelerini bilelim fikirlerini de… Paylaşalım üzerinde yaşayan evlatlarınla! Fikirler değil midir; hayatın, yapıların, yapılanların, yapılacakların temel taşı… Alalım senden gıdamızı ve verelim beyin hücrelerimizi özlemimiz olan kalkınmaya! Yaşayalım hayatımızın en mutlu ve ‘muhteşem’ şeklini yaşamaya, tatmaya…
Ben bu zorun ve kuşatılmanın ardından parlayacak beyinlerinin şifa veren gücüne, sevginle sevgileri birleştirmiş büyük bir medeniyet uyanışına büyük aşkın yüreğiyle hazır olduğuna inanıyorum. İşleyen namuslu beyinlerinin insanlığa da katkı sağlayacak evlatlarının ‘muhteşem ülkesini’ müjdele artık!
Dillen ve dinlen ey güzelim, en güzelim ÜLKEM!