2020 yılının sonunda, inancını yaşamak isteyen insanlara kötü hatıraları anımsatan, zamanında çok istismar edilmiş, eskide kaldığı düşünülen, kabuk bağlamış, hatta iyileşmeye yüz tutmuş olan, millet vicdanında derin yaraları olan bir konu gündeme yeniden geldi. Başörtüsünün yeniden siyasi polemik malzemesi haline getirilmesi kabuk bağlamış derin yaraların yeniden açılması oldu.
Bu mesele biraz tarihsel açıdan değerlendirilince konunun yeni olmadığı görülecektir. Asırlardır kitlelerin konsolide edilmesi işlevini kaybetmeyen “ilerici-gerici” ayrımları ve bunların sembolleriyle kitleleri kamplara ayırmak “politik kaldıraç” olarak kullanılır.
Demokratik rejimlerde iktidar değişimlerinin, yani seçimlerin gerçekleşebilmesinin üç şarta bağlı olduğu bilinmektedir. Bunlar;
– İktidarın seçim ilan etmesi: İktidarın kendi menfaatlerinin seçime gidilmesine bağlı olduğuna hükmedip seçim ilan etmesi.
– İktidarda çatlak: İktidarı oluşturan siyasi erk bileşenlerinin yani hükümeti destekleyen payandalardan birisinin iktidardan desteğini çekmesi ile zorunlu olarak seçime gidilmesi.
– Halk içerisinde büyük hareketlenmeler: Her ne kadar temsili demokrasilerde halkın hareketleri, doğrudan iktidarı değiştirmese ve iktidarlar seçim ilan etmek zorunda olmasalar da hiçbir siyasi irade halka rağmen yönetim yetisini muhafaza edemez. İktidarları seçime zorlamak için kabuk bağlamış yaraların kaşınması çok kullanılan bir yöntemdir.
Başörtüsünü “Gericilik ve İrtica Sembolü” Sayanlar Neden Sahneye Sürüldü?
Eski bir bakan ve milletvekili katıldığı televizyon programında “Türbanın, irticai faaliyetlerin, şeriat isteyenlerin üniforması olduğu, başörtülü bir hakimin kendisini yargılamasından kuşkulanacağı” sözü ile içindeki kini kustu. Küflü kafasındaki yobaz düşünceleri sıraladı, saydı döktü. Asıl sorun o ve onun gibilerin geri kalmış kafalarındakileri, vicdansız yüreklerindekileri kusması değil. Mesele, onun gibi insanların yeniden politika sahnesine sürülüyor olmasıdır. Onlar birer kurulmuş robot gibi yapmaları için yetiştirildikleri şeyleri, akıllarını ve vicdanlarını kullanmadan icra edeceklerdir. Tahlil edilmesi gereken, bu kişilerin söylediklerinden çok onları sahneleyen gizli ellerin milletimize kurduğu karanlık planlardır. Milletimizin kahir ekseriyetinin oluşturan kitlelerin iki ateş arasına sürülmek istendiği ortadadır. Bu tertip asırlardan beri sahnelenmektedir. Bu durumu beraberce inceleyelim.
Başörtüsü Zulmü Ne idi?
Siyaseti tarihsel perspektiften irdeleyen herkes kabul edecektir ki; masum, inanmış genç kızların inandıkları gibi yaşamalarının önünde bu kadar engel olmasaydı, insan özgürlükleri zulümlerle kısıtlanmasaydı AKP gibi bir parti belki de doğamayacaktı. 90’lı yıllara dönüp bakınca 28 Şubat darbesini, sözde laiklik yürüyüşlerini, üniversitelerdeki ikna odalarını, başörtüsü kontrol ekiplerini, batı çalışma gruplarını, ismi batasıca onca zalimin ve onların kurdukları adi yapıları ve televizyonlardaki şovlarını hatırlarız. Bu yaşananlar yüzünden kaç gencin hayatı karardı bilinmez. Üniversite kapılarındaki kaç kapıcı kraldan çok kralcılık yaparak “ben devletim” dedi ve kızlarımızın hakkı olan üniversite kapılarını onlara duvar etti, kaç genç kızın kıyafetleri, başörtüleri kirli emellere hizmet eden merhametsizlerce sökülüp alınmaya çalışıldı. Kahredici anlarda o masum kızlar neler hissetti, yaşananlar onların ruhlarında nasıl yaralar açtı bilemeyiz ama o yaşananların korkunç bir planın parçası olduğunu da görmek gerekir. Belirli uygulamalarla halk içerisinde stres biriktirildi. Oluşan bu kitlesel stresi iktidara taşımak en mide bulandırıcı olanı olsa da en işe yarayan politik manevralardandır. Önce bir acı, dert, sıkıntı yahut mesele oluşturup sonra o acının devasını halka sunarsanız, kitleler size kurtarıcı olarak koşar. Buradaki kastımız elbette ki bir siyasi partiyi, ona gönül verenleri suçlamak değildir. AKP, birilerinin kendi milletine reva gördüğü zulmün tepkisi olarak doğmuştur. Geçmişe dönüp bakınca bu siyasal tepkimenin fark edilmesi çok kolaydır. Uzun soluklu bir tahlil yapıldığında 28 Şubat’ta akılsız askeri yetkililerin eliyle muhafazakâr insanlara, başörtülü masumlara kast edenlerin, Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, 15 Temmuz ihanetleri ile ordumuza, peygamber ocağımıza masum subaylarımıza ve komutanlarımıza kast edenlerin aynı mihraklara bağlı olduğunu yahut aynı amaca matuf eylemlerde bulunduğunu söylemek çok zor değildir.
Başörtüsüne Değil Türbana Karşı Olmak
Ne Demek?
Politika sahnesinin basit figüranlarından olan bir zatın konuşmasını kısa bir süre dinleyen herkesin zihninde; “Bu çaptaki insanlar nasıl bakan ve milletvekili olur?” sorusu belirir. Kullanılıp bir kenara atılmış bir politikacı ve onun karbon kopyaları, aynı tornanın ürünleri AKP’nin adaletsizliklerini eleştirip, halkın dertlerine tercüman oluyormuş rollerini üstlenirken, taktıkları maskenin altından kudurganca dine ve onun değerlerine saldırmayı kendilerine adet edindiler. İnsanları başörtülü-başörtüsüz, sakallı-sakalsız diye ayırmaya meraklı bu tipleri Batı’da da görmek mümkündür. Onlar da insanları siyah-beyaz diye ayırır. İsmi lazım gelmeyen bir kişi TV kanalında katıldığı programda “Türban, irticai faaliyetlerin ve şeriat isteyenlerin üniformasıdır. Başörtüsü yüzyıllar boyunca Anadolu’da bir geleneksel giysidir arada fark var” diye konuştu. Her yanından kompleks ve cehalet akan bu sözleri 2000’li yıllarda kendisi ya da yakını üniversitede okuyanlar iyi bilir. Bu cahillerin kendilerince moda tarifi de vardı. Bu zavallılar insanların kafalarını ve düşüncelerini değil de kıyafetlerini önemsedikleri için onlara türbanın başörtüsünün bir türü olduğunu; olumlu, güzel düşüncesi olan bir kişinin hangi kıyafette olursa olsun suç işlemediğini anlatamazsınız. Bu sığ, hatta çukur insanlar o denli kördür ki masum kızların kıyafetlerinin bir parçasını onlardan alınca düşüncelerinin değişeceğini sanırlar.
Geçen onca yıldan ve yaşanan yüzlerce, binlerce acı olaydan sonra hâlâ bu kişi; “Kendimden söylemek istiyorum, ben yargılandığım zaman türbanlı bir hâkimin karşısına gittiğimde benimle ilgili haklarımı koruyacağı ve adaleti yerine getirebileceği konusunda kuşkum var.” diyebiliyor… Yazık…
Durduk yere hiç gündemde yokken başörtü ve türbanın gündeme getirilmesi hangi mihraklarca kurgulanarak yeniden gündeme getirildi?
Başörtüsünün Yeniden Politik Malzeme Olması Kimin İşine Yarayacak?
İktidar; kendisine bir pas olan, kurgulanmış gibi duran siyasi polemik olan türbanla ilgili yoruma, meselenin hâmisi edası ile tepki gösterdi. Başörtü ve türban yalnızca bir partinin inhisarında mıdır?
Başörtüsü Siyasi Malzeme Yapılamaz
İnsanların renkleri, kıyafetleri, cisimleri ile değil, milletimizin meselelerine, insanlığa katkıları ile nitelendirildiği günlerin gelmesi için yanlışı ve doğruyu bir kişiye has kılmadan hakkı teslim etme bilincinde olunması gerekir. Başörtüsü, inanç özgürlüğü olması bakımı ile temel insan hakları arasındadır. Başörtülü olsun ya da olmasın, hâkimlerin, savcıların şekli, şemali, giyinişi ne olursa olsun adalet sistemimize olan güvenin kaybolduğu da ortadır. İnsanların adalet sistemimize olan güvensizliği oldukça hayati bir konudur. Bu konunun üzerinde hakkıyla durulmalıdır. Bir geri kafalı yobazın, katilin, teröristin dahi hakkının zayi olmayacağından emin olduğu bir adalet sisteminin mutlaka oluşturulması gerektiği günümüzün en önemli konusudur. Suçlu olduğu gün gibi aşikâr olan kişilerin dahi adil şekilde yargılanma hakkı, hukukun en temel kaidelerindendir. Mahkemelerimizin bağımsızlığı, siyasi ve ekonomik çıkar odaklarının etkilerinden korunmuş olmalarının önemi ne kadar fazla ise son karar merciinin Türk mahkemeleri olması da o denli önemlidir. Uluslararası hukukun bir parçası olmak son derece hayati olsa da hükümranlık haklarımızın ayrılmaz bir parçası olan bağımsız adalet sistemi ne gerekçe ile olursa olsun ayakta tutulmalı, yeniden sağlanmalıdır.
28 Şubat sürecinde de Ergenekon meselelerinde de adalet sisteminin tamamının; soruşturmaların, tutuklamaların başlı başına bir cezalandırma, yargısız infaz etme aracına dönüştürüldüğü maalesef acı bir vaka olarak ortadadır. Milleti kamplaştırdıktan sonra iktidara tebelleş olan her grubun adalet sistemini bir intikam aracına dönüştürmesinin önüne geçmek için Hukuk Devletinin her anlamıyla cari olması gerekir. Adalet; bağımsız, dokunulmaz, kendi kolluk gücünü yöneten ancak denetlenebilir mahkemeler eliyle dağıtılmalıdır. Unutulmamalıdır ki hukukun üstünlüğünün ve bağımsızlığının tesis edildiği adil yönetimler her türlü sıkıntının üstesinden gelecektir.
Adaletin, bağımsızlığın ve insanca yaşam haklarının, ifade özgürlüğünün, inanç özgürlüğü kadar yerini bulduğu günlere ulaşmak duası ile.