Rutinlerimizin alt üst olduğu bu günlerde sıradan şeylerin nede güven verici olduğunu fark etmeyenimiz yok sanırım. Komik ama zorunluluklardan bile mahrum kalmanın sancısını çekiyoruz.
Her ne kadar biyologlar insanın uyum kapasitesinin yüksek olduğunu söylese de bir psikolog olarak buna katılmam güç. Düşünsel ve duygusal birçok engel yeni duruma uyum sağlama kapasitemizi ciddi anlamda azaltıyor. Tüm benliğimizle alışkanlık haline getirdiklerimizi sürdürmek ve bir engellenme ile karşılaşmak istemiyoruz. Tanıdık olan zor ve çekilmez bile olsa güven verirken engellenmek ise öfke hissettiriyor.
Kendimizi güvensiz ve öfkeli hissetmek tercih edilesi bir durum değildir. Mecburen yaşamak zorunda kalırsak neler olur benliğimizde?
İNKAR
Elbette hikayeyi covid-19 salgını üzerinden yazıyoruz. İçinde bulunduğumuz durum rutinleri bozmayı, yeni koşullara uyum sağlamayı, alışkanlıkları değiştirmeyi, yeni davranış kalıpları oluşturmayı öngörüyor. Bu tam anlamı ile mevcut konforun bozulması anlamına geliyor.
Konfordan lüks evde rahat koltukta oturmaktan ziyade güvende hissedilen ve kendi tercihi gibi görülen ortamlarda bulunamama durumunu kastedilmektedir. Ekonomik zorluk içerisinde, işsiz orta yaşlı bir erkeğin öğleden sonra kahvehaneye uğrayamaması, çocukları evde olduğu için evde gürültünün olması, tıraş olmak için bir berberin bulunmaması konforun bozulması anlamına geliyor.
Elleri daha sık ve daha uzun yıkamak zorunda olmak, kişisel temizliğe daha önce olmadığı kadar önem vermek, tokalaşmamak, ziyaretlerde bulunmamak, sosyal mesafeyi korumamak da sorumluluk yükleyerek zulmü (!) arttırıyor.
Her akşam televizyonda bakan tarafından empati ile paylaşılan rakamların insan hayatı olması, bizi ve yakınlarımızı can ile tehdit ettiğini her surette hatırlatması, güçlü devletlerin bile acziyetlerini gözler önüne seren salgın hastalık tehlikesi ciddi bir duygusal yük getiriyor.
Ve daha nice olumsuz yaşantıya sebebiyet veren bu durum karşısında bazı insan tepkileri babannem ile film izlediğimiz zamanları hatırlatıyor. Babannem çocukluğunda geçirmiş olduğu hastalık nedeniyle işitme problemi olan zeki bir kadındır. Filmlerde şiddet, ölüm gibi sahneler olduğunda bu durumdan hoşnut olmaz, bize ve kendine sürekli “pilm bu pilm pilm” diyerek sahnelerin gerçek olmadığını hatırlatır. Gerçekten izlediğimiz filmdir. Babannem kendini ve bizi olayın ağırlığından kurtarmak için gerçek olmadığını hatırlatır.
Bazı insanların da yaşanılanları film gibi izlediği, komplo teorileri kurduğu, küresel güçlerin oyunu olduğundan söz ettiği, fazla abartıldığını düşündüklerini, kısıtlılıkların hükümetleri kurmacası olduğuna iddia ettiklerini görmüşsünüzdür. Babannemin gerçeklik algısının bu kadar bozulmadığını buraya not düşmeliyim ki, bu inkar tedbirsizliğe, risk almaya ve riske sokmaya işaret etmektedir.
İnkar eden kişi yaşam konforunu korumak ister. Bir salgın olmadığını ya da varsa da bunun abartıldığına inanarak sorumluluk almaz. Duygusal ve düşünsel dünyasını kısa süreli bir korumaya alır. Belki ABD, Türkmenistan ve Belarus başkanları ile İngiltere başbakanı bunu yapmak istemişti.
İnkar kötüdür demiyorum, başlarda toplumun büyük kısmının da böyle düşündüğüne eminim. İnkar, duygusal dünyamızın işleme kapasitesini aşan durumlarda ortaya çıkan ve gerçekliğe uyum sürecinde kişinin enerji toplamasına yardımcı olan bir süreçtir. Süreçtir kısmının altını çizmek gerekir ki, bu sürecin uzaması alınacak tedbir ve yerine getirilecek sorumlulukları ihmal anlamına geldiği için inkar edilen duruma göre fatura ödemek zorunda kalınabilir.
Peki inkar sürecinin zamanını belirleyen nedir? Bir konu hakkında bilgimiz, zorluk hakkında ümidimiz, yeni durumlara uyum kapasitemiz ne kadar yüksek ise inkar süreci o oranda kısalacaktır. İyi eğitim alan bireylerin değişim kapasitesi daha fazladır. (Rğitimden kastım diploma sahibi olma değil, kendi kendine yetebilme, öğüt alabilme, değişim ve gelişme açık olma, süregelenden farklı tavır alabilme, yeni duruma göre şekillenme becerilerinin edinilmesinden söz ediyorum).
ÖFKE
İnkar sürecinden sonra gelen, “neden” sorusuna cevap aranana aşamadır. Bu süreçte toplum olarak Çinlileri ve onların tuhaf beslenme alışkanlıklarının sorguladık. Sosyal medyada bir ırkı karalayan, hakarete, sözün kötüsüne maruz bırakan paylaşımlar yapıldı. (Bazen dillerimizin farklı olmasının da nimet olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize her ecnebinin ne söylediğini anlasa idik ya da onlar bizi anlasa idi…)
Öfke, bir zorlukla mücadelede ihtiyaç duyulan enerjinin ortaya çıktığı döneme işaret eder. Öfke duygusu bize açıkça “tehlikedesin savun” mesajını verir. Bu oldukça yapıcı ve işlevsel bir enerji iken mücadele edemeyeceğimiz ya da zararlı çıkacağımız alanlara yönlendirilmesi ve bu sürecin uzaması yaşam uyumumuzu bozar.
Peki, öfke sürecinin zamanını ne belirler? Duygularımızın verdiği mesajları doğru okumayı alışkanlık haline getirirsek, her düşündüğümüz şeyin doğru olmadığını, test edilebilir ve faydasının tartışabilir olduğuna dair inanç geliştirirsek öfke sürecini daha hızlı tamamlarız. “Çinliler yarasa yediği için bu hastalık insanlara bulaştı, Çinliler bizim zorluk yaşamamıza neden oldu” önermesi doğru dahi olsa (bundan da emin değiliz) “şimdi ve burada” olan “ben” için işlevsel olmayan ve sağlıklı engel alamama engel olan bir önermelerdir.
“Çinliler dünyanın başına açtığı bu dert yüzünden kötüdür” önermesi ise sadece bir düşüncedir. Trupm’ın böyle düşünüyor olması bunun gerçek olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki zararsız olan birey de yoktur toplumda. Tercih ettiği tutum ve eylemler ile virüsleri masum bırakan insanın ta kendisidir.
PAZARLIK
Öfke sürecinden sonra gelen bu süreçte “madem salgın var, şöyle yapayım” diyerek plan yapmaya başladığımız ve olayı kontrol alamaya çalıştığımız aşamadır. Bu aşamada insanların ihtiyaçları olmayan şeyleri stokladıklarına; bilgisayardan, telefondan, televizyondan virüs ile ilgili haberleri takip ettiklerine, bu haberleri paylaştıklarına, şikâyet ettiklerine, kolayca etkilendiklerine, hissettiğimiz korku ve öfkeyi yaymaya çalıştıklarına şahit olduk. Aslında benim bu çalışmayı yaptığım günlerde hala bu süreçteyiz. Bazı insanların ise gelecek hakkında, insanlık adına ümitsiz olduklarına şahit oluyorsanız bu durumun da kabullenme sürecinin bir parçası olduğunu belirtmeliyim.
Pazarlık aşamasında yaşanılan belirsizlik tüm çıplaklığı ile fark edilmeye başlar. Hayatın tabiatı belirsizlikler ve karmaşa üzerine kurulu iken sürekli bu gerçeği unutarak beklentilerimizin gerçek olması gerekirmiş gibi yaşarız. Bu böyle olmazsa haksızlığa uğradığımızı hissederiz. Daha şiirsel ifade ile:
“yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
her garantiyi istersin hayattan
oysa ölümle yaşam arası
uzun malum ince bir yol
bir yere gitmez
o bir ölme biçimidir”[1]
Pazarlık aşaması bu satırları yazdırır ve sonra her zorluğun üstesinden gelen sükunet hali gelir.
KABULLENME
Kontrol edemeyeceğimiz şeyleri bırakmaya başladığımız, duygularımız fark ettiğimiz, gerçekçi tedbirleri alamaya başladığımız döneme işaret eder. Belirsizliğin hayatın en büyük gerçeği olduğunu kabul ile zihinsel olarak rahatlatmaya başlar. Korku biter tehlike kalmamıştır demek değildir bu. Korku gerçektir, tedbir önemlidir demektir. Yani hem dert hem ümit vardır. Hem ümit hem kabul vardır. Buna göre aktiviteler planlanır, her zorluk sonrası sosyal ilişkiler değerlendirilir öncelikler belirlenir. Sevme ve sevilme kapasitesi artar, “şimdi”ye odaklanır, “umut” yayar insan.
İnsan eser miktarda büyür, ömrü varsa öğrenilecek çok şey vardır keza. Bir de insanlık unutmasa…
[1] Bu Yol Nereye Gider, yılmaz Erdoğan