BEŞ NESLİN DRAMI / ÇIĞLIĞI

“1960, 1971, 1980, 1997 (28 Şubat) ve 2016 yılları size neyi hatırlatıyor?” sorusuna toplumumuzun çoğunluğunun cevabı “Askeri darbeleri…” olacaktır. Bu tarihlerin darbeleri hatırlatması işin görünen kısmı… “Acaba toplumun çoğunluğuna darbeleri hatırlatan bu tarihlerden önce ve sonra yaşananların arka planında neler var?” sorusunun cevabıyla kaç kişi ilgilenmektedir? Darbelerin arka planında olanlar elbette ki çok net değil, hatta biraz dallanmış budaklanmış gibi. Anılan tarihlerle ilgili soruya verilen cevaplardaki toplumsal mutabakat, darbelerin arka planında olanlarla ilgili olarak yok sanırım.

Bu konuda niçin mutabakat yok? Çünkü darbeleri insanlar farklı pencerelerden izliyorlar da onun için. Dolayısıyla darbelerle ilgili, olan bitenler konusunda objektif olmak yerine sübjektif değerlendirmeler yapılıyor, farklı yorumlanıyor ve farklı sonuçlar çıkarılıyor. Bu da doğal olarak darbelerin arka planını hazırlayanların, Türkiye’nin geleceği ile ilgili karanlık işleri kurgulayanların işine geliyor.

Peki, sözü edilen tarihlerde yapılan darbe ve darbe girişimlerinin arka planını hiç sorgulamak geldi mi aklınıza? Mutlaka gelmiştir. Ancak şunu da belirtmekte fayda var. Darbecilerin, darbeleri meşru göstermek için mantıklı gerekçeler ileri sürmeleri ve istismara müsait var olan veya ürettikleri malzemeleri kamuoyuna, günün kitle iletişim araçları ile duyurmaları olağan uygulamalardandır. Yani meşruiyet(!) gerekçeleri önceden hazırlanmış ve halka “Başka çare de yoktu.” dayatması… Bunu hatırlatmamın sebebi yapılan yorumlamalarda manipleye açık durumların olmasıdır.

Yukarıda belirtilen yıllarda yaşanan ve ülkeyi sıkboğaz eden, vatandaşı için memleketini yaşanmaz hâle getiren bu darbelerin sonuçlarını, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. açılardan ele alıp değerlendirmek mümkün. Ancak biz bu çalışmada, darbelerin veya darbe girişimlerinin sözü edilen boyutlarının bilimsel anlamda değerlendirilmesini işin uzmanlarına bırakarak, darbelerin yapıldığı dönemlerde Ülkemizin insan gücüne olumsuz etkilerini somut verilerle ele alıp bu konuda yazılanlara bir katkı sunmak istiyoruz.

Bu tarihlerde yapılan darbelerde yaşanan menfur olayların sonucu doğduğu toprakları terk edenler nerede ve hangi ülkede yaşadılar, yaşıyorlar? Bulundukları ülkelere katkıları neler olmuştur? Bu olaylar yaşanmasaydı Türkiye’ye katkıları ne olacaktı? Bu ülkeyi terk edenlerin Türkiye’nin okumuş, merak edip soran, araştıran, haksızlıklara ve hukuksuzluklara, adaletsizliklere karşı koyan, başkaldıran toplumun en parlak beyinleri olduğu göz ardı mı edildi? Her söyleneni doğru kabul etmeyen, yerine göre sorgulayan ve doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyebilen parlak beyinler bu ülkeyi terk ederken arkada neleri bıraktılar? Bunlar hüzünle bu topraklara elveda derken Anadolu insanı nelerden vazgeçti ve nelere mahkûm edildi? Ülke olarak kayıplarımızın farkında mıydık? Soruları ve benzerleri değerlendirmemize esas teşkil etmektedir.

Sokrat diyor ki; Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez. Ya da sorgulanmamış hayat yaşanmamış bir hayattır. Her ikisi de aynı anlamı içeriyor.

Mahir Kaynak’ın o meşhur sözü: “Ben olayları değerlendirirken sonuçlarına bakıp kim karlı kim zararlı çıkmıştır, ona göre sebeplerini çözmeye çalışırım.” Yani sonuçlarına bakarak müsebbipleri belirlemeye çalışırım, diyor.

Merhum Kaynak’ın bu retoriğinden hareketle çok partili döneme geçtikten sonra ilki 1960 yılında, sonuncusu da 2016 yılında yapılan darbeler ve darbe girişimlerini, Türkiye’nin insan gücüne olumsuz etkisini masaya yatıralım. Kim karlı, kim zararlı çıkmış derinlemesine değil ama yüzeysel olarak bakıp değerlendirelim.

 

  • 27 Mayıs 1960 İhtilali

Bu ihtilalin ardından bir başbakan, iki bakan idam edilmiş, onlarca siyasetçi, aydın yıllarca hapishanelerde ömür tüketmiştir. 150 civarında öğretim üyesi üniversitelerden, 7 bin civarında asker de Türk Silahlı Kuvvetlerinden (TSK) atılmıştır. İhtilal sonrası silahlı kuvvetlerden atılan bu askerlerin uzun yıllar Genel Kurmay Başkanlığı yapmış olan Osmanlı paşası Fevzi ÇAKMAK’ın askeri geleneğinden gelen yerli, milli ve manevi değerlere bağlı askerler olduğu söylenir. Diğer taraftan üniversitelerden atılan öğretim üyeleri kimisi ülkeyi terk etmek zorunda kalırken kimisi de devlete ve hayata küsmüş kendi köşesine çekilmiştir.

Ülkemizi terk edenlerle ilgili bir örnek olması bakımından, 1960 ihtilalinin ardından Doçent unvanı ile üniversiteden atıldıktan sonra F. Almanya’ya giden Prof.Dr. Fuat SEZGİN’in, F. Almanya’ya ve ilim dünyasına yaptığı katkılar özelinden hareketle 1960 ihtilalinin yetişmiş insan gücü bakımından ülkeye verdiği zararın boyutunu anlamaya çalışalım.

Prof.Dr. Fuat SEZGİN kimdir?

Dünyanın sayılı bilim tarihçilerinden olan SEZGİN, 24 Ocak 1924 yılında Bitlis’te dünyaya gelir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde 1943-1951 yılları arasında “İslami Bilimler ve Oryantalizm” alanında öncü bir yere sahip olan Alman oryantalist Hellmut Ritter’in yanında asistanlık yapar. Ritter’in, bilimlerin temelinin, “İslam Bilimleri”ne dayandığını söylemesi üzerine bu alana yönelir. Alman Ritter ile çalıştığı o yıllara ait bir anısını Fuat Hoca şöyle anlatır: “Hocam bir gün bana kaç saat çalıştığımı sordu. Ben, günde 13-14 saat çalışıyorum dedim.” “Nee…”, dedi, “Bu tempoyla bir bilim adamı olamazsınız. Eğer bilim adamı olmak istiyorsanız bunu çok daha artırmalısınız” dedi. “O, günde 24 saat çalışırdı. Günler uzun olsaydı, daha çok çalışacaktı. Ben ondan sonra çalışmamı 17 saate çıkardım. Bu 70 yaşıma girinceye kadar devam etti. 70 yaşımdan sonra, çalışmamı bir iki saat azalttım. Aşağı yukarı 13-14 saat çalışmaya gayret ediyorum.”

Sadece bu ifade bile, yani günlük çalışma saati bile bizim nasıl çalışkan bir insanı üniversitenin kapısının önüne koyduğumuzu gösteriyor. Kim kaybetmiş ve kim kazanmıştır?

1961 yılında, 36 yaşındayken Türkiye’yi neden terk ettiğini Hocanın kendi ağzından dinleyelim.

“1960 yılında, bir hükümet darbesi oldu. Askerler devletin idaresini ele geçirdiler. Milli Eğitim Komitesi diye bir komite kurdular. Bir gün bunlar, ‘Hangi Profesörler Zararlıdır?’ diye bir liste çıkarmışlar. Bunların listeleri kanun gibiydi. Gazeteler, 147 profesörün atıldığını yazıyordu. Benim de adım vardı. Askeri idarenin, bir mülki idareyi bertaraf ederek devletin başına geçmiş olmasından memnun olmadım. Birçok şeyler bekliyordum, ama bir gün üniversiteden atılacağımı beklemiyordum. Hatta Türkiye’yi kendiliğimden terk etmeyi de düşünmüyordum. Çünkü memleketime çok bağlıydım. Bu hadiseden bir yıl evvel, Almanya’da misafir doçent olarak bulunmuştum. Bana orada, doçentlik yapmamı teklif ettiler. Bu teklifi gülerek reddettim. ”Ben İstanbul’u, Türkiye’yi nasıl terk ederim?” dedim. Özür dilediler. Gazetedeki ‘Zararlı Profesörler’ listesini ve ismimin bu listede olduğunu görünce, ülkeden gitmemin, artık benim iradem dışında olduğunu anladım.”

Fuat Hoca ülkeyi terk edişi ile ilgili süreci içi acıyarak şöyle ifade ediyor.

“Gazeteyi çantama koydum, Süleymaniye Kütüphanesi’ne gittim ve hemen orada üç tanıdığım dostuma mektup yazdım. İki Amerikalı, bir de Frankfurt Üniversitesi’nin eski rektörü olan dostlarıma; ‘Bana bir yer bulun, geleceğim.’ diye yazdım. 30 gün içinde üçünden de cevap geldi. Üçü de beni, memnuniyetle kabul ediyorlardı. Ancak ben Frankfurt’u tercih ettim ve Frankfurt’a gittim.”

Ülkesine bağlılığını ve kızgınlık hissi içinde olmadığını her defasında ifade eden Fuat Hoca “Ülkeme karşı hep cömert oldum.” demiştir.

Frankfurt Üniversitesi’nde ilkin misafir doçent olarak çalışır, 1966 yılında profesör olur. Çalışma alanı ağırlıklı olarak, “Arap-İslam Kültürü’nün, Tabii Bilimler Tarihi” alanıdır. 1961 yılında fişlerle başladığı çalışmaları, 1978 yılında, Kral Faysal ödülü ile çok önemli bir başlangıç yapar. Kral Faysal ödülü sayesinde Arap dünyasının devlet adamlarıyla tanışır ve onlara projesini anlatır. Projesinin destek görmesi ile Fuat Sezgin Hoca 1982 yılında J.W.Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve 1983 yılında da buranın müzesini kurar. Bu Enstitü’nün de direktörlüğüne getirilir. Enstitüye bağlı olarak kurduğu müzede, Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin, yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini (örneklerini) sergiler. Bilimler Tarihi alanında dünyanın sayılı otoritelerinden birisi olan Fuat Sezgin Hoca;  başta Almanca, İngilizce ve  Latince olmak üzere Arapça, Süryanice, İbranice de dahil 27 dili çok iyi derecede bilmektedir.

Fuat Hoca, “İslam Bilim Tarihi” adına dünyanın neresinde olursa olsun; bütün bilim dallarına (FKB,  hayvancılık, veterinerlik, ziraat, tıp, astronomi, coğrafya gibi) ait eser veya orijinal aletin varlığını haber aldığında; hiçbir masraftan çekinmeden oraya gidiyor. Eserin değeri ne olursa olsun alıyor, eseri inceliyor ve bilim dünyasının istifadesine sunuyor. Enstitü’nün çalışmaları; “Arap-İslam İlimleri Mecmuası” (Geschichte des Arabischen Schrifttums)’nda yayınlanıyor. Bu dergi-ansiklopedi, bugün dünya çapında önemli bir kaynak kabul edilmektedir. Bilim tarihçilerinin temel müracaat kaynağı olan ve en son 15. cildi çıkan bu dev eser; yayınlanmaya devam ediyor. Herkesin güvenini kazanmış olan bu eser bugün en sağlam kaynaklarla yazılmış bir “İslam Bilim Tarihi”dir.

Fuat Hoca müzede bulunan her eserin bir hikâyesinin olduğunu anlatıyor ve ilave ediyor. “Bundan 23-24 sene evveldi. 9’uncu yüzyılın başında, Halife Me’mun’un yaptırdığı bir harita vardı. Onu, Topkapı Sarayı’nda bulunan bir ansiklopedide keşfettim. Me’mun’un  haritası, benim buluşlarımın en önemlisi. Bu haritaya dayanarak, kitabımın coğrafya cildini yazmaya başladım. Coğrafya cildini yazarken, bende herkes gibi, elimizde olan bütün haritaların, Avrupalılar tarafından yapıldığını zannediyordum. Tamamıyla bir karanlık içerisindeydim. Fakat İslam coğrafya tarihi üzerinde çalışmam, 10’uncu yüzyıla uzanınca, benim dünyam değişmeye başladı. Yavaş, yavaş baktım ki, Müslümanlar, “Matematik Coğrafya”yı kurmuşlar. “Matematik coğrafya” nedir? Dünya haritasının, matematik esaslara; enlem ve boylam derecelerine dayanarak haritalandırılmasıdır.”

“Dördüncü Ciltte, bilimler dünyasına sunduğum önemli bir sonuç vardır. O da, Amerika kıtasının, Müslümanlar tarafından keşfedilmiş olması. Müslümanlar tarafından Dünya haritasının yapıldığı ve bu haritaya dayanarak Christophe Colomb’un, Amerika’ya değil Asya’ya ulaşmak istediği gerçeğine ulaştım.”

Bizim sakıncalı görüp üniversiteden attığımız bilim adamını, F. Almanya bir enstitünün başına getiriyor ve her türlü desteği vererek koca bir kurumu ona emanet ediyor. Evet, şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Mahir Kaynak’ın retoriğinden hareketle yetişmiş insan gücü açısından Fuat Hoca örneğinden hareketle 1960 ihtilalini değerlendirecek olursak, o soruyu soralım. Kim kazandı, kim kaybetti? El cevap: Rahatlıkla ihtilalin bu ülkenin hayrını düşünenlerce yapılmadığı sonucuna varırız. Çünkü ülke olarak biz sadece Fuat Hocaları değil, 1960’lı yılları kaybettik. 147 sakıncalı profesörün her biri kim bilir Türkiye’ye neler katacaklardı.

Diğer taraftan, ihtilal ile birlikte 7000 civarında yetişmiş subayın ordudan atılması, daha sonraki yıllarda yapılan askeri müdahalelerin önünün açılması için miydi acaba sorusunu da akla getirmiyor değil? Bu vesile ile ülkeyi terk eden önemli bir okumuş kesimle Türkiye çoraklaşıyor, çölleşiyor ve geride kalan nesil Türkiye üzerine oynanan oyunların, kumpasların dramını yaşamaya mahkûm ediliyordu.

 

  • 1971, 12 Mart Muhtırası

12 Mart 1971 muhtırası ile de Türk Siyasi tarihi bir ara rejim dönemini yaşamıştır. 1960 ihtilalinde biri başbakan diğer ikisi bakan olmak üzere 3 idam, 71 muhtırasından sonra da öğrenci liderlerinden 3 genç; Gezmiş, Aslan ve İnan idam edilmiştir. Yine üniversitelerden ve kamudan ihraçlar yapılmıştır. Ardından gelen öğrenci olayları ile 1970’li yıllar da yine Türkiye için kayıp yıllar olmuş ve 1980 darbesine uzanan sürecin adeta taşları döşenmiştir ne yazık ki… Başta üniversiteler olmak üzere, orta dereceli okullar anarşi ve kavganın kol gezdiği mekânlar olmuş, kurumlar ve meslek örgütleri belli fraksiyonların kontrolüne geçmiş, araştırma-geliştirme çalışmaları rafa kaldırılmış, üniversitelerde ilim yapılamaz hâle gelmiştir. En acı vereni ise, büyük çoğunluğu merak eden, araştıran, sorgulayan genç ve üniversiteli beş binin üzerinde vatandaşımız anarşi ortamında hayatını kaybetmiştir. Tabi bu ölümlerin karşılığı binlerce kişi hapsedilmiş, bir o kadar insan yaralanmış, hastalanmış ve hayatı zehir olmuştur.

Bu güne kadar, gençler arasındaki bu kavga ortamını kimlerin tezgâhladığı ile ilgili çok şey yazıldı çizildi. Yabancı istihbarat örgütlerinin bu konudaki tahrikleri ve gayretleri filmlere konu oldu. Aynı silahla sabah sağcı gençlerin girip çıktığı kahveler, lokaller, öğleden sonra sol görüşlü gençlerin gittiği mekanlar tarandı. Sosyal medyada da yakın tarihin bu konuları, olayların içinde yer alan tanıklarca işlendi. Bir örnek olması bakımından, 11-12 Ocak 1970 tarihinde Ülkü Ocakları Başkanı Aytekin YILDIRIM ile Dev-Genç Başkanı Atilla SARP’ın akşam saatlerinde bir araya gelip sabah 05.30’a kadar hararetli tartışmaların sonunda silahlı kavgayı durdurma konusunda bir barış anlaşması imzaladıklarının şahitleri aramızdadır. Hatta ülkede yanlış yapılan işlere karşı birlikte yürüyüşler ve eylemler yapılması da anlaşmanın maddeleri arasında yer almıştır. Ancak, bir müddet sonra Atilla SARP’ın Dev-Genç Başkanlığından indirilerek barış anlaşmasının bozulduğu ve kavganın yeniden başlatıldığı bilinen bir gerçektir. Olan Anadolu’dan üniversite okumak için o günün şartlarında büyük şehirlere gelen binlerce idealist fakir-fukara aile çocuklarına olmuştur.

Bu kavga ortamında okuma ve çalışma imkânı bulamayan çoğu bilim adamı yine Türkiye’yi terk etmiştir. Ülkemizin belirli bölgelerinde yetişen ters lale, sevgi çiçeği, çiğdem gibi endemik bitkilerin yurtdışına çıkartılması kanunlarla yasak kapsamına alınırken, onca yetişmiş insanın, ilim adamlarının ülkeyi terk etmesine veya terk etmeye mecbur bırakılmasına sebep olanlar için söylenecek tek kelime gaflet değilse, “ihanetin ortağı” olmuşlardır. Ve bu kavgaların ardından kurtarıcı rolünde1980 askeri darbesi gelmiştir.

  • 1980 Askeri Darbesi

Peki, 1980 askeri darbesinin insan gücü bakımından Türkiye’ye faturası ne olmuştur? Bunu da yine rakamlarla örnek vererek değerlendirecek olursak durum netleşir, yani kim kazanmış, kim kaybetmiştir sonuçta?

12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından 517 kişiye idam cezası verilmiş, o günün güçlü(!) paşasının deyimi ile “Denge olsun diye bir sağdan bir soldan astık.” diyen konsey başkanı Evren’in onayı ile bunlardan 50’si infaz edilmiş diğerleri müebbet hapse dönüştürülmüştür. 650.000 kişi gözaltına alınmış ve çoğu cezaevlerinde işkencelere maruz kalmıştır. 120 Akademisyenin görevine son verilmiştir. 30 binin üzerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı başta Almanya olmak üzere Batı ülkelerine iltica talebinde bulunmuştur ve bunların arasında bilim insanları, sanatçılar ve girişimci iş insanları bulunmaktadır. Tabi anarşi ortamında eğitimini yarıda bırakanlar olduğu gibi bu ortamda okuyamayacağı, ilim yapamayacağı için maddi durumu iyi olan aile çocukları yurtdışında okumak durumunda kalmış, daha sonra da büyük bir kısmı yurda dönmemiştir. Bu konuda, yani beyin göçü konusunda devletin elinde envanteri yoktur ne yazık ki.

Bütün bu kayıplar, ölen, hapishaneye gönderilen, yaralanıp hasta-kötürüm olan ve başta Avrupa ülkeleri olmak üzere batılı ülkelerden iltica talebinde bulunan 30 bin vatandaşımız, ülkem insanıdır ve Türkiye’nin kaybıdır. Özellikle bu süreçte de önemli bir okumuş kesimin ülkemizi terk etmesi ile Türkiye yine çoraklaşmış, çölleşmiş ve geride kalan nesil Türkiye üzerine oynanan oyunların, kumpasların dramını yaşamaya devam etmiştir.

 

4-  1997 (28 Şubat) Süreci

28 Şubat süreci de Ülkemiz için önemli bir zaman dilimidir. Bu tarihte de askerlerin hükümetler üzerindeki baskısı sonucu bir nesil acıların ve sıkıntıların kurbanı olmuştur. Başörtüsü konusunda zamanın üniversite yönetimleri büyük bir hukuk skandalına imza atmış ve yine bu güzelim yurdum insanına Ülkemiz zindan edilmiştir adeta. Başörtüsünden dolayı yüzlerce öğrencinin okuma hakkı elinden alınmış, onlarca memurun işine son verilmiştir. Zamanın cumhurbaşkanı başörtüsü ile okumak isteyen ve temel haklardan sayılan “eğitim hakkı” elinden alınan vatandaşlarına çok pişkin bir şekilde “Başörtüsü ile okumak istiyorsanız başka ülkelere (S. Arabistan) gidin…” diyebilmiştir.

Bu anlayışı hangi çağdaşlık, hangi hukuk devleti ve hangi evrensel insan hakları anlayışı ile bağdaştırabilirsiniz? 28 Şubat süreci de yine bir neslin yandığı, kıvrandığı ve en temel haklarının çiğnendiği bir zaman dilimi olmuştur. Bu dramı yaşayan bu kaçıncı nesil olmuştur saymakta zorlanıyoruz.

5- 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi 

15 Temmuz 2016 darbe girişiminin sonuçlarına gelmeden önce, 2007 yılında başlayan ve 2019 yılına kadar süren, aralarında askerlerin yanı sıra, 10 binleri bulan öğrencisi ve binlerce çalışanı bulunan Başkent Üniversitesi ile Yeditepe Üniversitelerinin kurucularının olduğu girişimci, iş insanı sivillerin de yargılandığı Ergenekon/Balyoz davalarına bakalım. On küsur yıl süren ve bu davalarda onlarca üst rütbeli Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu tutuklanmıştır. Bu davalarda 335’i tutuklu, 408’i tutuksuz olmak üzere toplam 743 kişi yargılanmıştır. Bunların içinde, biri emekli Genel Kurmay Başkanı olmak üzere 68’i general rütbesinde görev yapan askerlerdir. Yine tutuklanan 125 albaydan 87’sinin ordunun geleceğindeki komuta kademesini oluşturması beklenen kurmaylardan oluştuğu düşünüldüğünde bu süreçte TSK’nın aldığı yaranın boyutu ortaya çıkmaktadır. Aralarında suçlandıkları konuları gururlarına yediremeyip intihar edenler, hastalanıp hayatını kaybedenler olmuştur. Bu konuda da büyük dramlar yaşanmıştır. 10 küsur yıl süren Ergenekon/Balyoz davası sonunda “böyle bir örgüt yokmuş” diyerek adalet süreci kapanan ancak açtığı yaraları kapanmayan bir garabet süreçte yine kaybeden yurdum insanıdır. TSK bu süreçte önemli bir yetişmiş insan gücü kaybı yaşamıştır.

Gelelim, hâlâ sıcaklığını yüreğimizde hissettiğimiz 15 Temmuz 2016 tarihinde yapılan alçak darbe girişiminin sonuçlarını değerlendirmeye. Burada 15 Temmuz darbe girişimini ya da kalkışmasını kim yapmış, kim için yapmış ve niçin yapmışın üzerinde durmayacağız. Ancak bu teşebbüsün, yine rakamlardan hareketle ülkemize yetişmiş insan gücü açısından verdiği zararın boyutlarına çok yüzeysel, bir kuş bakışı bakalım. Öncelikle en büyük kayıp 250 şehidin ve binin üzerinde gazinin varlığıdır. O gün bağımsızlığımızın sembolü Gazi Meclis alçakça bombalanmıştır. Böyle bir teşebbüsün Allah korusun başarılı olmasını aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. O gün TSK ve polis teşkilatı içindeki kahramanların, yürekli, haysiyetli, yiğit insanların varlığı ile darbe girişimi akim kalmıştır. Şu gerçekte bilinmelidir ki, Türk milleti o kahramanlara her zaman şükran borçludur…

Bu darbe girişimi sonrasında, kaybedilen genel insan gücü rakamlarına geçmeden önce, 2016-2018 Yılları arasında sadece Hollanda özelinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla ilgili sayısal verilere bakıldığında, olayın insan gücü kaybı bakımından küçümsenecek veya geçiştirilecek boyutta olmadığı görülecektir.

Hollanda Göç ve Vatandaşlık Kurumu (IND) tarafından verilen rakamlara göre Türkiye’den,

  • 2016 yılında 540 kişi
  • 2017 yılında 780 kişi.
  • 2018’in ilk 11 ayında ise 1020 yüksek eğitimli ve çoğunluğu mühendis (aralarında Aselsan’da çalışan tecrübeli bilgisayar mühendisleri de var)

olan T.C Vatandaşı Hollanda’ya iş başvurusu yapmıştır.

Diğer taraftan, darbe girişimi sonrasında yaşananlara genel rakamlar üzerinden göz atıldığında Türkiye’nin kayıplarının hangi boyutlarda olduğu ve vahameti daha net görülecektir. Bu rakamlar beyin göçü konusunda ülkemizin ne büyük kayıplar verdiğinin göstergesidir. Darbe girişimi sonrasında;

  • 000’nin üzerinde vatandaşımız yabancı ülkelere iltica talebinde bulunmuştur.
  • 500 akademisyen ihraç edilmiştir.
  • 000 adli ve idari yargıdan hâkim/savcı ihraç edilmiştir.
  • 000 asker ihraç edilmiştir.
  • 133 351 kişi kamu kurumlarından ihraç edilmiştir.
  • 000 kişi kayyumlu kurumlardan atılmıştır.

Kim ne derse desin, bu rakamlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla ilgili rakamlardır.  Onun için kaybeden bu ülkedir. Bu kadar insanını, hem de yetişmiş insanını Türkiye Cumhuriyeti şu ya da bu sebeple kaybetmiştir…

Bu süreçte, kurumsal anlamda TSK telafisi çok zor ve uzun yıllar alacak kayıplar vermiştir. İnsan gücü bakımından verilen kayıplar bir yana ordu ikiye bölünmüş önce bir grup diğerini, daha sonra da o grup diğer grubu tasfiyeye girişmiştir. Olan doğal olarak TSK’nın kurumsal yapısına olmuştur. TSK siyasal iktidarın sergilediği beceriksiz yönetiminde ne yazık ki kapatılan okulları ile içyapısı bozulan, birbirine güvenmeyen ve iç istihbaratı zedelenen bir kurum pozisyona getirilmiştir. TSK’da yaşanan bu durum, geçen yüzyılın başında Osmanlı’nın kısa bir sürede Balkanları kaybettiği yıllarda yaşananları hatırlatıyor.

Yine bu darbe girişiminin ardından gelen bir diğer kayıp, ülkenin gençlerine iş imkânı sağlayacak girişimcilerin kaybedilmesidir. Muhtemelen yönetimin kayyum uygulaması, girişimciler ve milyoner iş insanları arasında mülkiyet güvencesini zedeleyen uygulamalar olarak algılanmış olacak ki binlerce milyoner Türkiye’yi terk etmiştir. Yani girişimcinin, bir sabah kalktığında mal varlığına el konulma sürprizi ile karşılaşmak şeklinde bir endişeye kapılma durumu söz konusudur. Bu durum, 2017 yılında 5 binden fazla, son 3 yılda (5 Eylül 2015-2017) ise toplam 13 bin girişimci ve iş insanı milyonerin Türkiye’yi terk ederek başka ülkelerde yaşama tercihini gündeme getirmiştir. Bu nedenle Türkiye 2017 yılında dünyada en çok milyoner kaybeden 3. ülke olmuştur (2016’da 5. sırada idi. Kaynak; Günlük Gazeteler)

Türkiye yaşadığı huzursuzluklar sebebiyle dünyada beyin göçü veren 34 ülke arasında ilk 10’un içerisinde yer almaktadır…

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (IAB) verilerine dayandırarak yapılan hesaplamaya göre; beyin göçü nedeniyle son 10 yıl içinde Türkiye’nin kaybı 230 Milyar Dolardır (Bu rakam, İstanbul Havalimanı’ndan yedi tane yapacak bir miktara karşılık gelmektedir).

Giden her gelişmiş beyin Türkiye için;

  • Yüksek teknolojide gerileme demektir.
  • Bilim üretiminde, AR-GE’de duraklama ve düşüş demektir.
  • Kamu hizmetinde, sağlıkta, eğitimde kalite kaybı demektir.
  • İnsani gelişmişlik endeksinde geri kalmışlık demektir.

Sonuç olarak rahmetli Mahir Kaynak’ın o sorusunu tekrarlarsak, kim kazandı kim kaybetti? Her şey net ortada değil mi? Türkiye, gerek askeri bürokrasinin gerekse sivil bürokrasinin kurbanı olmuş onca insan kaynağını değirmenin buğdayı öğüttüğü gibi ezip geçmiştir. İnsan gücü bakımından kaybeden ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.

Peki, bütün bunlar neden yaşanmıştır diye bir soru sorulması gerekmez mi? Elbette bu mantık sorusunun sorulması ve de mantıklı da bir cevabının olması gerekir. Tek ve yalın bir cümle ile bu sorunun cevabı, bütün bunlar; iktidar gücünü elinde bulunduranların gafletleri sebebiyle beceriksiz yönetimlerinin, ihtiraslarının değilse, doğrudan Türkiye’nin yeminli düşmanları ile işbirliği içinde ihanetlerinin bir sonucu olarak yaşanmıştır. Çünkü iktidar sadece sivil bürokrasinin yönetiminden değil, aynı zamanda iç ve dış güvenliği sağlayan polis ve askeri güçlerin de yönetiminden sorumludur.

Türkiye’de yaşanan bu gerçekler, İngiliz Başbakanı Churchill’in “Türkiye solarsa sulayın, yeşerir, büyürse budayın.” meşhur sözüne derinlik kazandırıyor!

Burada beyin göçü konusunda Japonlarla ilgili bir uygulamayı da paylaşarak konuyu noktalayalım. II. Dünya Savaşı sonrası Japonya yurtdışına giden yetişmiş insan gücünü geri getirmiştir. O insan gücünün katkısıdır ki, bugün Japonya’nın 700 milyar dolar ihracatı vardır… Yetişmiş insan gücünün bir ülkeye katkısını bu örnek çok net ortaya koyuyor olsa gerek…

Bundan sonra, gelecek nesillerin Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihinde yaşananlardan gerekli dersleri çıkartarak beş neslin yaşadığı dramlar, kumpaslar ve uygulamalarla karşılaşmaması en içten dileğimizdir…

 

Kaynakça;

  • Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu, Ocak,2019
  • Bilim Tarihi Sohbetleri, Söyleşi, Sefer Turan, Timaş Yayınları, Derleme Kitapları, 2.Baskı, İst.
  • İslam Bilim Tarihi Üzerine Konferanslar Fuat SEZGİN, Timaş Yayınları, 2015. İst.
  • 20 Şubat 2018 Sözcü, Başak KAYA, Ekonomi, Yeniçağ Gazetesi vd. gazeteler.
  • Demir, Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri, CTTAD, V/12 / Bahar- 2006

 

 

 

 

Yorum Yapın

Navigate