YENİDEN MÜSLÜMAN OLMAK

Albert Camus ‘Başkaldıran İnsan’ adlı yapıtında, “Bugün İsa kalksaydı ilk kılıcı Hristiyanlara çekerdi” der. Peki ya biz, eğer Hz. Muhammed yaşasaydı ilk itiraz ve ikazını Müslümanlara yapardı diyebiliyor muyuz? Tevhid ve tecdid ruhunu yitirmiş bir toplumun Müslümanlığı ancak bir takım ritüelleri şuursuzca tekrarlamaktan ibarettir. Mehmet Akif “Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir / Bilmem ama Müslümanlık galiba göklerdedir” dizesiyle bir asır öncesinden bir aidiyet bilincinden kopuşu çok veciz ifade etmişti. Aradan upuzun bir zaman geçti değişen ne var, bugün Müslümanlar maalesef kendi öz kaynaklarının uzağında meçhule umarsızca savrulmaya ve bu dramatik savruluşla en zorba hükümranlarca ta kalbinden vurulmaya devam etmektedir.

Hz. Peygamberin Veda Haccında “Sakın benden sonra cahiliyeye geri dönerek birbirinizin boynunu vurmayın” uyarısını hatırlayalım. Aşama aşama hortlatılan cahiliye ile Müslümanlar dün olduğu gibi bugün de birbirini boğazlar haline gelmişse bu kötücül hal ve bedbaht durum Müslümanlık adına neye ve nasıl teslim olduğumuza dair topyekûn esaslı bir sorgulama yapmamızı icap ettirmektedir. Ancak bu can alıcı çetin sorgu sonrasında yeniden Müslüman olmak, tevhid ve tecdid ruhunu diri tutan bir zaruretin gereği olarak her dem tazelenmenin ve filizlenmenin biricik yoludur diyebiliriz. Aksi durum eylem söylem bütünlüğünü umursamaksızın yaldızlı sözlerin en cafcaflı vitrininde laf ebeliği yapmaktan ibaret olacaktır. Oysa bizim temel derdimiz bu değil, sadece ve sadece gerçeği dosdoğru saptamak/kavramak
ve içine düştüğümüz bu karanlık labirentten tüm çıkış yollarını arayıp bulmak olmalıdır.

“Ey iman edenler, iman ediniz ” ilahi buyruğu, hakikate hakkıyla teslim olmanın ön şartının imanda derinleşmek olduğunu vurgular tüm inananlara. Kalbe kuvvet ve nur vermeyen, akla merak ve araştırma aşkını zerk etmeyen bir imanı, kâmil manada makbul bir kabulleniş ve yöneliş olarak değerlendirmek mümkün değildir.  Yine bir başka ayet, bedevilerin iman ettik demelerinin onları ancak zahiren Müslüman kıldığını gerçekte ise henüz imanın kalblere ve kafalara yerleşmemiş olduğunu hatırlatarak hem kalbî hem itikâdî hem de içtimaî bir ilkenin altını önemle çizer. Bir sosyal grubun “iman ettik” söylemini ciddiye almak için o grup üye ve ilkelerinin iman şartlarına uygun olup olmadığının denetlenmesi gerekir. Taklit prangasından kurtulamamış, atalar kültünü aşamamış bir topluluğun ya da bir şahsın teslimiyet beyanı bazen konjonktürel zorunlulukla zuhur etmiş de olabilir. Gerçek teslimiyetin kuru bir lakırdı olmadığını anlamak kolay olmasa gerektir, köklü bir inanç temeli ve güçlü bir aksiyon kudretiyle temsil edilmeyen yaşam nüvelerine kolaylıkla Müslümanlık örneği nasıl denebilir?

Salih amelle ilişkilendirilmiş dinamik bir imanı yeniden Müslüman olmanın motor gücü kabul ettiğimizde İslam’ın değişim ve hareket prensibine uygun bir şahsiyet zemini hazırlamakla kalmayız aynı zamanda umudu kırılmış insanların ve gücü dağılmış toplumların sosyal acılarına inançsal yaralarına da ortak olmanın mutluluğunu yaşarız. Dünyanın İslam’ın gerçeğiyle tanışmaya ihtiyacı olduğu kadar bugünün Müslümanlarının da yeniden Müslüman olmaya ya da başka bir değişle Müslüman gibi kalmaya/davranmaya ihtiyacı vardır. Sürekli maddi artış temennilerini dualarına iliştiren inançlı kitleler bilgi ve bilinç ziyadeleşmesi için de samimiyetle yalvarıp yakarmadıkça bu yakarış doğrultusunda güzel işler ve iyileştirici davranışlar ortaya çıkarmadıkça ne bir hakikati temsil kabiliyeti ne de zaferle taçlanan yüksek çalışma bereketi kazanabilirler.

Müslümanlar insanların en merhametlisi olmak mecburiyetindedirler. Madem ki Rabbimizden bir öğüt, göğüste dinmeyen fikrî ve imanî sancılara bir şifa, hidayet ve rahmet kaynağı bir kitap inmiştir, o vakit kendimizle didişmenin, birlik ruhunu zedelemenin manası nedir?  Birbirine merhameti ve sabrı tavsiye edemeyenin en sefil akıbeti tüm soluğunu öz kardeşinin ense kökünde tüketmesidir. Tabii ki bu soluk, yeni imkanlar bahşeden öz yaşam nefesi kabilinden bir şey değil, yepyeni yangınlar tetikleyen şeytani bir üflemenin ta kendisidir. Orta Doğu özelinde ve Müslümanların genelinde bu sönmeyen yangınlardan arta kalan izler hâlâ pek tazedir. Buna rağmen İslam dünyasının kitabullaha sırt çevirenlerle dopdolu olması ne kadar da garip bir şeydir. Kur’an’ı terk eden sözde inançlı kitlelerin Kur’an’ın rahmet esintisinden nasiplenmesi ne mümkündür! Bu sebepledir ki her dem yeniden Müslüman olmak gibi dinamik bir ıslah sürecini umursamayan İslam dünyası kendi öz medeniyet birikimini savsaklayıp büsbütün bir geleceği ıskalayarak yeryüzü ezilenlerinin önderlik vasfını yitirmekle kalmıyor, varoluşsal buhranlarını aşma fırsatını da tümden kaçırmış oluyor.

Müslümanlığımıza dair yaşadığımız bu eksen kaybı olmasa Katolik Kilisesi Lideri Papa Francesko “Bizim kutsal metinlerimiz için yaptığımız gibi Müslümanların da Kur’an üzerine eleştirel çalışma yapmaları onlar için iyi olurdu” deme cesaretini kendinde bulabilir miydi?
Glastone’dan Francesco’ya söylemler değişse de gaye hep aynıydı aslında. Biri kitabımızı elimizden öteki gönlümüzden almak arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tahrif edilmemiş bir kitabın mana tahrifatına yol açacak tehlikeli bir yöntem önermek ancak şeytani bir tavsiye olarak kabul edilebilir. Papa iyi biliyor ki artık bu kitap kahir ekseriyetin elinde değildir,  Glastone’ a göre söylemini biraz daha yumuşatarak inananların ya da inanç düzleminde bocalayanların gönlünde şüphe tohumları ekmeye kendince yelteniyordu. Papanın dehşetli heyula gibi içimize sokmak istediği şeyi henüz kapağını açtığımız kitabın ilk sözleri yok etmeye tek başına bile yeterdi oysa. İnsanda korku ve dehşet uyandıran bir şüphe ancak bu belagat harikası ile izale edilebilirdi: “O öyle bir kitaptır ki onda katiyen şüphe yoktur.” “La raybe fih”  göğüslerde gevşemiş olanı sağlamlaştırmak için ‘ey insan; vehmini bırak, ancak vahyin özüne bak, ondan şüphelenecek ne bir bilgi ne de belge vardır” anlamını taşır biraz da…

Şüpheyle yatıp şüpheyle kalkan bazen deizmin kuytularında bazen de düalitenin dipsiz kuyularında kendini arayan/  hırpalayan ne de çok insana tanık oluyoruz şu son zamanlarda. Hiçbir hakikat ölçüsü tanımadan alelâde ve alelacele bir fikre varma sevdasıyla gerçeğin nasıl ters yüz edildiğini hayretle seyre dalıyoruz çoğu kez. Boşluk hissinin çoğalması ile neticelenen etki gücü zayıf sözlerin girdabından bir türlü çıkamazken zihnimizde çözümsüz kalan her meseleyi de bir bulamaç haline getirmenin en süfli hazzını yaşıyoruz. Göklerle ve köklerle temasa geçmekten ürker hale gelmiş bir neslin, kendini ilahlaştırmayı marifet sanan bir nefsin tek bir kurtuluş yolu vardır: İslam’ın gerçeğini anlamak ve Müslümanlığın icaplarına göre yaşamak.  Bize İslam’ın gerçeğini ve gerçeğin içinden süzülen o biricik kurtuluş seçeneğini hatırlatan sağlam bir birikime sahibiz onun heba edilmesine razı olmak tarihi bir vebaldir. M. İkbal’in dediği gibi “Eğer İslam Rönesans’ı gerçek ise ki bence bu bir vakadır, biz de Türkler gibi zihni mirasımızı yeniden değerlendirmeliyiz” Evet o miras içtihad kapısının açık bırakıldığı her dönemde en iyi bir şekilde değerlendirilmiş bu minval üzre iman ve vatan davası kuvvetlendirilmiştir. Anadolu’nun her karış toprağını saran milli mücadele ruhu hürriyet ve bağımsızlık dini olan İslam’ın nuruyla canlanmış, hakkın inayeti ve halkın dirayeti ile zafer kazanılmıştır.

Şimdi örtülü işgallerin açık işgallerden daha büyük tahribatlar yaptığı, sahada belimizi bükemeyen emperyalistlerin masada bileğimizi bükmeye çabaladığı bu kapkaranlık çağa apaydınlık bir zafer mührü vurmak istiyorsak, büyük mütefekkir Aykut Edibali’nin Kur’an’ın Aksiyon Öğretisi adlı muhteşem çalışmasındaki şu müthiş çağrısına hiç vakit kaybetmeden kulak verelim:

  • “Türkiye’nin, İslam dünyasının sıkıntılarının, problemlerinin ve geriliklerinin arkasında yatan bir temel sebep bulunuyor. Sözün özü şu: Eğer biz yeniden İslam’ı keşfedip inanmaz ve İslam’ı kendimize rehber kılmazsak, sıkıntılarımız azalmayacak, artacak. Dünya hayatında Müslümanların geri ülkeler katarında bulunması inkâr edemeyeceğimiz bir ayıbımızdır. Bu ayıpla Allah’tan bize yardım etmesini nasıl isteyebileceğiz! Yeniden Müslüman olmaya ve İslam’ı keşfe karar verdiğimizde ilme, ahlaka, tekniğe, yardımlaşmaya, hayra, barışa, adalete, kardeşliğe, Allah rızasına koşacağız. Hayatımıza anlam gelecek. Hurafe, taassup, cehalet, gerilik, fakirlik ve acz kalkacak. Medeniyetimiz, toplumumuz uyanacak…”

Yeniden Müslüman olmaya ve İslam’ı keşfe karar verebilmek ve bu kararla yükselen aktif cesareti bütün meşakkatli yolları göze alarak hiçbir dünyevi tuzağa düşmeden gösterebilmek, ‘işte bütün mesele budur’ dedirtecek kudrette üstün bir meziyettir. Hem bireysel hem de toplumsal kurtuluşumuz için her an bir hakikat yolculuğuna çıkamasak bile o yola bin bir çileyle revan olup derin tefekkür nöbetinde ömür tüketenleri anlamaya gayret etmiş olsak bile kâfidir. Kendine değil yalnızca hakka ve kurtuluşa çağıran kutlu önderlerin hikmetli sözlerini bir rahmet vesilesi bilenlere ne mutlu. Hayatını hakikatle tanzim edip hakkın nizamını gerçekleştirmek için didinenlere ne mutlu… Büyük inkılap ruhunu rabbanî öğreti ile besleyip Yeniden Müslüman olmak gibi hayati bir meseleye ışık tutan bilge uyarıcılardan olmak dileği ile…

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Yapın

Navigate